- 1/9Müellif: MEHMET AKBAŞBölüme GitAnayurtları Zağros dağlarının etekleri olan Kürtler, tarihî olarak İran’ın batı ve kuzeybatısında, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda, Irak ve Suriye’...
- 2/9Müellif: İBRAHİM ÖZCOŞARBölüme Git2. Osmanlı Dönemi. Kürtler’in Osmanlı hâkimiyetine girmesi Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler’e karşı yapılan seferler sonrasında gerçekleşti. Saf...
- 3/9Müellif: SERDAR YILDIRIMBölüme Git3. Osmanlı Sonrası. Türkiye. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti açısından mağlûbiyetle sonuçlanması ve devletin dağılma ihtimalinin ortaya çıkması Kü...
- 4/9Müellif: HAYREDDİN KIZILBölüme GitII. DİN 1. İslâmiyet Öncesi. Yaşadıkları coğrafya tarih boyunca birçok dine ev sahipliği yapmış olan Kürtler önceleri Anadolu ve Mezopotamya’daki yer...
- 5/9Müellif: İLHAN BARANBölüme Git2. İslâmî Dönem. Bilinen ilk müslüman Kürt, Ebû Meymûn Câbân el-Kürdî adlı sahâbî olup (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, I, 301; V, 310, 351) oğlu Meymûn el-...
- 6/9Müellif: DOĞAN KAPLANBölüme Git3. Şiîlik ve Alevîlik. Kürtler’in büyük çoğunluğu Sünnî (Eş‘arî-Şâfiî) olmakla birlikte Şiî, Kızılbaş/Alevî, Ehl-i Hak/Yârsânî ve Yezîdî Kürtler de ...
- 7/9Müellif: METİN BOZANBölüme Git4. Ehl-i Hak (Yârsânîlik). Farslar ve Âzerî Türkleri arasında müntesipleri bulunduğu gibi bir kısım Kürtler tarafından da benimsenen ve bâtınî karak...
- 8/9Müellif: ABDURRAHMAN ADAKBölüme GitIII. DİL ve EDEBİYAT 1. Dil. Kürtçe Hint-Avrupa dil ailesinin İranî diller kolunun kuzeybatı grubuna girer. İranî dillerin genelde üç aşaması olduğu ...
- 9/9Müellif: SITKI KARADENİZBölüme GitIV. SOSYAL HAYAT ve KÜLTÜR Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Ermenistan’a yayılan geniş bir coğrafyada yaşayan Kürtler, komşu birçok kültü...
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#1-tarih
Anayurtları Zağros dağlarının etekleri olan Kürtler, tarihî olarak İran’ın batı ve kuzeybatısında, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda, Irak ve Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda, Ermenistan’ın güneyinde ve Azerbaycan’ın güneybatısında yaşamış olan, günümüzde de aynı ülkelerde varlığını sürdüren yerli kavimlerden biridir. Ayrıca Rusya, Gürcistan, Afganistan ve Orta Asya ülkeleri ile Lübnan ve Ürdün başta olmak üzere çeşitli ülkelerde yerleşik Kürt nüfusu bulunmaktadır. 1950’lerden itibaren küresel ölçekte meydana gelen yoğun kentleşme ve uluslararası göçle beraber Kürtler de geleneksel yaşam alanlarının dışına çıkıp geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır.
I. TARİH
1. Başlangıçtan Osmanlılar’a Kadar. Kürtler’in menşei konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Anayurtlarının Zağros dağları olduğu bilinen Kürtler etnik kökenden ziyade tarih ve dil yakınlığı itibariyle İranî kavimlerle akraba gösterilir (Minorsky, s. 1089). Kürtler’in Arap aslından geldiğine dair rivayetler varsa da bunlara itibar edilmemiştir. Ayrıca Kürtler’in menşeine dair çeşitli mitolojik rivayetler de bulunmaktadır (Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 107; Şeref Han, s. 17-19). Ksenofon’un (m.ö. IV. yüzyıl) Kardukhoi, Strabo’nun Gordyaei ve Ortaçağ Ermeni müelliflerinden Hayton’un Cordins diye adlandırdıkları, ayrıca Antikçağ kaynaklarında İrmîniye bölgesinde yaşadıkları ve Gordyene adıyla anıldıkları kaydedilen topluluklar (Karduklar) bazı modern dönem araştırmacıları tarafından Kürtler’le ilişkilendirilmiştir. Bazı araştırmacılar Kürtler’i Van gölünün batısında yaşamış olan Cyrtii (Kırtiler) ile ilişkilendirirken bazıları da Medler’i Kürtler’in ikinci tabakadan ataları olarak değerlendirirler.
Kürtler’in yaşadığı bölge ve merkezler de çeşitli adlarla anılmıştır. Cûdî dağı civarındaki Korduene denilen bölgeye Ârâmîler ve Süryânîler Bes-Kardu, Ermeniler Kordu, Araplar ise Kardâ ve Bâkardâ adını vermişlerdir. Hazar gölü ile Basra körfezi arasında kalan bölge Ortaçağ kaynaklarında genellikle Bilâdülekrâd ismiyle anılmıştır. İbnü’l-Fakīh Kürtler’in yaşadığı bölgeyi böyle adlandırmış (Kitâbü’l-Büldân, s. 128), aynı şekilde Dîvânü lugāti’t-Türk’te verilen haritada Kürtler’in yaşadığı bölge için Bilâdülekrâd tabiri kullanılmıştır. Belâzürî ise Kürtler’in yaşadığı ve Şehrizor, Musul ve Hemedan gibi merkezleri içine alan bölgeye Meâkilülekrâd adını verir (Fütûḥu’l-büldân, s. 199). Kürdistan adı ilk defa Selçuklu Sultanı Sencer’in Oğuzlar’a esir düşmesi üzerine (Muharrem 548 / Nisan 1153) Nîşâbur’da sultan ilân edilen yeğeni Süleyman Şah b. Muhammed Tapar döneminde İran’da Zağros dağlarının kuzeybatısında yer alan Kirmanşah (Karmîsîn) şehri ve civarı için kullanılmıştır (aş.bk.).
Yâkūt el-Hamevî’ye göre Cibâl, Erbil ve Hemedan arasında kalan Şehrizor bölgesinin halkı tamamıyla Kürt’tür. İstahr, Sâbûr, Erdeşîrhurre, Dârâbcird ve Errecân gibi şehirlerin bulunduğu Fars bölgesi de Kürtler’in yoğunlukta olduğu bölgelerdendir. İsfahan ile Hûzistan arasında kalan dağlık Luristan bölgesi adını Lur Kürtleri’nden almıştır. Bunlar İran Kürtleri’nin önemli bir kesimini teşkil etmekteydi. Mervânîler, Hasanveyhîler, Fadlâvî (Lur-ı Büzürg) hükümdarları, Lur-ı Kûçek emîrleri ve Eyyûbîler Şeref Han tarafından Kürt hânedanları arasında zikredilir (Şerefnâme, s. 29-98). Bazı müslüman coğrafyacılar Kürtler’in yaşadığı beldeleri, Farsça’da “mahal, bölge” anlamına gelen “rem” ve “zem” (çoğulu remûm ve zemûm) kelimelerini kullanarak sahiplerine nisbetle adlandırmışlardır. Meselâ İbn Hurdâzbih Fars bölgesinde Zemmü Hasan b. Cileveyh (Bâzincân), Zemmü Erdam b. Cevânâ, Zemmü Kāsım b. Şehrebezâr (Korîyandî) ve Zemmü Hasan b. Sâlih (Sôran) adını verdiği dört bölgeden bahseder ve merkezi Şîraz olan bu beldelerin tamamını “zümûmü’l-Ekrâd” diye ifade eder (el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 50). Benzer bir taksim Yâkūt el-Hamevî tarafından da yapılmıştır (Muʿcemü’l-büldân, I, 138; II, 99; III, 71, 375; IV, 226).
Kaynaklarda, İran’ın Irak sınırından başlayıp Basra körfezinin güneyine kadar uzanan Zağros dağlarını mesken edinen Kürtler’in Ortaçağ boyunca kendileriyle anılan bu bölgenin dışına çıkarak diğer bölgelere de yerleştikleri kaydedilir. Mes‘ûdî Kürtler’in eskiden beri Sicistan ve Horasan’da bulunduğunu belirtirken (et-Tenbîh, s. 88-89), İbn Miskeveyh Horasan bölgesindeki Kürtler hakkında mâlûmat verir (Tecâribü’l-ümem, V, 338). Makdisî Sind bölgesini anlatırken burada Kürtler’in de bulunduğunu söyler (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 281, 301, 313, 344). Bazı Kürtler’in İrmîniye bölgesinde yaşadığı, Kürt kabilelerinden Mısır ve Kuzey Afrika’ya gidenler de olduğu bilinmektedir. Makrîzî, Mısır’daki Kürtler’in Hâretülbüstân bölgesinde yaşadıklarını belirtir (el-Ḫıṭaṭ, II, 395). İbn Haldûn Muvahhidler Devleti’nin son dönemlerinde Mağrib’e yerleşen, bazı liderlerinin önemli devlet görevlerine getirildiği Benî Livîn ve Benî Tabîr adlı iki Kürt kabilesinden bahseder (el-ʿİber, VII, 132).
Bu bilgiler Kürtler’in çoğunluğunun Ortaçağ boyunca kabileler ve aşiretler halinde göçebe veya yarı göçebe şeklinde yaşadıklarını göstermektedir. İslâm öncesi dönemde Sâsânîler’in hâkimiyeti altında yaşayan Kürtler din olarak Zerdüştîliği (Mecûsîlik) benimsemişlerdi. Câbân (Gâvan) adlı bir sahâbînin Kürt olduğu ve Resûlullah’tan hadis rivayet ettiği bilinmektedir. Onun oğlu Meymûn da güvenilir râvilerden biridir (İbn Hibbân, V, 418; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, I, 301; İbn Hacer, I, 429; ayrıca bk. İbn Sa‘d, VII, 280). Hz. Ömer devrinde İslâm orduları İran ve Irak topraklarında fetih hareketini başlatınca Kürtler Sâsânîler’le birlikte bu ordulara karşı savaştılar. Utbe b. Ferkad es-Sülemî’nin 20 (641) yılında Musul’da Ninevâ’yı ele geçirmesinin ardından İslâm orduları Kürtler’in yaşadığı Merc, Banhezrâ, Bâezrâ, Hitbun, Dâsin, Kardâ, Bâzebdâ ve Musul’a bağlı diğer merkezlere yönelerek bu bölgenin tamamını fethetti. Şehrizor ve Samgan bölgesi de İslâm hâkimiyetine girdi. Ahvaz’ın fethi ise Ebû Mûsâ el-Eş‘arî tarafından gerçekleştirildi ve böylece Kürtler’in yaşadığı bölgenin büyük kısmı Hz. Ömer zamanında fethedilmiş oldu. Azerbaycan’ın fethi sırasında İslâm orduları kumandanı Huzeyfe b. Yemân’ın bölge idarecisiyle yaptığı anlaşmada olduğu gibi Kürtler’in büyük kısmı bu fetihler sırasında yapılan anlaşmalarla bulundukları merkezlerde bırakıldı. Huzeyfe b. Yemân bu anlaşmada Kürtler’e teslim olmaları karşılığında âteşkedelerinin yıkılmayacağı; ayrıca Bilascan, Seblan ve Satrudan Kürtleri’ne saldırılmayacağı teminatını verdi. Fars bölgesinde Kürtler’in yoğunlukta olduğu İstahr, Sâbûr, Erdeşîrhurre, Dârâbcird ve Errecân gibi şehirler ise Hz. Osman zamanında fethedildi. Hz. Ali’den kaçan Ferve b. Nevfel el-Eşcaî liderliğindeki 500 kişilik bir Hâricî grubun Cibâl bölgesine giderek önce Bendenîceyn ve Deskere’yi, ardından Hulvân’ı ele geçirmesiyle Kürtler arasında Hâricî propagandası başlamış oldu. Emevîler’in ilk yıllarında Kürtler arasında Hâricîliğin benimsendiği ve bazı Hâricî isyanlarına katıldıkları görülmektedir. Hâricîlik bilhassa Şehrizor halkı arasında yayılmış ve onların çoğu bu mezhebi kabul etmişti. Bu süreçte bölgedeki Hâricî isyanlarına katılmaya başlayan Kürtler zamanla Hâricîler’den koptular ve Emevîler’e itaat ettiler. Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin Hâricî lideri Mutarrif’in üzerine gönderdiği 6000 kişilik orduda Kürt askerlerin de bulunduğu bilinmektedir. Bu dönemde Şehrizor ve civarında yaşamakta olan ve Celâliyye, Yâbisan, Hakemiyye ve Sûliyye adlarıyla tanınan Kürt aşiretlerinin nüfusunun 60.000’e ulaştığı söylenmektedir. Geniş topraklara sahip olan bu aşiretler sert mizaçlarının yanı sıra sık sık yönetime muhalefetleriyle tanındı. Emevîler’in son halifesi II. Mervân’ın annesinin Kürt asıllı bir câriye olması (İbnü’l-Esîr, IV, 588) Kürtler’in devletle olan bağlarını güçlendirdi ve neticede aralarında İslâmiyet’in yayılmasına hız kazandırdı. Bununla birlikte Kürtler’in Abbâsî ihtilâli sırasında hangi tarafta yer aldığı açık değildir. Bu arada Abbâsî ihtilâlinin en önemli liderlerinden Ebû Müslim-i Horasânî’nin etnik menşei kesin olarak tesbit edilememiş, İbn Hallikân’ın zikrettiği bir beyitte Kürt asıllı olduğu belirtilmiştir (Vefeyât, III, 155).
Abbâsîler zamanında Şehrizor, Cibâl, Erbil ve Hemedan arasında kalan bölgede yaşayan ve tamamına yakını Kürt olan halkın Zeyd b. Ali’nin eliyle İslâm’a girdikleri, özellikle Şehrizor’un Şîz şehrindeki Kürtler’in Şiî-Zeydî olduğu nakledilir (Yâkūt, III, 375). Bölgede idarî düzenlemeler yapan Halife Hârûnürreşîd, Şehrizor ve Musul’u ayrı valilikler haline getirdi. Mu‘tasım-Billâh döneminde 225 (840) yılında Musul’da Dâsin dağına çekilerek isyan eden Kürt lideri Ca‘fer b. Feharcis, Abbâsî kuvvetleri tarafından ertesi yıl bertaraf edildi. 281’de (894) Musul’da çıkan Kürt isyanı da kısa sürede bastırıldı. Kürtler 286’da (899) Ebû Leylâ adındaki bir isyancıya büyük destek verdiler. 342 (953-54) yılında babası Arap, annesi Kürt asıllı olan Hâricî lideri Deysem b. İbrâhim Kürtler’den oluşan ordusuyla Azerbaycan üzerine yürüdü ve Müsâfirîler’le yaptığı savaşların ardından Azerbaycan’ı onların elinden almayı başardı. Ancak Erdebil’e gönderdiği vezirinin kendisine isyan etmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp Erdebil’e gitmek zorunda kaldı. Birkaç yıl sonra Azerbaycan’a dönen Deysem buranın hâkimi olan Merzübân tarafından hapse atıldı. 349’da (960) Hezbânî Kürtleri’ne mensup askerler Azerbaycan hâkimi Cüstân b. Merzübân ile kardeşi Nâsırüddevle arasında çıkan savaşlara katıldı. Abbâsî halifelerinin birçok defa Türkler’in ordudaki gücünü kırmak için Kürtler’den faydalanma yoluna giderek Kürt asıllı askerlerin sayısını arttırdığı görülmektedir. Humeydiyye Kürtleri’nin lideri Emîr Îsâ’nın hilâfet ordusuna katılması ve Halife Müsterşid-Billâh tarafından karşılanması (528/1134) bu siyasetin bir sonucudur.
366 (976) yılında Irak Kürtleri’nden Berzeniye aşiretinin reisi Emîr Hasanveyh b. Hüseyin binlerce askeriyle birlikte Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle’ye karşı oluşan muhalefetin içinde yer aldı. 369’da (979) vefat eden Hasanveyh’in Dînever, Hemedan, Samgan ve Azerbaycan’dan Şehrizor’a kadar uzanan bölgeyi elli yıl boyunca hâkimiyeti altında tuttuğu, iyi bir idareci olmanın yanı sıra hayır sever ve dindar bir şahsiyet olduğu zikredilir. Hasanveyh’in öldüğü yıl Adudüddevle Hakkâri ve çevresini ele geçirdi, önceden eman verdiği halde buradaki Kürtler’i kalelerinden alıp Musul’a götürdü. Tehcir esnasında yolun iki tarafına kurdurduğu darağaçlarında pek çoğunu astırdı. Bir yıl sonra da Sultan İzzüddevle eman verdiği halde Hakkâri Kalesi’ndeki Kürtler’i kılıçtan geçirdi (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 128).
Musul, Diyarbekir (Âmid), Meyyâfârikīn ve Halep’te hüküm süren Arap hânedanı Hamdânîler, el-Cezîre’nin üç bölgesinden birisi olan Diyârımudar’ın zaptedilmesinde Kürtler’den önemli destek aldılar. Ancak 293’te (905) Hezbâniyye Kürtleri’nin Ninevâ’da Hamdânîler’e saldırıp hânedan mensuplarından birini öldürmeleri üzerine aralarında çıkan savaş muhasara altına alınan Kürtler’in teslim olmasıyla sonuçlandı. Bu sırada Humeydiyye Kürtleri ile Dâsin dağında oturan Kürtler de Hamdânîler’e bağlılıklarını bildirdiler. 314’te (926) Celâlî Kürtleri’nin Şehrizor’da çıkardıkları isyan şiddetli çarpışmaların ardından bastırıldı. Bununla birlikte Hamdânî ordusuna alınan ve ordudaki sayıları giderek artan Kürtler, Hamdânîler’in Musul kolunun çökmesinden (394/1004) sonra da Hamdânî hâkimiyetindeki bölgede önemli bir unsur haline geldiler.
Humeydiyye Kürtleri’nden Ebû Şücâ‘ Abdullah Hüseyin Bâd (Bâz) b. Dûstek Ahlat’ın yanı sıra Meyyâfârikīn, Diyarbekir, Nusaybin ve Hısnıkeyfâ gibi el-Cezîre bölgesinin önemli merkezlerini ele geçirerek Mervânîler hânedanını kurdu (373/983). Mervânîler bölgenin yerel unsurları olan Süryânîler ve Ermeniler’in yanı sıra buraya daha sonra yerleşen Araplar’ın da etkisini kırarak bölgenin Kürtleşmesine zemin hazırladılar. Bu aşamadan sonra bölgedeki Kürt varlığı daha da güçlendi. Mervânîler Nasrüddevle Ahmed zamanında (1011-1061) en güçlü dönemlerini yaşadılar; bu dönemde bölgeye gelerek İrmîniye ve Hakkâri yörelerine akınlarda bulunan Oğuz birliklerini yenilgiye uğrattılar ve yedi Oğuz beyini çok sayıdaki askerleriyle birlikte esir aldılar (432/1040-41). Nasrüddevle’nin anlaşma teklifini kabul etmeyen Oğuzlar el-Cezîre bölgesinin önemli bir kısmını ele geçirseler de daha sonra birçok mevkide yaptıkları savaşlarda Kürtler ve Araplar karşısında büyük kayıplar verdiler. Geri kalanlar ise Azerbaycan’a geri dönmek zorunda kaldı. Yaklaşık bir asır hüküm süren Mervânîler hânedanı Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında yıkıldı (478/1085). Şeref Han Mervânîler’i “Diyarbekir ve el-Cezîre hükümdarları” diye tanıtır ve doksan bir yıl hüküm sürdüklerini bildirir (Şerefnâme, s. 29-31; ayrıca bk. MERVÂNÎLER). Büyük Selçuklular’ın yıkılışından sonra başta Artuklular olmak üzere el-Cezîre bölgesinde Türkmen beyliklerinin kurulması bölgenin demografisini değiştirdi.
Selçuklu hâkimiyetinden önce İrmîniye’de yoğun bir Kürt nüfusu yaşıyordu. Selçuklular’ın Kafkasya seferleri esnasında Duvîn (Dvin) şehrinin hâkimiyeti Şeddâdîler’den Ebü’l-Esvâr Şâvur (Şâver) b. Fazl (Fazlûn) adında bir Kürt emîrinin elindeydi (1049-1067). Kürtler Malazgirt Savaşı’na Selçuklular’ın safında 10.000 askerle katıldılar (Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 170). 465 (1073) yılında amcası Kavurt ile Kirman’da yaptığı savaşta Melikşah’a destek verdikleri için iktâlarla ödüllendirildiler. Hamdullah el-Müstevfî, Sultan Sencer’in Oğuzlar’a esir düştüğü dönemde yeğeni Sultan Süleyman Şah b. Muhammed Tapar’ın oturduğu Kirmanşah ve civarında bir idarî taksimat yaptığını ve bölgenin Kürdistan diye adlandırıldığını söyler (Nüzhetü’l-ḳulûb, s. 107-108; krş. İA, VI, 1097; EI2 [İng.], V, 439).
Büyük Selçuklular’ın yıkılmasından sonra Kürtler’in yaşadığı bölgenin önemli bir kısmı Zengîler’in (1127-1233) eline geçti. Aralarındaki şiddetli mücadelenin ardından Zengîler, Kürtler’in elindeki bazı kaleleri (Humeydiyye Kürtleri’nin egemenliğindeki Akr, Şûş, Hakkâri, Kevâşî) ele geçirdiler. Ancak Kürtler Zengîler tarafından askere alındıkları için bir süre sonra Zengî ordusunun ve devletinin bir unsuru haline geldiler. Meselâ Necmeddin Eyyûb, kardeşi Şîrkûh ve ardından oğlu Selâhaddîn-i Eyyûbî Zengîler’in önemli devlet adamlarından ve kumandanlarındandı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Nûreddin Mahmud Zengî’nin emri üzerine 567’de (1171) Fâtımî hilâfetine son vererek Mısır, Ortadoğu, Hicaz ve Yemen’de hüküm sürecek olan Eyyûbîler Devleti’ni kurdu ve 583’te (1187) Kudüs’ü Haçlılar’ın işgalinden kurtardı. Selçuklular ve onların devamı olan Zengîler’den miras aldıkları idarî ve siyasî teşkilâtlanmayı devam ettiren Eyyûbîler, özellikle Kürtler’den ve Türkmenler’den oluşan ordularıyla Haçlılar’a karşı büyük başarı kazandılar (bk. EYYÛBÎLER). Ancak bu dönemde Kürtler’le Türkmenler arasında büyük bir iç mücadele yaşandı. Basit sebepler yüzünden çıkan çatışmalar sırasında her iki taraf da büyük kayıplar verdi. Nusaybin civarında başlayan çatışmalar Musul, Diyarbekir, Ahlat, Suriye, Şehrizor ve Azerbaycan’a kadar yayıldı. Bu karışıklık yıllarca sürdü, yağmalar ve yol kesmeler had safhaya ulaştı. Neticede bölgede hüküm süren Türk beyliği Begteginliler’in veziri Mücâhidüddin Kaymaz’ın başarılı siyaseti sayesinde mücadele sona erdi (bk. MÜCÂHİDÜDDİN KAYMAZ).
XIII. yüzyılda bütün bölge gibi Kürtler’in yaşadığı coğrafya da Moğol işgaline uğradı. Yerleşim merkezlerini tahrip eden, her şeyi yakıp yıkan Moğollar Hakkâri, Musul, Erbil, Mardin, Diyarbekir ve Ahlat’ta büyük katliam yaptılar. İkinci saldırıları sırasında Erbil’e hücum ettiklerinde (655/1257) Kürtler’in büyük direnişiyle karşılaşan Moğollar, 1258’de Bağdat üzerine yürürken Kürtler’e de katliam uyguladılar. Daha sonra İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han zamanında da çok sayıda Kürt kılıçtan geçirildi. Buna karşılık Fars bölgesinde yaşayan Kürtler Moğollar’la ittifak kurup onların safında savaşlara katıldı. Olcaytu Han döneminde Gîlân’ı istilâ eden İlhanlı ordusu (706/1306) büyük ölçüde Kürtler’den oluşuyordu. Moğol akınlarından kaçan Kürtler’in bir kısmı Toros dağlarının eteklerine sığınırken bir kısmı da Suriye ve Mısır üzerinden Cezayir’e kadar gitti. Bulundukları bölgelerde kalanlar ise 792 (1390) yılına kadar Moğol hâkimiyetinde yaşadı. Timur 796’da (1394) Ahlat, Van, Âdilcevaz, Mardin, Erbil ve Musul gibi Kürtler’in yaşadığı önemli merkezleri ele geçirdi. Bu sırada Timur’un veliahdı Ömer Şeyh Mirza’nın Kürtler tarafından öldürülmesi üzerine Kerkük’e bağlı Hurmatu kasabası yerle bir edildi. 1403’te İspanya kralı tarafından Timur’a elçi gönderilen Ruy Gonzàles de Clavijo, Nîşâbur yakınlarında göçebe halinde siyah çadırlarda yaşayan Elâvârî Kürtleri’ne ait 400 çadır gördüğünü; onların kalabalık sürülere sahip olduklarını, 20.000 kadar deve beslediklerini, vergi olarak Timur’a yıllık 3000 deve, 15.000 koyun verdiklerini, Timur’un da bunun karşılığında kendilerine serbestçe dolaşma izni verdiğini belirtir (Anadolu, Orta Asya ve Timur, s. 115).
XV. yüzyılın ilk yarısında Kürtler birbiriyle mücadele eden iki Türkmen devletinin, Anadolu’nun doğusu, İran ve Irak’ta hüküm süren ve merkezi Erciş olan Karakoyunlular’la merkezi Diyarbekir olan Akkoyunlular’ın egemenliği altına girdiler. Karakoyunlular’la uzun süre dostane ilişkiler kurduklarından, bölgede hâkimiyeti ele geçirmeye çalışan Akkoyunlular’ın büyük baskısıyla karşılaştılar. Karakoyunlular’ın, hizmetlerinde kullanmak amacıyla halkının ekserisi Kürtler’den meydana gelen 50.000 kişilik bir şehir oluşturdukları kaydedilmekle birlikte bu şehrin yeri bilinmemektedir. Diğer taraftan Kürtler’e karşı tavrı olumsuz olan Karakoyunlu Hükümdarı Sultan İskender (1420-1438) Timurlu Hükümdarı Şâhruh’un hâkimiyetini tanıyan Bitlis hâkimi Şemseddin ve Hakkâri Emîri Ahmed b. İzzeddin’i öldürtmüştü. Akkoyunlular 1432’de Mardin ve çevresine çok sayıda akın düzenleyerek Kürtler’in büyük kısmını itaat altına aldılar ve bu akınlarını 1438-1447 yılları arasında sürdürdüler. 1451’de Sultan Mirza Muhammed’in Horasan’a saldırısı esnasında ordusunda Kürt birliklerinin de bulunduğu zikredilmektedir. 1469’a gelindiğinde el-Cezîre’deki Kürt kaleleri Akkoyunlu hâkimiyetini kabul etmişti. Bununla birlikte Kürtler’in Akkoyunlu hâkimiyeti boyunca bölgede isyanlar çıkardığı görülür.
Akkoyunlu Devleti’nin 1514’te yıkılmasından sonra Osmanlı hâkimiyetine giren Kürtler Ortaçağ boyunca aşiretler konfederasyonu esasına dayalı idarî bir yapıya sahiptiler. Genelde dağlık bölgelerde yaşadılar, isyancı kimlikleriyle tanındılar ve yaşadıkları bölgede meydana gelen siyasî hadiselerde önemli roller oynadılar.
BİBLİYOGRAFYA
Polybius, The General History (trc. Mr. Hampton), London 1823, II, 56, 64.
Strabo, The Geography (nşr. H. C. Hamilton – W. Falconer), London 1854, II, 271.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 280.
Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân (nşr. Abdülkādir Muhammed Ali), Beyrut 2000, s. 186, 199, 228, 232.
Ebû Hanîfe ed-Dîneverî, el-Aḫbârü’ṭ-ṭıvâl (nşr. Ömer Fârûk et-Tabbâ‘), Beyrut 1995, s. 210-211, 400.
İbnü’l-Fakīh, Kitâbü’l-Büldân (nşr. Yûsuf el-Hâdî), Beyrut 1416/1996, s. 179.
İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 50.
Taberî, Târîḫ (nşr. Hasan Abdülmennân), Beyrut 2004, s. 700.
Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 88-91.
a.mlf., Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), II, 107.
İbn Hibbân, es̱-S̱iḳāt, V, 418.
İbn Havkal, Ṣûretü’l-arż, s. 314.
Makdisî, Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 281, 301, 313, 344.
İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem (nşr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 2003, V, 338.
Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), II, 205.
İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Mervânî Kürtleri Tarihi (trc. Mehmet Emin Bozarslan), İstanbul 1990, s. 72, 76.
Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, I, 138; II, 99; III, 71, 375; IV, 226, 450.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (nşr. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kādî), Beyrut 1987, IV, 588; VI, 472; VII, 128; VIII, 442.
a.mlf., Üsdü’l-ġābe, Beyrut, ts., I, 301.
İbn Hallikân, Vefeyât, III, 155.
Ebü’l-Ferec, Târih, I, 21, 230.
İmâdüddin el-İsfahânî, el-Fetḥu’l-ḳussî, Beyrut 2004, s. 231.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’atü’z-zamân fî târîhi’l-a‘yân’da Selçuklular (trc. Ali Sevim), Ankara 2011, s. 170.
Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî, Câmiʿu’t-tevârîḫ (trc. M. Sâdık Neş’et v.dğr.), Beyrut 1403/1983, II, 261.
Zeynüddin İbnü’l-Verdî, Tetimmetü’l-Muḫtaṣar fî aḫbâri’l-beşer, Beyrut 1417/1996, I, 71.
Müstevfî, Nüzhetü’l-ḳulûb (Strange), s. 107-108.
Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Hasan Abdülmennân), Amman 2004, I, 1087.
İbn Haldûn, el-ʿİber, Beyrut 2006, VII, 132.
R. G. de Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur (trc. Ömer Rıza Doğrul, s.nşr. Kâmil Doruk), İstanbul 1993, s. 115.
Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ (nşr. Muhammed Zeynühüm – Medîha eş-Şerkāvî), Kahire 1998, II, 395.
İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), I, 429.
Hasan-ı Rûmlû, Ahsenü’t-tevârîh (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 2006, s. 49, 186, 300.
Şeref Han, Şerefnâme: Kürt Tarihi (trc. Mehmet Emin Bozarslan [Arapça’dan Türkçe’ye]), İstanbul 1990, s. 17-19, 29-98.
M. Chamich, History of Armenia, Calcutta 1827, s. 310.
F. Hayton, Rhc-Documents Arméniens, Paris 1906, II, 127.
V. Minorsky, Studies in Caucasian History, London 1977, s. 5-25.
a.mlf, “Kürtler”, İA, VI, 1089-1103.
a.mlf. – Th. Bois, “Kurds, Kurdistān”, EI2 (İng.), V, 438-460.
Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 417.
a.mlf., “Eyyûbîler”, DİA, XII, 20.
G. le Strange, Büldânü’l-ḫilâfeti’ş-Şarḳıyye (trc. B. Fransis – K. Avvâd), Beyrut 1405/1985, s. 228.
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1998, s. 178.
Sunay Delilbaşı, Kürtlerin Etnik Kökenleriyle İlgili Teoriler (yüksek lisans tezi, 1998), MÜ Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü.
Abdurrahman Qasımlo, Kürtler ve Kürdistan (trc. İbrahim Bingöl), İstanbul 2009, s. 54.
Ahmed Abdülazîz Mahmûd, ʿAlâḳātü’l-Kürd bi’l-Ḫavâric ve’z-Zenc fi’l-ʿaṣri’l-Ümevî ve’l-ʿAbbâsî, Hevler 2010, s. 12.
Bletch Chirguh (Süreyyâ Bedirhan), el-Ḳażıyyetü’l-Kürdiyye mâżi’l-Kürd ve ḥâżıruhüm, Erbil 2011, s. 47.
M. Emîn Zekî, Meşâhîrü’l-Kürd ve Kürdistân fi’l-ʿahdi’l-İslâmî (nşr. Refîk Sâlih), Süleymaniye 2011, s. 386.
a.mlf., Kürtler ve Kürdistan Tarihi (trc. Vahdettin İnce v.dğr.), İstanbul 2012, s. 83.
Mükrimin Halil Yinanç, “Akkoyunlular”, İA, I, 259.
a.mlf., “Diyârbekir”, a.e., III, 611.
Faruk Sümer, “Kara-Koyunlular”, a.e., VI, 292.
Mustafa Kafalı, “Timur”, a.e., XII, 343.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#2-osmanli-donemi
2. Osmanlı Dönemi. Kürtler’in Osmanlı hâkimiyetine girmesi Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler’e karşı yapılan seferler sonrasında gerçekleşti. Safevîler’e yönelik bu seferler Osmanlı Devleti ve Kürt aşiretleri arasında bir ittifakın oluşmasını ve ardından bölgenin Osmanlı hâkimiyetine girmesini sağladı. XVI. yüzyılın hemen başında şahlığını ilân ederek bölgedeki hâkimiyet mücadelesine katılan Şah İsmâil Akkoyunlular’ın bölgedeki hâkimiyetine son verince Akkoyunlu baskısından kurtulan Kürt beyleri Şah İsmâil’e tâbi olarak etkinliklerini tekrar kazanmayı planladılar. Bu sebeple on iki Kürt emîri Şah İsmâil’e bağlılıklarını sunmak üzere Tebriz’e gitti. Ancak Şah İsmâil bunları tutuklatarak yerlerine kendi kumandanlarından Şiî yöneticiler tayin etti. Şah İsmâil’in bu siyaseti Kürt emirliklerini Osmanlılar’la ittifaka yöneltti. Hatta Şiîler’in bir kısmı Yavuz Sultan Selim’in Safevîler’e yönelik seferinin Kürtler’in çağrısı üzerine gerçekleştiğine inanıyordu. Trabzon’daki şehzadeliğinden beri Şah İsmâil’in faaliyetlerini takip eden Yavuz Sultan Selim batıya doğru ilerlemeyi amaçlayan Şah İsmâil’e karşı bölgedeki Sünnî Kürtler’i kendi yanına çekmeye yönelik bir siyaset izledi. 1514’te Çaldıran Savaşı’nda bir kısım Kürtler Osmanlı safında savaştı. Bölgedeki Safevî tehlikesinin devam ettiğini ve Kürt emîrlerinin Osmanlı safına çekilmesinin önemli olduğunu düşünen Yavuz Sultan Selim, Tebriz dönüşünde Kürt emîrlerini Osmanlılar’a katılmaya ikna etmek için İdrîs-i Bitlisî’yi görevlendirdi (bk. İDRÎS-i BİTLİSÎ).
İdrîs-i Bitlisî çalışmalarını öncelikle Urmi, Uşni, Diyarbekir ve Malatya taraflarında yoğunlaştırdı. Bradost Kürtleri ile görüşerek onları sultana biat etmeye ikna etti. Soran hâkimi Seyyid b. Şah Ali’yi hem Osmanlılar’a katılmaya hem de Safevîler’in elindeki Erbil’i geri almaya razı etti. İmâdiye Emîri Sultan Hüseyin’i de Osmanlı tarafına çekti. Bohtî beyleriyle görüşüp hem kendi topraklarını Safevîler’den geri almalarını hem de Musul’a kadar olan bölgeyi onlardan temizlemelerini sağladı. Hasankeyf, Siirt, Bitlis ve Hizan’a giderek Kürt emîrleri ve önde gelenleriyle müzakerelerde bulundu. Hasankeyf Emîri Melik Halîl Eyyûbî, Bitlis Emîri Şerefeddin, Hizan Emîri Dâvud, Sason Emîri Ali Bey, Nemran Emîri Abdül Bey ve İzzeddin Şîr Bey’in oğlu Emîr Abbas’ın da katıldığı bu toplantıda Kürtler’in önde gelenlerinden oluşan yirmi beş kişi Osmanlılar’a bağlılıklarını bildirdi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Safevî etkisine tam anlamıyla son vermek için yeni bir askerî harekâta girişildi. Çaldıran’da Safevîler’in Diyarbekir ve Kürdistan Valisi Ustaclu Muhammed Han’ın öldürülmesinin ardından Diyarbekir halkı Şiî yöneticileri uzaklaştırarak şehrin hâkimiyetini ele geçirdi. Şah İsmâil’in şehri geri almak için görevlendirdiği Kara Han’ın şehri kuşatması sırasında halk bölgedeki Kürt emîrlerinin de yardımıyla bir yıl dayandı. Yavuz Sultan Selim’in bölgenin fethi için serdar tayin ettiği Bıyıklı Mehmed Paşa’nın girişimleriyle Eylül 1515’te Diyarbekir Osmanlı yönetimine dahil edildi. Ardından Mardin’e sığınan Kara Han’ın Mayıs 1516’da Koçhisar yakınlarındaki Dedegarkın ovasında yapılan savaşta yenilgiye uğraması bölgenin tamamının alınmasının önünü açtı. Bitlisî’ye göre bu savaşta Kürt emîrleri Osmanlı ordusunun sol kanadında yer aldı. Kendi aralarında ittifak edemeyen ve her biri kendi başına hareket eden Kürtler’i bir araya getirmek için çok çabaladığını belirten Bitlisî, bununla birlikte Kürtler’in cansiperâne savaştığını kaydeder (bk. Genç, s. 163-167).
Safevîler’den büyük ölçüde temizlenmesinin ardından bölgede Osmanlı idaresini tesis etmeye çalışan Yavuz Sultan Selim, kendisine itaatlerini bildiren Kürt beylerine verilmek üzere İdrîs-i Bitlisî’ye, gerektiğinde bizzat doldurabileceği, nişân-ı şerif taşıyan boş hükümler göndererek bir anlamda yerel hânedanları tanıyacağını gösterdi. Öte yandan daha Diyarbekir alınmadan önce kendileriyle yapılan toplantıda, aralarında birlik sağlayamayacaklarını söyleyen Kürt emîrleri başlarına bir idarecinin tayin edilmesini istemişler ve muhtemelen bunun üzerine Bıyıklı Mehmed Paşa serdar sıfatıyla gönderilmişti. Diyarbekir’in alınmasından sonra yeni ele geçirilen bölgeler bir beylerbeyilik olarak örgütlendi. Bu yeni idarî bölge, tarafsız kalmayı seçen ya da Safevîler ile ittifaka devam eden Kelhûr, Erdelân, Bâbân, Şehrizor ve Mûkrî hariç bütün Kürt emirliklerinin hâkimiyet alanlarını içine alıyordu. Osmanlı Devleti kendi idaresini oluştururken bölgenin yerel siyasî yapısı ve tecrübesini dikkate aldı. Kürt emirlikleri, yerel hânedanlarca yönetilen ve kendi iç düzenlerini sürdüren aşiret konfederasyonları halindeydi. Hem askerî güç hem bürokratik yapı yerel kaynaklardan sağlanmaktaydı. Aşiret mollalarına kadı yetkisi verilerek kendi içlerinde bir yargı sistemi oluşturulmuştu. Mîr denilen hânedan ailesinin aşiretler üzerinde tam bir yetki sahibi olmadığı ve daha ziyade aşiretler arasındaki denetim ve dengeyi sağladığı emirlik yapısı, aşiret ile basit devlet yapısı arasındaki bir aşama özelliği gösteriyordu. Kürt emirliklerinde yerel hânedanlar içinde zamanla oluşan bir hiyerarşinin varlığından da bahsedilebilir. XVI. yüzyılın sonlarında Bitlis Emîri Şeref Han’ın (ö. 1012/1603-1604) kaleme aldığı eserde yaptığı tasnif hem Kürtler’in yerel hânedanları nasıl değerlendirdiğini hem de bu hiyerarşik yapıyı göstermesi açısından önemlidir (Şerefnâme, s. 11-16). Şeref Han’a göre o dönemde var olan Kürt emirlikleri iki gruba ayrılır. Birinci grup bağımsızlık ve saltanat ilânı derecesine ulaşmamakla birlikte tek başlarına sikke kestiren ve minberlerde kendi adlarına hutbe okutan büyük Kürdistan hükümdarlarıdır. Erdelân, Hakkâri (Şenbu), İmâdiye (Behdînân), Cezîre (Bohtan) ve Hasankeyf (Melikan) emirlikleri bu gruba girer. İkinci grup ise Şeref Han’ın, açıkça ifade etmese de, ilkinden daha alt seviyede gördüğü ve “Kürdistan’ın Diğer Hükümdarları/Beyleri” başlığı altında saydığı şu hânedanlardır: Çemişgezek (Mücenkürd, Pertek, Sakaman emirliklerinden oluşur), Mirdasi (Eğil, Palu, Çermik emirliklerinden oluşur), Hazzo (Sason), Hizan (Hizan, Müks, Isbayerd emirliklerinden oluşur) ve Kilis emîrleri ile Şirvan (Küfra, Eruh, Kurnê emirliklerinden oluşur), Zırkan (Derzini, Gırdıkan, Atak, Tercil emirliklerinden oluşur), Sıvıdi, Silvan (Kulp ve Batman Emirliği ile Meyyâfârikīn Emirliği’nden oluşur), Soran, Bâbân, Mûkrî, Bıradost (Uşni ve Somay emirliklerinden oluşur), Mahmudî, Dınbılî, Zerza, Istunî, Tasni, Kelhûr (Pılıngan, Derteng, Mâhideşt emirliklerinden oluşur), Bâne, Terza ve Goran emirlikleri (Siyah Mansûr, Çeğni, Zengine, Pazuki emirliklerinden oluşur).
Osmanlı idaresinin Kürtler’in geleneksel yönetim tarzına müdahalesi bu emirliklerin Safevîler’in safına geçmesine sebep olabilirdi. Öte yandan Osmanlı yönetimini kabul etmemek Kürtler için Safevî tehlikesine karşı savunmasız kalmak anlamına gelmekteydi. Bu durum bölgede bir yandan Osmanlı’nın klasik eyalet-sancak sisteminin, diğer yandan Kürt hânedanlarının varlıklarının devamını sağlayan “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” sancakları sisteminin uygulanmasına yol açtı. Bütün bunlar farklı idarî uygulamalara müsait bir anlayışa sahip olan merkezî devlet sistemi bünyesinde yer alıyordu. Yurtluk-ocaklık sancaklar ve hükümet sancaklar, başta Kanûnî Sultan Süleyman döneminde hazırlanan Kānunnâme-i Hümâyun olmak üzere sonraki birçok risâle ve kanunnâmede benzer şekillerde açıklanır. Meselâ XVII. yüzyılın başlarında Ayn Ali Efendi risâlesinde yurtluk-ocaklık ile hükümet sancaklar Kanûnî dönemindekine benzer şekilde yer alır. Bütün bu kaynaklarda yurtluk-ocaklık ve hükümet sancakların verilme sebebi Kürt emîrlerin fetih zamanındaki hizmet ve itaatlerine bağlanır. Hükümet sancaklar mülkiyet, yurtluk-ocaklık sancaklar ise arpalık ve sancak hassı yoluyla tevcih edilir. Hükümet sancaklarda tahrir yapılmaz, dolayısıyla timar ve zeâmet olmadığından gelirinin tamamı hânedana aittir. Yine bu sebeple hükümet sancaklarda merkezden tayin edilen idareci ve memurlar bulunmaz, kendilerine ait askerî güçleri vardır. Yurtluk-ocaklık sancaklarda ise tahrir yapılır, içlerinde timar ve zeâmet vardır. Her iki sistemde de emîrler kolayca görevden alınamaz. Ancak öldüklerinde veya hizmette kusurları görüldüğünde sancaklar hânedandan başka birine verilir. Emirlik hususunda hânedan içi anlaşmazlıklar çıkması durumunda Osmanlı yönetiminin tavrı belirleyici olur. Sefer zamanında bağlı bulundukları eyaletle birlikte hareket ederler (ayrıca bk. OCAKLIK; YURTLUK).
İlk idarî yapılanmada Diyarbekir eyaleti içinde yer alan, Kürt emirliklerine ait hükümet ve yurtluk-ocaklık sancaklar daha sonra yeni fetihlerle Van, Bağdat ve Şehrizor eyaletlerine bağlı olarak da teşkilâtlandırıldı. 1550-1551 kayıtlarını içine alan bir sancak tevcih defterinde “elviye-i tâbi-i mîrimîrân-ı vilâyet-i Diyârbekir” başlığı altında on yedi sancak sıralanır, ardından da buraya tâbi Kürt emirlikleri sekizi eyalet (Palu, İmâdiye, Hizan, Cizre, Sason, Çapakçur, Eğil, Zeriki), sekizi livâ olmak üzere kaydedilir. Bu tevcih defterinde hükümet sancaklar için eyalet, yurtluk-ocaklık sancaklar için de livâ terimi kullanılmıştır. XVI-XVIII. yüzyıllara ait sancak tevcih defterlerine göre bu dört eyaletteki hükümet ve yurtluk-ocaklık statüsündeki Kürt emirlikleri şunlardır: Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Diyarbekir eyaletine bağlı hükümet sancaklar Cizre, Eğil, Genç, Palu ve Hazzo idi. Diyarbekir’e bağlı Sağman, Kulp, Mihrani, Tercil, Atak, Pertek, Çapakçur ve Çermik ise yurtluk-ocaklık statüsünde sancaklardı. Aynı dönemde Bağdat ve Van eyaletlerinde yurtluk-ocaklık statüsünde sancak yoktu. Bağdat’a bağlı olan İmâdiye ile Van’a bağlı Bitlis, Hakkâri, Mahmudî ve Pünyanişi hükümet statüsünde sancaklardı. 1631-1632’de her üç eyaletteki hükümet sancaklarda bir değişiklik olmadığı gibi Bağdat’ta yine yurtluk-ocaklık statüsünde sancak bulunmuyordu. Ancak Diyarbekir ve Van’daki yurtluk-ocaklık sancakların sayısında artış oldu. Diyarbekir eyaletinde Kanûnî Sultan Süleyman dönemindeki yurtluk-ocaklık statüsündeki sancaklara daha sonra Mazgirt, Siirt, Görgil, Ahakis, Meyyâfârikīn ve Hemkerdan eklendi. Van eyaletinde ise Zerıki, Şırvî, Müküs, Keşabi Şıtak, Albak, Koturi Espayrit, Bargiri yurtluk-ocaklık statüsündeki sancaklar haline geldi. 1673-1740 yılları arasında Diyarbekir eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu, Genç; Bağdat’ta İmâdiye; Van’da Bitlis, Hizan, Hakkâri, Hoşap (Mahmudî) hükümet statüsündeki sancaklardır. Aynı tarihlerde yurtluk-ocaklık statüsündeki sancaklar ise şunlardır: Diyarbekir’de Zaçesne (Çernik), Çermik, Pertek, Kulp, Ağcakale, Dâsin, Mihrani; Şehrizor’da Hûdî, Zengenme, Koy, Çaan Gediği, Dulkıran; Van’da Kârkâr, Zeriki, Şırvî, Şıtak, Albak, Espayrit, Bargiri, Diyadin, Somay, Belican, Abagay.
Kürt emîrleri, teoride kendilerine geleneksel yönetimlerini büyük ölçüde devam ettirme imkânı veren bu idarî yapılanmaya rağmen, Osmanlı idarecileriyle sorun yaşadıklarında Safevîler’le iş birliği yapma fırsatını hep ellerinde tuttular. Özellikle XVI ve XVII. yüzyıllarda sürekli hale gelen Osmanlı-İran savaşları Kürt emirliklerinin bu fırsatı kullanma imkânını arttırdı. Bu durumun en belirgin örneklerinden biri, Osmanlı hâkimiyetinin ilk yıllarında aktif bir şekilde Osmanlı’nın yanında yer alan Bitlis Emîri Şeref Han’ın 1532’de Safevîler’e tâbi olmasıdır. Şeref Han’ın taraf değiştirmesinde, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Osmanlı Devleti’ne sığınan eski Azerbaycan beylerbeyi Şiî Ulama Han’a Bitlis ve çevresinin yönetimini vermesi ve Şah İsmâil’in ardından Safevî tahtına oturan Şah Tahmasb’ın, babasının aksine Kürt emîrleriyle iyi ilişkiler kurmasının da etkisi oldu. Buna rağmen XVI-XVII. yüzyıllar boyunca İran’la yapılan mücadelelerde bir yandan Bağdat, diğer yandan Tebriz ve Azerbaycan seferlerinin hemen hepsinde Kürt emirlikleri önemli rol oynadı. Bazan Osmanlı ordusu sefere çıkmadan onlar adına hareket edip Safevîler’e saldıran Kürt emirlikleri, bazan da katılmaları için gönderilen emirlere rağmen Osmanlı ordusuyla birlikte seferlere katılmıyordu. Meselâ Kelhûr emîri ve Musullu aşireti reisi Zülfikar Han 1530’da Osmanlılar adına Bağdat’ı Safevîler’den aldı ve Kanûnî Sultan Süleyman adına hutbe okuttu. Ancak kısa bir süre sonra Şah Tahmasb’ın gönderdiği ordu tarafından Zülfikar Han öldürüldü ve Bağdat tekrar Safevî hâkimiyetine geçti. 1606’da Nasuh Paşa’nın Bağdat seferi sırasında sefere katılmaları yönündeki “evâmir-i âlîlere” rağmen “Ekrâd beyleri” sefere iştirak etmedi. Osmanlı ordusuyla birlikte seferlere katılma konusundaki farklı tavırları Kürt emîrlerinin kendilerine has bir siyaset izlediklerini göstermektedir. Bu siyaset bazan emirliğin iç ilişkilerine, bazan da bölgede görevlendirilen Osmanlı paşası ile ilişkilerine bağlı olarak değişebiliyordu. Buna rağmen Kürtler 1639 anlaşmasına kadar Osmanlı-Safevî savaşlarında her iki tarafın, fakat daha çok Osmanlılar’ın destekçisi durumundaydı. Kanunnâmelerdeki esaslara rağmen uygulamada yurtluk-ocaklık ve hükümet sancak statülerinde yapılan değişiklikler, devletle Kürt emîrleri arasındaki ilişkilerin siyasî duruma göre farklılaşabildiğini gösterir. Bu değişiklikler sık sık yeni itaat ve hil‘at giydirme törenleri yapılmasına sebep oluyordu. Bazan Kürt emîrleri beylerbeyi veya vezirlerle çatışma içine girebiliyordu. Meselâ Kürt emîrlerinin tek tuğ çekmesi âdet iken 1629’da Hazzo Emîri Mîr Muhammed’in vezirlere has üç tuğ çekip Diyarbekir beylerbeyi ile eşit olduğunu îmâ etmesi Diyarbekir Beylerbeyi Halıcızâde Mustafa ile sorun yaşamasına yol açmıştı.
1632’de Aziz Efendi tarafından hazırlanan ve IV. Murad’a sunulan bir risâlede Kürt emîrlerinin sorunları için özel bir başlık açılmıştı. “Ümerâ-yi Ekrâd’ın Kuvvet ü Kudretleri (ve) Zamanında Vukūa Gelen Hizmetleri Beyanındadır” başlıklı bu bölümde, Safevîler’e karşı büyük çoğunluğu Osmanlılar yanında yer alan Kürt beylerinin yaşadıkları bölgelerde Osmanlı valileri tarafından düşürüldükleri kötü durumlar ve karşılaştıkları sorunlar anlatılarak çözüm önerileri dile getirilir. Aziz Efendi, İran üzerine yapılan seferlerde Kürdistan beylerinin kuvvet ve kudretinden dolayı vezîriâzam, Rumeli beylerbeyi ve yeniçeri ağasına gerek duyulmadığını, Kürt emîrlerinin Osmanlı padişahına tâbi olmayı “vâcip” ya da “farz-ı ayın” olarak gördüklerini ve bu sebeple 50-60.000 askerle seferlere iştirak ettiklerini kaydeder. Buna rağmen merkezden tayin edilen yöneticilerin Kürt emîrlerine yönelik olumsuz tavırlarının onların bağlılıklarını azalttığından şikâyet eder. Kanunlar gereği “azl ve nasb” edilemeyen Kürt emîrlerinin beylerbeyiler tarafından haksız yere görevden alınmalarından da yakınan Aziz Efendi’ye göre, Kürt emîrlerinin toprakları daha fazla vergi almak amacıyla beylerbeyiler tarafından başkalarına verilmekteydi ve topraklarının elinden alınmasını istemeyen bazı emîrler daha fazla vergi ödeyebilmek için borçlanmak zorunda kalmış ve fakirleşmişti. Bu sebeple daha önceleri 60.000 askerle savaşlara katılan Kürt emîrleri, 1630-1631 Hemedan ve Dergezîn seferinde 600-700 asker dahi çıkaramamışlardı.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında Evliya Çelebi’nin Diyarbekir ve Van eyaletleriyle Kürt emirlikleri hakkında verdiği bilgiler, önceki asra ait resmî belgeler gibi yurtluk-ocaklık ve hükümet statülerinin devam ettiğini göstermekle birlikte merkezin bunlara müdahalesinin vâki olduğunu da ortaya koyar. Meselâ bu tarihlerde Palu gibi bazı hükümet sancaklarda tahrir yapılıyordu. Bitlis Emirliği de merkezî idareye bağlı hale gelmişti. Bitlis Emîri Abdal Han’ın etkin olma çabalarına karşı Van Beylerbeyi Melek Ahmed Paşa Bitlis’e sefer düzenlemiş, Abdal Han emirlikten alınmış, fakat yerine oğlu getirilerek kanunlara muhalif hareket edilmemişti. XVIII. yüzyılda bir yandan kendi aralarında yaşanan iç çekişmeler, öte yandan Osmanlı-İran savaşlarındaki yoğunluğun azalmasına bağlı olarak kendilerine duyulan ihtiyacın azalması Kürt emirlikleri açısından bazı değişikliklere yol açtı. Osmanlı yönetimi yeni idarî anlayışı gereği diğer bölgelerde yaptığı gibi emirliklerin statülerini yeniden düzenledi ve merkezî yönetimin denetimini arttırdı. XIX. yüzyıla gelinceye kadar emirliklerin önemli bir kısmı ortadan kaldırılmış olmasına rağmen Bâbân Emirliği, Soran Emirliği, Behdînân Emirliği, Hakkâri Emirliği ve merkezi Cizre olan Bohtan Emirliği yüzyılın başlarında Osmanlı idarî sistemi içinde yerlerini korudu. Bununla birlikte Kürt emirlikleri III. Selim ve II. Mahmud devirlerindeki merkezîleşme sürecinde otoritelerini büyük ölçüde kaybettiler.
Tanzimat döneminde taşra idaresinde yapılan yeni düzenlemeler Kürt emirliklerini de etkiledi. 1821’de Hükûmet-i Cezîre’nin (Bohtan Emirliği) başına geçen Bedirhan Bey bir yandan emirliğindeki düzeni sağlayarak, diğer yandan bölgede mevcut iki önemli emîr olan Hakkâri Mîri Nûrullah Bey ve Müküslü Mahmud Han ile ittifak kurarak etkinliğini arttırmaya çalışıyordu. Bohtan Emirliği’nin idarecisi olarak Diyarbekir eyaletine vergi ödeyen Bedirhan Bey’in merkezî otorite nezdindeki resmî statüsüne dair belgelerde “Cizre ve Bohtan mütesellimi” ve “Miralay” şeklinde iki ayrı sıfat kullanılmaktadır. Bedirhan Bey’e verilen bu unvanlar Cezîre’nin artık imtiyazlı statüye sahip bir hükümet olmadığını düşündürse de aslında çelişki II. Mahmud tarafından uygulanmaya çalışılan merkeziyetçi anlayışın tedrîcî şekilde hayata geçirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bedirhan Bey, 1839’da Osmanlı ordusunun Nizip’te Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın orduları karşısında aldığı yenilgiden sonra diğer bütün yerel güçler gibi daha rahat hareket etmeye başladı; Diyarbekir, Musul ve İran sınırları arasında kalan bölgeye askerî garnizonlar aracılığı ile hâkim oldu. Bedirhan Bey bölgede gücünü arttırmaya çalışırken merkezin emriyle Cizre 1842’de Musul eyaletine bağlandı. Yerel yöneticilere karşı sertliği ile tanınan Musul Valisi Mehmed Paşa’nın emrine girmeyi reddeden Bedirhan Bey ile Musul valisi arasında, Diyarbekir ve Erzurum valileriyle Hakkâri Emîri Nûrullah, Müküs Emîri Mahmud Han ve İmâdiye Emîri İsmâil’in de taraf olduğu bir çatışma yaşandı. İstanbul ile yapılan uzun yazışmalar sonrasında bölgede bir kargaşaya yer vermemek amacıyla Bedirhan Bey’in talebi kabul edildi ve Cizre tekrar Diyarbekir eyaletine bağlandı. Bu dönemde misyonerlerin desteklediği Nestûrîler’e yönelik seferleri sebebiyle Avrupa devletleri Bedirhan Bey’i İstanbul’a şikâyet ettiler. Musul valisiyle arasındaki sıkıntıların hemen ardından böyle bir olaya sebep olduğu için Bedirhan Bey üzerine bir sefer düzenlendi. Bir süre direnen Bedirhan Bey, 29 Temmuz 1847’de sarrafı Tomas Anton ile gönderdiği mektupta dile getirdiği “kendisiyle birlikte iyâl ve evlâd ü taallukātına re’y ve eman verilmesi” şartıyla teslim oldu.
Bedirhan Bey isyanı bastırılıp bölgedeki Kürt emirliklerine son verilmesinin ardından Anadolu Ordusu Müşiri Osman Paşa merkezî hâkimiyetin sağlanması için bölgede özel ve bağımsız bir eyaletin teşkilini teklif etti. Osman Paşa’ya göre Diyarbekir eyaleti, Van, Muş ve Hakkâri sancakları ile Cizre, Bohtan ve Mardin kazaları birleştirilip “dirayetli ve vukuflu bir zat” vali tayin edilirse merkezî hâkimiyeti sağlamak mümkün olurdu. Osman Paşa’nın teklifi görüşülerek uygun bulundu ve bölgede Kürdistan adıyla yeni bir eyalet kuruldu. Böylece Osmanlılar’ın bölgeye hâkim olduğu ilk yıllardan itibaren kullandığı, Kürt emirliklerinin ve aşiretlerinin bulunduğu yerleri ifade eden Kürdistan, ilk defa resmen Osmanlı idarî taksimatında bir eyalet ismi haline gelmiş oldu. Kürdistan coğrafî bir tabir olarak sık kullanılmakla birlikte tarihin hiçbir döneminde sınırları belli, homojen etnik yapıya sahip bağımsız bir siyasî yapılanmanın adı olmamıştı. Emirliklerin imtiyazlarına son verip merkezî otoriteyi tesis etmek amacıyla 1847’de kurulan Kürdistan eyaleti 1867’de tekrar Diyarbekir eyaletine dönüştürüldü.
Kürt emirliklerinin ortadan kalkması Kürt aşiretlerinin bağımsız hareket etme eğilimini arttırarak bölgede “aşiretler zamanı” adı verilen bir dönemin yaşanmasına yol açtı. Emirliklere son verilmesine rağmen merkezî otorite tesis edilemediğinden aşiretler bölge hâkimiyeti için hem kendi aralarında hem de merkezî güçlerle çatıştılar. Bu karışıklıkların yanı sıra XIX. yüzyılda bölgede etkili olmaya başlayan Rusya’nın bu etkinliğini sürekli kılmak için Ermeniler ve Kürtler’le irtibat kurması Osmanlı Devleti’ni Kürt aşiretleriyle ilgili yeni politikalar uygulamaya zorladı. II. Abdülhamid döneminde Kürtler’le merkezî yönetim arasındaki iş birliği geliştirildi. Hakkâri’deki aşiretlerin reisi olan Şeyh Ubeydullah’a, özellikle İran’la yaptığı mücadeleler sebebiyle II. Abdülhamid tarafından önceki emirliklerin sahip olduğu düzeyde haklar verilmesi bu iş birliğinin ilk örneği sayılabilir. Ancak Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçi refleksleri ve Şeyh Ubeydullah’ın imtiyazlara alışkın emirlik tavrı dolayısıyla uzun ömürlü olamayan bu iş birliği politikasının bir diğer yansıması II. Abdülhamid döneminde kurulan Hamidiye Alayları’dır. Tanzimat süresince doğu eyaletlerinde merkezî otoriteyi kurmaya çalışan Osmanlı Devleti bunu başaramadığı gibi artık bölge Rus ve İngiliz çıkarlarının çakıştığı bir saha olarak uluslararası emperyalizmin entrika alanlarından biri haline gelmişti. Ermeniler bu entrikaların yerel ayağını oluşturuyordu. Ancak bölgede sadece Ermeniler’e dayanarak çok önemli bir güç elde edilemeyeceğinin farkında olan bu iki devletin yeni ilgi alanlarından biri de Kürtler’di. Kürtler’e yönelik bu uluslararası politikalar karşısında II. Abdülhamid’in attığı önemli adımlardan biri Hamidiye Alayları’nı kurmak oldu. 1891’de ilk nizamnâmesi hazırlanarak Kürt aşiretlerinden teşkil edilen Hamidiye Alayları etkisini kısa zamanda gösterdi ve II. Abdülhamid’i “Kürtler’in babası” (bavê Kurdan) olarak adlandıran aşiretler sultanın imparatorluktaki en sadık müttefikleri haline geldi. Özellikle alayların teşkilinde önemli rol oynayan Millî aşireti reisi İbrâhim Paşa, Hamidiye Alayları sayesinde bir Kürt emîri gibi davranmaya başladı. Öyle ki Millî aşireti mensuplarınca yazılan kaynaklarda, Hamidiye Alayları umum kumandanı olan İbrâhim Paşa’dan “emîr-i ümerâ-yi Kürdistan” diye bahsedilmektedir. II. Meşrutiyet’in ilân edilmesinin ardından İbrâhim Paşa, İttihat ve Terakkî tarafından suçlu ilân edildi ve yakalanmamak için kaçarken öldü. Bu dönemde Hamidiye Alayları lağvedilmese de merkezî orduya bağlanarak imtiyazlarına son verildi.
Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde eski emirliklerin hânedan üyeleri, müderrisler, mutasavvıflar, üst düzey Osmanlı bürokratları ve entelektüellerin İstanbul’da oluşturduğu Kürdistan Teâvün ve Terakkî Cemiyeti, Kürdistan Teâlî Cemiyeti gibi örgütlenmelerle Kürtler kendi varlıklarını sürdürmeye ve değişime ayak uydurmaya çalıştılar. Anadolu’da işgallerin başlamasının ardından Kürtler’in büyük bir çoğunluğu işgallere karşı mücadeleye katıldı.
BİBLİYOGRAFYA
BA, Ayniyat Defteri, nr. 609.
BA, İ.MSM (İrade-Mesâil-i Mühimme), nr. 1225/7; nr. 1225/25; nr. 1225/46; nr. 1310/5.
BA, A.MKT.MHM, nr. 2/71.
Ebû Bekr-i Tihrânî, Kitab-ı Diyarbekriyye (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 2001, s. 49, 51.
İdrîs-i Bitlisî, Selimşahnâme (trc. Hicabi Kırlangıç), Ankara 2001, s. 237-239, 261, 279.
Hasan-ı Rûmlû, Ahsenü’t-tevârîh (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 2006, s. 48, 50.
Feridun Bey, Münşeât, I, 419-420.
Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, İstanbul 1280, II, 264, 265-268.
Şeref Han, Şerefnâme: Kürt Tarihi (trc. Mehmet Emin Bozarslan [Arapça’dan Türkçe’ye]), İstanbul 2009, s. 11-16, 102, 313.
Ayn Ali, Kavânîn-i Âl-i Osmân, s. 29-30.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IV, 200-230.
Kanûnnâme-i Sultânî li-Azîz Efendi (nşr. ve trc. R. Murphey), Harvard 1985, s. 36.
Naîmâ, Târih (haz. Mehmet İpşirli), Ankara 2007, I, 323; II, 521-832.
Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1982, s. 30.
a.mlf., “Kürtler”, BTTD, sy. 11 (1968), s. 49.
Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara 1991, s. 29.
B. Nikitin, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihî İnceleme (trc. Hüseyin Demirhan – Cemal Süreya), İstanbul 1991, s. 56.
Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (haz. Şevket Beysanoğlu), İstanbul 1992, s. 35.
Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1992, IV, 463.
Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi (haz. Midhat Sertoğlu), İstanbul 1992, s. 32.
Celilê Celil, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler (trc. Mehmet Demir), Ankara 1992, s. 51.
Halfin, XIX. Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler, İstanbul 1992, s. 50-51.
D. McDowall, A Modern History of the Kurds, New York 1996, s. 53-54.
W. Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi-Kökenleri ve Gelişimi (trc. İsmail Çekem – Alper Duman), İstanbul 1999, s. 103-120.
M. van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet (trc. Banu Yalkut), İstanbul 2003, s. 200.
Eyüp Kıran, Kürt Milan Aşiret Konfederasyonu, İstanbul 2003, s. 169.
Hakan Özoğlu, Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, İstanbul 2009, s. 67-68.
Muhammed Ali Beg, Emîrü ümerâʾi Kürdistân (nşr. Abdülfettâh Ali el-Botanî – Ali Sâlih el-Mîrânî), Erbil 2009.
Feridun M. Emecen, Zamanın İskenderi, Şarkın Fâtihi: Yavuz Sultan Selim, İstanbul 2010, s. 159-170, 179-186.
a.mlf. – İlhan Şahin, “Osmanlı Taşra Teşkilâtının Kaynaklarından: 957-958 (1550-1551) Tarihli Sancak Tevcîh Defteri”, TTK Belgeler, XIX/23 (1999), s. 80-87.
M. Emîn Zekî Beg, Kürtler ve Kürdistan Tarihi (trc. Vahdettin İnce v.dğr.), İstanbul 2010, s. 157-161, 170-172.
Orhan Kılıç, “Ocaklık Sancakların Osmanlı Hukukunda ve İdari Tatbikattaki Yeri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, XI/1, Elazığ 2011, s. 257-274.
Vural Genç, “İdris-i Bidlîsî’nin II. Beyazıt ve I. Selim’e Mektupları”, Osmanlı Araştırmaları, XLVII, [2016], s. 163-167.
V. Minorsky, “Kürtler”, İA, VI, 1106.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#3-osmanli-sonrasi
3. Osmanlı Sonrası. Türkiye. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti açısından mağlûbiyetle sonuçlanması ve devletin dağılma ihtimalinin ortaya çıkması Kürtler arasında da gelecek kaygısı yaşanmasına yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson tarafından 1918 başında ilân edilen ve barış görüşmelerinde etkileri olan Wilson Prensipleri’nin “Osmanlı Devleti tebaasından Türk olmayan milliyetlere (nationalities) muhtar gelişme imkânları verilmesini” öngören 12. maddesi, aynı yıl kurulan Kürdistan Teâlî Cemiyeti gibi siyasî oluşumlar etrafında bir araya gelen Kürt aydınları ve önde gelenleri arasında özerklikten bağımsızlığa kadar çeşitlilik gösteren bazı arayışlara sebep oldu. Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizler’in Musul’u, Fransızlar’ın Suriye’yi işgal etmesi ve bu iki devletin uluslararası bazı antlaşmalar yoluyla bu bölgelerde kazanımlar elde etmesi sonucu Osmanlı Kürtleri daha önce var olan coğrafî ve idarî bütünlüklerini fiilen kaybettiler ve siyasî bir karmaşa ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere dönemin güçlü devletlerinin bölgede yaşayan farklı etnik grupları kendi çıkarları doğrultusunda birbirleri aleyhine kışkırtmaları bu karmaşayı daha da arttırdı. Bu süreçte farklı etnik ve dinî unsurlardan oluşan Osmanlı Devleti’nin yıkılması, ulus-devlet temeline dayalı Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş süreci ve müteakip gelişmeler Anadolu’da yaşayan bütün topluluklar gibi Kürtler açısından da kalıcı etkileri olan önemli sonuçlar doğurdu.
Osmanlı’nın son yıllarında, yaşadıkları bölgenin geleceğine dair büyük devletlerce izlenen politikalar Kürtler’in büyük çoğunluğunun tepkisiyle karşılaştı. Paris Barış Konferansı’nın devam ettiği günlerde bağımsız bir Kürdistan için lobi yapan Şerif Paşa’nın girişimleri başta Said Nursi olmak üzere Kürt âlimleri, ileri gelenleri, bölge ahalisi ve onların Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM) temsilcileri tarafından reddedildi. Aynı dönemde çeşitli Kürt aşiretleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Kürtler’i Türkler’den ayırmaya yönelik girişimleri kabul etmediklerini bildiren ve Türkler’le Kürtler’in etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturduklarını ifade eden çok sayıda telgraf gönderdiler. Kürtler yaşadıkları bölgenin kuzey kısımlarında bağımsız bir Ermenistan Devleti’nin kurulması karşılığında kendilerine de bu bölgenin güney kesimlerinde muhtariyet verilmesini öngören Sevr Antlaşması’nı tanımadıklarını ifade ettiler. İtilaf devletlerinin politikalarına karşı Türkler’le birlikte ortak yurt kabul ettikleri Anadolu’yu savunmak üzere Millî Mücadele’ye aktif destek verdiler. Bu yıllarda Millî (1920) ve Koçgiri (1921) gibi Kürt aşiretleri isyan ettiyse de bu isyanlar geniş destek bulmadı. Bu süreçte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de Kürtler’le Türkler’in yapışık ikizler gibi kardeş oldukları şeklinde konuşmalar yapıldı. Mîsâk-ı Millî sınırları içindeki bütün Osmanlı-İslâm unsurlarının birliğini ve ortak bağımsızlığını savunan Millî Mücadele önderleri de Türkler’in diğer müslüman unsurların yanı sıra Kürtler’le ayrılmaz bir bütün olduğunu vurguladılar. Öte yandan hem Millî Mücadele önderleri hem de yerel Kürt ileri gelenleri İngiltere’nin kısmî desteğini almış olan Kürt bağımsızlıkçılarının Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmında bir Kürt devleti kurulması yönündeki teşebbüslerine karşı mücadele ettiler. 15 Eylül 1919’da Türk ve Kürt’ün birbirinden ayrılmaz öz kardeş olarak yaşayacaklarını ve ortak düşmanlarına karşı demirden bir kale halinde kalacaklarını belirten Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de yaptığı konuşmada da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni teşkil eden kimselerin sadece Türk, Çerkez, Kürt ya da Laz değil hepsinden mürekkep İslâm unsurları olduğunu (T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, s. 165; ayrıca bk. Şimşir, s. 574 ), dolayısıyla her birinin farklı etnik kökenlerden oluşan aynı milletin bölünmez parçalarını teşkil ettiğini dile getirdi. Ayrıca Millî Mücadele’nin anayasası olarak kabul edilen 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun 11. maddesinin vilâyetlere muhtariyet tanıması da bu yönde beklenti içinde olan Kürtler’in çoğunun taleplerine uygun düşüyordu. Netice olarak bu dönemde vatan, mukaddesat ve hilâfet gibi müşterek değerlerin kurtarılmasının hedeflenmesi, Kürt varlığının inkâr edilmemesi ve vilâyetlere muhtariyet öngörülmesi Kürtler’in büyük çoğunluğunun Kürt bağımsızlıkçılarına değil de Millî Mücadele’ye ve yeni oluşan siyasî yapılanmaya katılımlarını kolaylaştırdı.
Cumhuriyet’in ilânından hemen sonra hilâfetin ilgası (1924) ve diğer devrimlerle birlikte yeni yönetim biçiminde laik bir yaklaşım esas alınırken aynı zamanda ulus-devlet modeli benimsendi. Bu süreçte millet, vatandaşlık, etnik menşe ve azınlık gibi kavramlar yeniden ele alındı. Türk kavramını bir üst kimlik olarak tarif eden 1924 anayasasına, “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” ibaresi konuldu (md. 84). Bu ibarenin etnik bir kimlikten ziyade vatandaşlık tanımı çerçevesinde temsilî üst kimliği tanımladığı kabul edilse de bu tanımlamanın müteakip dönemdeki kimlik tartışmalarında etkili olduğu gözlemlenmektedir. Türkiye tarafından sadece gayri müslim vatandaşların azınlık statüsünde sayılacağı, Kürtler de dahil olmak üzere Türk olmayan müslüman unsurların azınlık olarak kabul edilmeyeceği ve bunların Türk milletinin bir parçası olduğu tezinin savunulduğu Lozan’da, İsmet Paşa’nın Encyclopaedia Britannica’yı da kaynak göstererek Kürtler’in Turanî kavimlerden olduğunu iddia etmesi (Şimşir, s. 498), Kürt kimliğine yönelik yeni resmî yaklaşımı ve müteakip politikaların seyrini göstermesi açısından önemlidir. Resmî söylemlerdeki ve uygulamalardaki bu yeni yaklaşımla birlikte bazı görüşlere göre Cumhuriyet döneminde Kürt meselesi olarak anılan sorunu besleyen önemli dinamiklerden birisi devreye girdi. Zira Kürt meselesi arka planında iktisadî, sosyolojik, siyasî ve psikolojik birçok sebep olmakla birlikte, temelde Cumhuriyet’in homojen bir ulus meydana getirme çabasıyla ilişkilendirilmektedir (Yayman, s. 27-28). Bakış açısı, yaklaşım ve çözüm önerileri arasındaki farklılığa bağlı olarak “Kürt meselesi”, “Kürtçülük meselesi”, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu meselesi”, “geri kalmışlık meselesi” vb. farklı adlandırmalarla ele alınan bu mesele Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinin önemli gündem başlıkları ve sıcak tartışma konuları arasında yerini aldı.
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yaşanan bu gelişmeler Kürtler arasında farklı tepkilere yol açtı. Benimsenen ulus-devlet anlayışına, dinî alanla ilgili olarak öne çıkan bazı devrim ve değişimlere ve Musul’un Irak’a bırakılmasına karşı çıkan bazı Kürt liderlerinin faaliyetleri bu çerçevede zikredilebilir. 1923’te Cibranlı Halit, Bitlisli Yûsuf Ziyâ Bey gibi isimler tarafından dar bir kadro etrafında Kürdistan İstiklâl Komitesi adıyla bir örgüt kuruldu. Kısaca Âzâdî olarak tanınan ve bağımsızlığı hedefleyen bu örgüte farklı siyasî ve sosyal güdülerle hareket eden birçok Kürt ileri geleni katıldı. Bunlar arasında dinî hassasiyetleri olan bazı Kürt liderler, 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden tasfiye edilen ikinci gruba mensup Kürt mebusları, aşiret reisleri, Osmanlı ordusunda ve bürokrasi içinde önde gelen Kürt kökenli bazı kimseler bulunuyordu. Âzâdî sonraki yıllar için büyük bir ayaklanma planlamaktayken, kendiliğinden gelişen olaylar neticesinde 13 Şubat 1925’te Şeyh Said isyanı patlak verdi. Şeyh Said’in Cumhuriyet döneminin bazı politika ve uygulamalarına muhalif olduğu bilinmekle birlikte Âzâdî örgütüyle ilişkisi, kendisinin adıyla anılan bu isyanın sebepleri ve nasıl geliştiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür (bk. ŞEYH SAİD). Şeyh Said isyanının ardından diğer sebeplerin yanı sıra yeni kurulan devletin merkezîleştirme uygulamalarının da etkisiyle farklı bölgelerde yirmiye yakın Kürt ayaklanması meydana geldi. Ağrı dağı isyanı (1926-1930) başta olmak üzere bu ayaklanmaların önemli bir kısmı Âzâdî ve daha sonra kurulan Hoybûn örgütleri tarafından çıkarıldı. 1937-1938’de Dersim Kürtleri’nin Seyyid Rızâ liderliğinde başlattığı isyanın sert bir şekilde bastırılmasıyla Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’ndeki kitlesel Kürt isyanları sona erdi.
Irak Kürtleri’nin siyasî hareketlerinde büyük rol oynayan Barzanî ailesi mensuplarından Molla Mustafa Barzânî’nin 1958’de Rusya’dan Irak’a dönmesi ve Kerkük’teki bazı olaylarda 100 kadar Türkmen’in öldürülmesi üzerine Irak’ta yaşanan gelişmeler sonrasında, Türkiye’de Kürt kökenli bazı üniversite öğrencileri (49’lar olayı) ve aşiret liderlerinin tutuklanmasıyla sonuçlanan hareketlenmeler yaşandı. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren daha ziyade dinî ve geleneksel argümanlara dayanan Kürt hareketleri 1960’lı yıllarda sol ve sosyalist akımların etkisinde kalan ve etno-seküler diye nitelendirilebilecek bir yapıya dönüştü. Bu dönüşüm 1978’de PKK olarak bilinen Kürdistan İşçi Partisi’nin ortaya çıkmasıyla hızlanacak ve mevcut sol-etnik-seküler söyleme bağımsızlık düşüncesinin eklenmesiyle ileride ayrılıkçı bir karaktere bürünecektir (bk. Yayman, s. 28).
27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönemde doğunun geri kalmışlığını dile getiren Doğuculuk akımı etrafında örgütlenen bazı sosyalist Kürt grupları ile Molla Mustafa Barzânî’ye yakın olan Kürtler legal ve illegal siyasal oluşumlar içine girdiler. Bu oluşumların öncülüğünde 1965-1967 yıllarında doğunun sorunlarına dikkat çekmek amacıyla doğu mitingleri düzenlendi. 1969-1971 yıllarında birçok ilde Cumhuriyet döneminin ilk yasal Kürt derneği olarak kabul edilen Devrimci Doğu Kültür Ocakları kuruldu. 12 Mart 1971 darbesiyle kapatılan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın yerine 1975-1977’de Devrimci Doğu Kültür Dernekleri teşkil edildi. Bunlar da 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle kapatıldı. Türkiye İşçi Partisi’nden gelen diğer bir grup 1974’te Kemal Burkay liderliğinde illegal Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’ni (TKSP; Partiya Sosyalîst a Kurdistana Tirkîyê [PSKT]) kurdu.
1970’lerin başlarında Dev-Genç çevresindeki öğrenciler arasında Abdullah Öcalan etrafında küçük bir grup teşekkül etmeye başladı. Başlarda “Apocular” olarak anılan grup 1978’de Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan [PKK]) adıyla illegal bir örgüt olarak kuruluşunu ilân etti. Marksist-Leninist ideolojiye dayanan ve ayrılıkçı hedeflere yönelen, Kürt kökenliler dışında farklı etnik unsurları da bünyesinde barındıran ve Ermeni terör örgütü ASALA gibi çeşitli uluslararası terör örgütleriyle irtibatı olan PKK, asker sivil ayırımı gözetmeksizin baskı, tedhiş ve şiddet kullanmayı yöntem olarak benimsedi. Bu yöntemi stratejik bir araç olarak kullanan örgüt Kürtler arasında kendisine muhalif olan unsurları ortadan kaldırdı. Gerçekleştirdiği silâhlı terör eylemleriyle kısa bir süre sonra bazı bölgelerde etkinlik kazanan örgüt 12 Eylül 1980 darbesinden önce liderlerini ve bazı önemli elemanlarını yurt dışına çıkardı ve darbeyi en az zararla atlatan grup oldu. Türkiye’de faaliyet gösteren bütün siyasî partilerin ve sivil toplum örgütlerinin tamamına yakınının kapatıldığı darbe döneminde tasfiye edilen Kürt örgütleri 1980’lerin ortalarında tekrar toparlanmaya çalıştıysa da uluslararası bir terör örgütü niteliği taşıyan PKK dışındakiler dar kadro örgütleri olarak kaldı. Türkçe dışındaki anadillerin, dolayısıyla Kürtçe’nin de yasaklandığı, hatta Kürtçe diye bir dilin bulunmadığı ve Kürtler’in aslında Türk olduğu yönündeki söylemin yaygınlaştığı, başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere cezaevlerinde menfî şartların ve uygulamaların arttığı bu dönemde, silâhlı çatışma ve terör yanlısı olan PKK cezaevlerindeki birçok siyasî mahkûmu etkisi altına aldı. Lübnan’da ve Suriye’de hazırlıklarını tamamlayan örgüt 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de güvenlik güçlerine yönelik ilk büyük ölçekli terör saldırılarını gerçekleştirdi. Bugüne kadar Türkiye’de 40.000’den fazla can kaybına yol açan ve ekonomiye uzun vadeli ciddi zararlar veren PKK, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ülkeleri, Kanada, Avustralya, Japonya, İran gibi birçok devletin terör örgütleri listesinde yer almaktadır.
1980’den sonra Kürt siyaset sahnesine İslâmcı olarak nitelenen örgütler de dahil oldu. 1960-1970’lerde Molla Mustafa Barzânî’yi destekleyen medrese çevrelerinde İran İslâm Devrimi (1979) yeni bir hareketlenmeye yol açtı. Devrimin ilk dönemlerinde kurulan temaslar mezhep uyuşmazlığı sebebiyle kısa süre içerisinde büyük oranda koptu. 1980’lerin ortalarında Diyarbakır başta olmak üzere birçok ilde kitabevleri çevresinde oluşan bazı gruplar zamanla örgütsel bir nitelik kazandı. Diyarbakır’daki İlim ve Menzil kitabevleri etrafında kümelenen gruplar İran’la teorik veya fiilî bağlarını korurken Vahdet Kitabevi çevresi Müslüman Kardeşler düşüncesini benimsedi. Dinî hayatın önde gelen diğer bazı simaları da örgütsel olarak değilse de bir siyasî çizgi olarak Molla Mustafa Barzânî’nin şahsında temsilini bulan muhafazakâr sağ Kürt milliyetçiliği çizgisinde kalmaya devam ederken, bazıları Necmettin Erbakan liderliğindeki Millî Görüş geleneğinde yer aldı. Bu yapıların dışında kalan pek çok dindar çevre ise bağımsız Kürt milliyetçisi veya İslâmcı olarak faaliyetlerini sürdürdü. Ayrıca Risâle-i Nur hareketi içerisinde yer alan Med-Zehrâ ve Zehrâ grupları da aynı yıllarda Kürt kimliğini öne alan çalışmalara yöneldi. İlim Kitabevi çevresinde Hüseyin Velioğlu liderliğinde örgütlenen grup daha sonra kamuoyunda Kürt Hizbullahı diye tanındı ve PKK’nın yanı sıra İslâmcı gruplar dahil bölgedeki diğer belli başlı örgütlerle silâhlı çatışmalara girdi (Şentürk, s. 589-612).
1988 yazında Irak hükümetinin katliamlarından kaçan 80-100.000 Kürt Türkiye’ye sığındı. Ardından 1991 baharında Irak Kürtleri ve Şiîleri’nin başlattığı isyanların bastırılmasıyla 800.000 Kürt İran’a, 400-500.000 Kürt de Türkiye’ye geldi. Bu ortamda 1991 seçimlerinden sonra kurulan koalisyon hükümetleri, 12 Eylül darbe rejiminin bütün ülke genelinde olduğu gibi Kürtler üzerinde de oluşturduğu baskıları ve bunların olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak amacıyla kültürel, sosyal ve ekonomik çözüm yolları aramaya başladı. Türkçe dışındaki anadilleri yasaklayan 1983 tarihli yasa 25 Ocak 1991’de yürürlükten kaldırıldı. Aynı yıl sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal federasyon dahil her türlü çözümün konuşulabileceğini dile getirirken, dönemin başbakanı Süleyman Demirel de Türkiye’de Kürt realitesinin tanınması gerektiğine dikkat çekti. Bütün bunlar Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Kürtler’le ilgili sorunları ağırlıklı olarak askerî ve ekonomik tedbirlerle çözmeyi öngören resmî söylemin değişmeye, bunun yerine sorunu demokrasi ve insan hakları çerçevesinde ele alıp diyalog yöntemiyle çözmeye çalışan yeni bir söylemin gelişmeye başladığını göstermesi açısından önemlidir.
Türkiye’de yaşayan Kürtler’in sorunlarını siyasal zeminde çözme iddiasıyla ortaya çıkan ilk yasal siyasî parti olarak Halkın Emek Partisi (HEP) 1990 yılında kuruldu. Bu gelenekten gelen siyasî partilere özellikle terör örgütleri ile ilişkileri dolayısıyla verilen kapatma cezaları, parti temsilcilerine yönelik eylemler ve hapis cezaları gibi gelişmelere rağmen bu çizgideki partiler yasal siyaset sahnesinde her zaman yer aldı. Geniş bir siyasal yelpazeden Kürt milliyetçilerinin temsil edildiği bu gelenek, baskı ve kapatmaların da etkisiyle kurumsallaşamadı ve silâh gücünü elinde bulunduran PKK’nın gölgesinde kaldı. 1998’in son aylarında Türkiye’nin uyguladığı baskı sonucu Suriye’den çıkarılan PKK lideri Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye teslim edildi. Aynı yıl yaz sonunda cezaevindeki Öcalan’ın tâlimatı ile ülke dışına çekilen PKK, tasfiye edilmek istendiğini ileri sürerek Haziran 2004’te tekrar silâhlı terör eylemlerine başladı.
2002 sonunda iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri Kürtler’le ilişkili sorunların çözümüne yönelik önemli adımlar attı. 2004 yılında Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) Kürtçe yayına başladı. 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşmada etnik ve bölgesel ayırımcılığı ortadan kaldırmayı hedeflediklerini ifade eden Başbakan Erdoğan, Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı sorunların Türkiye’de yaşayan herkesin ortak sorunu olduğunu söyleyerek çözümün anayasal düzen ve demokratikleşme ile sağlanacağına işaret etti. Bu adımları 2009’da TRT-6’nın Kürtçe yayına başlaması, 2010’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nin Kürtçe yüksek lisans programı açması, 2012’de Kürtçe’nin ilköğretim beşinci sınıflarda seçmeli ders olarak okutulması gibi uygulamalar izledi. Bu arada Öcalan’ın Türk ve Kürt solunu bir çatı altında toplama ve daha geniş kapsamlı bir siyasî parti oluşturma projesinin sonucu olarak 15 Ekim 2012’de Halkların Demokratik Partisi (HDP) kuruldu. Aynı yılın aralık ayında gerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın kamuoyuna gerekse cezaevindeki Öcalan’ın kendi örgütüne yönelik açıklamalarıyla yeni bir çözüm süreci başladı. Kürtçe köy ve şehir adlarının iadesi, Türk alfabesinde bulunmayan x, w, q, ê gibi harflerin kullanımına izin verilmesi, ilköğretim okullarında öğrenci andının kaldırılması, Türkiye’nin tamamını gezip vatandaşların sürece dair görüşlerini gözlemlemek amacıyla 2013 yılı Nisan ayında oluşturulan Âkil İnsanlar Heyeti’nin çalışmaları, Kürdistan adını taşıyan ilk yasal siyasî partilerin (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Özgürlük Partisi) kurulması da bu yeni sürecin önemli adımlarıydı. Bütün bu politikalara ve olumlu gelişmelere rağmen PKK terör örgütü 2009’dan itibaren başlattığı silâhlı saldırı ve terör eylemlerini arttırdı ve siyasî çözümün önü bir defa daha tıkandı.
Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yirmi kadar vilâyette daha yoğun olarak yaşayan Kürtler 1950’lerde hızlanan iç göç dalgası sürecinde ülkenin batı ve güney bölgelerine de yerleştiler. Türkiye’de yaşayan Kürtler’in toplam nüfusuyla ilgili kesin istatistikler bulunmamakla birlikte vatandaşların ana dillerine dair verilerin kamuoyuna en son ilân edildiği 1965 sayımına göre 31.391.421 olan toplam nüfus içinde 2.817.313 kişinin birinci veya ikinci dilinin Kürtçe (Kurmançça veya Zazaca) olduğu kaydedilmiştir (Dündar, s. 101, 106, 113-115). Bu sayımdaki oranlar dikkate alınarak bugün Türkiye’de yaşayan Kürt nüfusuyla ilgili birtakım tahminler yapılıyorsa da gerek 2000’li yıllara kadar süren ifade hürriyeti önündeki engeller gerekse sayım sonuçları arasındaki tutarsızlıklar, ayrıca karşılıklı evlilikler sebebiyle birçok aile için etnik bir tanımlama yapmanın güçlüğü bu verilerin ve bu tür verilere dayanılarak yapılan nüfus tahminlerinin çok sağlıklı olmadığını göstermektedir.
Türkiye’nin genellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan Kürtler’in Kurmanç (Kurmanc) ve Zaza olmak üzere iki ana gruba ayrıldığı kabul edilse de Zazalar’ın bir bölümü kendilerini ayrı bir etnik grup olarak görür. Türkiye Kürtleri’nin ekseriyetini Kurmanç Kürtleri oluşturur. Kendilerini Kırd, Dımıli ve Kırmanc olarak da adlandıran Zazalar genellikle güneyde Şanlıurfa’nın kuzeyinden Gümüşhane’nin güneyine kadar olan bölgede yaşamaktadırlar. Büyükşehirlere göç edenlerle beraber Zazalar’ın Türkiye Kürtleri’nin yaklaşık % 20-25’ine tekabül ettikleri sanılmaktadır (bk. ZAZALAR). Orta Anadolu Kürtleri’nin çoğu, son 500 yıldan beri değişik zamanlarda Osmanlı Devleti’nin aşiretleri iskân politikası kapsamında bölgeye yerleştirilmiş Şeyhbızın, Canbeg, Reşvan gibi Kürt aşiretlerinden oluşmakta ve çoğunlukla Kayseri, Aksaray, Kırşehir, Konya ve Ankara’da yaşamaktadır.
Irak. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından Osmanlı Devleti’nin Musul ve Şehrizor eyaletlerini işgal eden İngiltere, Kürtler’in yaşadığı bölgeyi daha önce işgal ettiği Bağdat ve Basra vilâyetleriyle birleştirerek 1921’de Irak Krallığı’nı kurdu. Bu dönemde Kürt ileri gelenlerinden Şeyh Mahmud Berzencî 1918, 1922 ve 1930’da üç defa İngiltere ve Bağdat’a karşı isyan etti, fakat üçünde de başarılı olamadı. Aynı şekilde Şeyh Ahmed Barzânî 1933’te, kardeşi Molla Mustafa Barzânî ve Sincar Yezîdî Kürtleri 1935’te isyan ettiler. Sincar Yezîdîleri’nin isyanı aynı yıl bastırılırken Barzânîler’in isyanı kesintilerle 1945’e kadar devam etti. Mustafa Barzânî Irak’ta mağlûp olunca İran’a geçti ve 1946’da Mehâbâd şehrinde kurulan Kürdistan Cumhuriyeti’nde genelkurmay başkanı oldu. İran’da İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin (İKDP; Partiya Demokrat a Kurdistana Îranê [PDKÎ]) kurulmasından bir yıl sonra Ağustos 1946’da Irak Kürtleri Bağdat’ta Barzânî liderliğinde Kürdistan Demokrat Partisi’ni (KDP; Partiya Demokrat a Kurdistanê [PDK]) kurdular. Kürdistan Cumhuriyeti’nin aynı yılın sonunda yıkılması üzerine Barzânî, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne sığındı ve 1958’de Irak Kralı II. Faysal’ın devrilmesine kadar orada kaldı. Askerî darbeyle kralı deviren yeni Irak lideri Abdülkerîm Kāsım, Kürtler’in haklarını garanti altına alan yeni bir anayasa ilân etti, fakat KDP’nin 1961’de yasaklanmasıyla çatışmalar yeniden başladı. 1968’de yönetime el koyan Baas Partisi lideri Hasan el-Bekr, başlangıçta Kürtler’e yönelik askerî tedbirleri sürdürdü ve Irak ordusu ile Kürtler arasındaki çatışmalar devam etti. 11 Mart 1970’te bir otonomi antlaşması imzalanarak Kürtler’e bazı bölgelerde özerklik verildiyse de Kürtler’le Irak yönetimi arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar son bulmadı. 1975’te Irak’ın İran ile anlaşması üzerine İran ve Amerika Birleşik Devletleri Irak Kürtleri’ne verdikleri desteği çektiler ve Iraklı Kürtler bir defa daha yenilgiye uğradı. Irak’tan Türkiye ve İran’a doğru ilk yoğun mülteci akını bu dönemde meydana geldi. Irak Kürt hareketinin lideri Molla Mustafa Barzânî 1979’da Amerika Birleşik Devletleri’nde kanserden öldü. Geçmişte de birkaç defa bölünen KDP, parti içindeki sol kesimi arkasına alan Celâl Talebânî’nin 1975’te Suriye’de Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB; Yekîtiya Nîştimanî ya Kurdistanê [YNK]) kurmasıyla kesin olarak ikiye bölündü. 1980’de başlayan İran-Irak savaşı sırasında İran Irak Kürtleri’ne, Irak da İran Kürtleri’ne destek verdi. Mart 1988’de Irak Kürtleri’nin eline geçen Halepçe şehrine Irak tarafından kimyasal saldırı düzenlendi ve 5000 civarında Kürt hayatını kaybetti. Aynı yılın yaz aylarında düzenlenen Enfal operasyonları kapsamında ise 100.000 civarında Iraklı Kürt Irak ordusu tarafından öldürüldü ve bu operasyonların ardından 80-100.000 kadar mülteci Türkiye’ye, 100.000 kadarı da İran’a sığındı.
Irak’ın Küveyt’i işgali üzerine 1991’de Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’a girmesi Irak Kürtleri ve Şiîleri’ni yeni isyanlar başlatma konusunda cesaretlendirdiyse de uluslararası destek göremediği için bu isyanlar da başarısız oldu. Yaklaşık 800.000 Kürt İran’a, 400-500.000 Kürt Türkiye’ye sığındı. Birleşmiş Milletler 5 Nisan 1991’de Kürtler’in geri dönmesi için ülkenin kuzeyinde güvenli bir bölge oluşturulması kararını aldı. Bu kararın ardından başlatılan Huzur ve Çekiç operasyonları ile Irak Kürtleri uluslararası koruma altına alındı. Bu uluslararası desteğe tepki olarak Saddam Hüseyin yönetimi Kürtler’i cezalandırmak amacıyla Kürtler’in yaşadığı bölgeden bütün devlet mekanizmasını çekti. Bunun üzerine Mesut Barzânî liderliğindeki KDP ve Celal Talabânî liderliğindeki KYB 4 Ekim 1992’de Erbil merkezli Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni ilân etti. Ancak bir süre sonra KDP ile KYB arasında gelirlerin bölüşümü konusunda ortaya çıkan anlaşmazlık çatışmaya dönüştü (1994-1998) ve neticede bölgede iki hükümetli ve iki meclisli bir yapı ortaya çıktı. 1998’de imzalanan Washington Antlaşması ile taraflar çatışmalara son verdiyse de ikili yapı devam etti. İlişkilerin normalleşmesiyle 2002’de yerel meclis ve 2006’da hükümetler birleştirildi.
2003 yılında Saddam Hüseyin’in Amerika Birleşik Devletleri tarafından devrilmesiyle Irak Kürdistan bölgesi yarı bağımsız bir konuma kavuşarak ekonomik ve siyasal alanlarda önemli gelişmeler kaydetti. Saddam sonrası kurulan merkezî Bağdat hükümetleri ile Irak Kürt Bölgesel Yönetimi arasında Kerkük ve Hânekīn gibi bazı bölgelerin nihaî statüsü, Kürdistan bölgesinin sınırları, petrol işletme hakları ve gelirlerinin dağılımı, peşmerge güçlerinin merkezî orduya katılması, dış politikada izlenecek strateji gibi birçok konuda önemli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu dönemde Türkiye’nin Irak politikasında da önemli değişiklikler oldu. Mart 2010’da Türkiye’nin Erbil Başkonsolosluğu faaliyete geçti. Özellikle Kuzey Irak topraklarında çıkarılan petrolün Türkiye üzerinden ihracatı, Türkiye firmalarının petrol arama-çıkarma izni almaları gibi konular Türkiye ile Irak Kürt Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkileri geliştirdi.
Bugün Irak’ta yaşayan yaklaşık 6 milyon civarındaki Kürt ülke nüfusunun % 20’ye yakınını oluşturmaktadır. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin nüfusu ise Türkmenler ve Asurî topluluklarla beraber 5 milyondan fazladır. Bu bölgenin dışında kalan Sincar, Musul, Kerkük, Hânekīn, Mendelî ve Bağdat’ta da Kürt nüfus bulunmaktadır. Irak Kürtleri’nin coğrafî dağılımı ana hatlarıyla şöyledir: Irak’ın kuzeyinde Kurmançlar, onların güneyinde Soranlar, Irak-İran sınır bölgelerinde Goranlar (Hevremanlar) mevcuttur. Şiî Feylî Kürtleri Bağdat, Hânekīn, Mendelî ve Basra gibi şehirlere dağılmış vaziyettedir. Kurmançça (Kurmancî) konuşmakta olan Yezîdî Kürtler Şeyhan, Musul ve Sincar’da bulunmaktadır. Ayrıca bunlara çoğunlukla Musul ile Erbil arasındaki Ninova bölgesinde yaşayan ve bir kısmı kendilerini Kürt olarak kabul eden ve konuştukları dil Goranca ve Zazaca’ya yakın olan Şebekler’i de eklemek gerekir. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin resmî dili Soranca (Soranî) olup bu bölgede Kürtler’in yaşadığı en büyük şehirler Erbil, Süleymaniye ve Duhok’tur.
İran. I. Dünya Savaşı’nın ardından Şikak aşireti reisi İsmâil Ağa (Simko/Simkû) Kaçarlar’ın yönetimindeki İran’a karşı isyan etti ve 1920-1930 arasında İran’da Kürtler’in yaşadığı bölgelerin önemli bir bölümünü elinde tuttu. Kaçarlar’ı devirip Pehlevî hânedanını kuran (1925) Rızâ Şah Pehlevî, müzakere amacıyla çağırdığı İsmâil Ağa’yı öldürterek (1930) uzun yıllar devam eden isyanı sona erdirdi. Bu dönemde aşiretlere yönelik devlet politikaları sebebiyle Heme Reşid’in Bâne’de (1924-1930), Mahmud Han’ın Merîvân’da (1926) ve Molla Halîl’in Mehâbâd’da (1928) öncülük ettikleri gibi mahallî Kürt isyanları da yaşandı. Ağrı dağı isyanı ile bağlantılı olan Celâlî aşiretlerinin isyanı İran ve Türkiye’nin iş birliği ile bastırıldı.
1930’lardan itibaren İran Kürtleri arasında siyasal örgütler kurulmaya başladı. 1932’de Kürdistan Özgürlükçüler Partisi (Komeley Azadixwazi Kurdistan), 1942’de Kürdistan Diriliş Partisi (Komeley Jiyanewey Kurdistan [KJK, Jê-Kaf]) ve nihayet 15 Ağustos 1945’te bugüne kadar varlığını sürdüren ve İran Kürtleri’nin en etkili örgütü olan İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP; Partiya Demokrat a Kurdistana Îranê [PDKÎ]) kuruldu. Kürdistan Diriliş Partisi kendini feshederek bu partiye katıldı. II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ve İngiltere İran’ı işgal etmişlerdi (1941). Bu işgal sırasında Kürt ve Âzerî bölgelerini kontrol altına alan Sovyetler Birliği kendine yakın mini devletler kurulmasını teşvik etti. Âzerîler’in Kasım-Aralık 1945’te Azerbaycan Cumhuriyeti’ni ilân etmesinin ardından Kadı Muhammed liderliğindeki İran Kürtleri de 22 Ocak 1946’da Mehâbâd’da Kürdistan Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Sovyetler Birliği’nin çekilmesiyle birlikte aynı yılın sonunda her iki cumhuriyet de yıkıldı. Bu kısa ömürlü Kürdistan Cumhuriyeti’nin XX. yüzyıldaki Kürt siyasî oluşumları açısından önemli etkileri olduğu söylenebilir. Bugün Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından millî marş olarak kabul edilen “Ey Rakip” (Reqîb) marşı Mehâbâd Cumhuriyeti’nin marşı idi. Cumhuriyet’in çöküşünden sonra zaman zaman gerilla faaliyetleri yürüten İKDP uzun süre etkili olamadı.
1969’da İran Kürtleri’nin ikinci büyük örgütü olan, devrimci komünist partisi Komala (Komele/Komeley) kuruldu. İKDP ve Komala gibi Kürt örgütleri İran İslâm Devrimi’ne (1979) giden süreçte şah karşıtı koalisyonda yer aldılar. Ancak devrimden sonra kurulan yeni rejimle ilişkileri kısa sürede bozulan Kürt örgütleri 1979-1983 yıllarında silâhlı mücadele ile İran’ın belli bölgelerini denetim altında tuttular. İran-Irak Savaşı sırasında her iki taraf da diğer ülkedeki muhalif grupları desteklediği için Irak’ta ve İran’da Kürdistan Demokrat Partisi adıyla kurulmuş olan partiler (KDP ve İKDP) de karşı karşıya geldi. Bu dönemde etkili olan bir diğer rejim karşıtı örgüt de Şeyh İzzeddin el-Hüseynî ve onun Kürt-Sünnî militan grubu Xebat idi (Ballı, s. 508-548). Abdurrahman Kāsımlı (Qasımlo) ve Sâdık Şerefkendî gibi liderlerini peş peşe kaybeden ve İran ordusunun yoğun operasyonları sonucu etkinliği azalan İKDP ile Komala 2000’li yıllarda silâhlı eylemlerini en aza indirip siyasî faaliyetlere yöneldiler. İki yerli örgütün zayıflamaya başladığı bu dönemde Türkiye kökenli terör örgütü PKK İran’da da güçlenmeye başladı. 2003’te Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgalinden sonra kurulan Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (Partiya Jiyana Azad a Kurdistanê [PJAK]) PKK’nın İran’daki uzantısıydı. Başlangıçta yerli Kürt gruplarını zayıflatma ümidiyle PJAK’ın çalışmalarına göz yuman İran hükümeti, kurduğu uluslararası bağlantılarla ciddi bir tehdit haline gelmeye başlayan bu yeni örgüte karşı zamanla cephe aldı. Mâruz kaldığı ağır askerî operasyonlara Suriye’de PKK için ortaya çıkan yeni fırsatlar da eklenince PJAK Eylül 2011’de İran’daki silâhlı faaliyetlerini durdurduğunu açıklamış ve yeni şartların sonucu olarak PKK dikkatini ve silâhlı unsurlarının önemli bir kısmını Suriye’ye kaydırmış olsa da örgüt İran’daki faaliyetlerine kısa bir süre sonra yeniden başladı.
İran’da ülke nüfusunun % 8-10’unun Kürtler’den oluştuğuna dair bazı tahminler bulunmakla birlikte İran Kürtleri’nin toplam nüfusuyla ilgili kesin veriler mevcut değildir. Otuz bir eyaletten oluşan İran’da 2016 istatistiklerine göre ülke nüfusunun yaklaşık % 2’si Kürdistan eyaletinde yaşamaktadır. Ayrıca ülkenin batısında yer alan ve toplam nüfusun yaklaşık % 25’inin yaşadığı Kirmanşah, Îlâm (Elam), Luristan, Batı Azerbaycan ve Doğu Azerbaycan ile ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve toplam nüfusun yaklaşık % 2’sinin yaşadığı Kuzey Horasan ve Horasân-ı Razavî eyaletlerinde de Kürt nüfus bulunmaktadır. Ana hatlarıyla farklı Kürt gruplardan Kurmançlar Batı Azerbaycan ve Horasan’da; Soranlar Kürdistan, Doğu Azerbaycan ve Kirmanşah’ta; Lurlar ve Lekler Luristan’da; Kelhûrlar Kirmanşah ve Îlâm’da; Goranlar (Hevremanlar) Kürdistan ve Kirmanşah’ta; Feylîler ise Luristan, Kirmanşah ve Îlâm’da yaşamaktadır. Ayrıca Kelardeşt’teki Kurmançlar ve Kazvin’deki Lek Kürtleri gibi ülke içinde çeşitli yerlere dağılmış küçük Kürt grupları da mevcuttur.
Suriye. Suriye Kürtleri Türkiye, Irak ve İran’da olduğu gibi belli bir bölgede yoğunlaşmış olarak değil, 1921’de Ankara Antlaşması’yla çizilen Türkiye-Suriye sınırı boyunca Suriye’nin kuzeyinde ve Cezîre bölgelerinde birbirinden kopuk alanlarda yaşamaktadır. Türkiye ile Suriye arasında kalan Bağdat demiryolu hattına ve sınıra atfen Suriye Kürtleri “hattın altındaki Kürtler” (Kurdên binxetê), Türkiye Kürtleri de “hattın üstündeki Kürtler” (Kurdên serxetê) diye anılır. Dağınık bir coğrafyada yaşadıkları ve sayıca az oldukları için Suriyeli Kürtler arasında siyasî veya silâhlı mücadeleyi hedefleyen örgütsel oluşumlar ve isyan hareketleri Türkiye, Irak ve İran’da olduğundan daha zayıftır. Suriye’nin Fransız egemenliğinde bulunduğu 1920-1946 yılları arasında Suriye Kürtleri daha ziyade Türkiye Kürtleri arasındaki siyasî hareketlenmeleri takip etmekteydi. Özellikle Şeyh Said isyanından sonra önemli sayıda Kürt isyancı Türkiye’den Suriye tarafına geçti. Aynı dönemde Türkiye’de tekke ve zâviyelerin kapatılması da birçok dinî liderin Suriye’ye geçmesine sebep oldu. Bu geçişler 1930’lardaki isyanların ardından devam etti. Bu dönemde Suriye’de en fazla etkili olan Kürt örgütü 1927’de Beyrut’ta kurulan Hoybûn’du (Xoybun). Türkiye’den kaçıp Suriye, Mısır, Lübnan ve Avrupa gibi merkezlere dağılmış olan Kürt liderlerinin kurduğu örgütün hedefi Türkiye Kürtleri’nin bağımsızlığı olduğu için Suriye’den ziyade Türkiye’ye yönelik faaliyetlerde bulunmaktaydı. Suriye Kürtleri tarafından Suriye’ye yönelik hedeflerle kurulan (1957) en önemli örgüt ise Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’dir (SKDP; Partiya Demokrat a Kurdî li Sûrî [PDKS]). SKDP bugün Suriye’de bulunan on beş Kürt örgütünden iki üç tanesi hariç tamamının içinden çıktığı ana damarı teşkil eder. Terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan ve 2003’te kurulan Demokratik Birlik Partisi (Partiya Yekîtiya Demokrat [PYD]) köklerini bu gelenekten almayan örgütlerden birisidir. Baas rejimi tarafından 2011’de öldürülen Meşel Temo’nun kendisi olmasa da kurduğu Suriye’de Kürtler’in Geleceği Hareketi (Geleceğin Partisi) de SKDP geleneğinin dışında sayılmaktadır.
Kendilerine özgü yerel şartların yanında 1975 ve 1991’de Irak Kürtleri’nin yaşadığı tecrübeler Suriyeli Kürtler’i Baas rejimine isyan etme konusunda isteksiz hale getirmiş olsa da 2011 yılında Beşşâr Esed yönetimi ülkenin kuzeyinde denetimi yitirince, silâhlı terör eylemi geçmişi bulunan PKK’lıların bir kısmını kendi saflarına dahil eden PYD Suriyeli Kürtler arasındaki en etkin silâhlı örgüt olarak öne çıktı. Kürtler’in yoğunlukta olduğu Kamışlı, Kobani, Afrin, Amude gibi şehirler rejim güçleriyle önemli bir çatışma olmadan PYD’nin kontrolüne girdi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne yakın olan ondan fazla parti ise 2011 yılında Suriye Kürt Ulusal Konseyi (Encûmena Niştimanî ya Kurdî li Sûriyê [ENKS]) adı altında Erbil’de bir üst çatı oluşturdu. ENKS ile PYD 2012 yılında ortak yönetim konusunda anlaşmaya varmalarına rağmen daha sonra iki taraf arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Suriye Kürtleri arasında çoğunluğu oluşturan PYD ve ENKS çizgisindeki örgüt ve yapıların dışında Dr. Hacı Ahmed el-Kürdî liderliğindeki Cebhetü’l-Ekrâd (Eniya Kurda) gibi görece küçük başka gruplar da bulunmaktadır.
Bugün Suriye Kürtleri ülkenin kuzeyinde Haseke ve Halep vilâyetlerinde yaşamaktadır. Bu vilâyetlerde en fazla Kürt nüfusun bulunduğu şehirler Haseke, Kamışlı, Aynülarab (Kobani) ve Afrin’dir. Suriye iç savaşından önce 2004 yılında yapılmış olan sayım sonuçlarına göre, aynı zamanda Arap ve Türkmenler’in de yaşadığı bu şehirlerin toplam nüfusu 2 milyon civarında olup ülke nüfusunun % 8-10’unu teşkil etmektedir. Suriye’deki Kürtler’in tamamına yakını Sünnî olup Kurmançça konuşmaktadırlar. Ayrıca ülkede yine Kurmançça konuşan 10.000 kadar Yezîdî Kürt yaşamaktadır. 2011 yılı başında ülke içinde Baas idaresine karşı başlayan protestolara kadar 300-350.000 Suriye Kürdü’ne Türkiye kökenli oldukları gerekçesiyle vatandaşlık hakkı verilmemiş, bunlar “ecânib” (yabancılar) sayılmıştır. 2011 yılı Nisan ayında Baas idaresi “ecnebi” Kürtler’e vatandaşlık vermeyi önermişse de bazı Kürtler vatandaşlığa geçerken bazıları askere alınma korkusuyla başvuruda bulunmamıştır.
Ermenistan ve Azerbaycan. XIX. yüzyılda Osmanlı-Rus savaşları sırasında bazı Yezîdî Kürt aşiretleri Osmanlı topraklarından ve İran’dan Rusya’ya göç ettiler. 1926 tarihli ilk Sovyet Milletler Sayımı’na göre bütün Sovyetler’de yaşayan Kürtler’in sayısı 70.000 civarındaydı ve bunların 52.000’i Güney Kafkasya’da yaşıyordu. Aynı tarihte Azerbaycan Kürtleri’nin sayısı 40.000 civarındayken Ermenistan’da yaşayanların sayısı 15.000 civarındaydı.
1920-1937 yılları arasında kültürel anlamda önemli gelişmeler kaydeden ve sayıları biraz daha artan Ermenistan Kürtleri 1937’den itibaren bütün Sovyetler’de başlayan sürgünlerden nasiplerini aldılar. 1955’e kadar devam eden bu dönemde binlerce Kürt Ermenistan’dan Orta Asya ülkelerine sürüldü. Stalin’in yerine geçen Kruşçev’in 1956’da Sovyetler Birliği XX. Komünist Partisi Kongresi’nde Stalinizm’in terkedildiğini açıklamasının ardından Ermenistan’ın Kürt politikası da yumuşamaya başladı. 1955-1956’da Erivan Radyosu Türkiye Kürtleri tarafından da dikkatle takip edilen Kürtçe yayınlarına başladı. 1956-1988 arası Ermenistan Kürtleri açısından yeniden canlanma ve yoğun kültürel faaliyetlerde bulunma dönemi oldu. 1988-1990 yıllarında Ermenistan ile Azerbaycan arasında devam eden Karabağ mücadelesi sırasında Sünnî Kürtler’in Ermenistan’dan çıkarılması ve Ermenistan Devleti’nin Yezîdî Kürtleri Kürtler’den ayrı kabul ederek “Yezîdî milleti” olarak tasnif etmesiyle birlikte yeniden sıkıntılı dönemler başladı. Bu dönemde 10.000’i aşkın Sünnî Kürt Azerbaycan’a ve Orta Asya ülkelerine göç etti. Ermenistan’da resmî işlemlerde Kurmançça konuşan Sünnîler Kürt milleti ve dilleri de Kürtçe olarak kabul edilirken, aynı dili konuşan Yezîdîler’e Yezîdî milleti (Ezîdî/Êzîdî) ve dillerine de Yezîdîce (Êzdıkî) denilmeye başladı. 1989’da 50.000’i aşan Ermenistanlı Kürtler’in sayısı başta Rusya olmak üzere ülke dışına göçler sebebiyle 2015 itibariyle 35-40.000’lere kadar düşmüş olup bunların çoğunluğu Yezîdî Kürtleri’dir. Ermenistan-Azerbaycan sınırında bir iki köyde halen 1000 civarında Sünnî Kürt bulunduğu tahmin edilmektedir. Rusya’ya ve diğer ülkelere yönelik göç sebebiyle bu nüfus sürekli azalmaktadır.
Azerbaycan’da oldukça eski bir tarihe sahip olan ve 1926’da sayıları 40.000 civarında olan Kürtler yoğun olarak Lâçin, Kelbecer, Gubadlı ve Zengilân şehirlerini kapsayan ve 1923-1929 yılları arasında Kızıl Kürdistan (Kürdistana Sor / Kurdistansky Uyezd) özerk vilâyeti olarak bilinen bölgede ve Nahcıvan’da yaşadılar. 1937 ve 1944 sürgünlerinden Ermenistan Kürtleri gibi onlar da büyük ölçüde etkilendiler. 1992-1993’te Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgali sırasında eski Kızıl Kürdistan bölgesi de Ermenistan tarafından ele geçirildi ve katliama mâruz kalan 10.000’i aşkın Sünnî Kürt başta Bakü olmak üzere Azerbaycan’ın farklı bölgelerine göç ederek ülke içi mülteci durumuna düştü; bunların bir kısmı da Orta Asya ülkelerine göç etti. 1937 ve 1944 sürgünlerinden geriye kalan Nahcıvan Kürtleri’nin önemli bir bölümü de bağımsızlık sonrası Rusya ve Orta Asya ülkelerine göç etti. Ermenistan Kürtleri gibi Azerbaycan Kürtleri de Kurmançça konuşmaktadırlar.
Tarihî olarak Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda, İran’ın batı ve kuzeybatısında, Irak ve Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda, Ermenistan’ın güneyinde ve Azerbaycan’ın güneybatısında yaşamış olan Kürtler, günümüzde de aynı ülkelerde varlığını sürdürmektedir. Rusya, Gürcistan, Afganistan ve Orta Asya ülkeleri ile Lübnan ve Ürdün başta olmak üzere çeşitli ülkelerde de değişen oranlarda yerleşik Kürt nüfus bulunmaktadır. 1950’lerden itibaren küresel ölçekte meydana gelen yoğun kentleşme ve uluslararası göçle beraber Kürtler de geleneksel yaşam alanlarının dışına çıkıp geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Kürtler’in yaşadığı bölgeler ve nüfusları ile ilgili olarak sağlıklı istatistik kayıtlar tutulmadığından kesin veriler bulunmamakla birlikte dünya genelindeki Kürt nüfusunun 30 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Eldeki verilerin çoğu, yaşadıkları ülkelerin genel nüfus sayım sonuçları ile Kürtler’in bu ülkelerdeki genel nüfusun ne kadarını teşkil ettiğine dair tahminlere dayandığından, değişik kaynaklarda yer alan Kürt nüfusuna dair verilerin alt ve üst rakamları arasında ciddi farklar ortaya çıkmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Ankara 01 Mayıs 1336/1920, s. 165.
Vsesoyuznaya Perepis Naseleniya 17 Dekabrya 1926 Goda, Narodnost i Rodnoy Yazık Naseleniya SSSR, vıpusk 4, Moskva 1928, s. 126, 128.
Raboçiy Arhiv Goskomstata Rossii, Vsesoyuznaya Perepisı Naseleniya 1989 qoda. Naçionalınıy Sostav Naseleniya Po Respublikam SSSR, Tabliça 9s. Raspredelenie naseleniya po naçionalınosti i rodnomu yazıku, http://www.demoscope.ru/weekly/ssp/sng_nac_89.php?reg=4 (erişim: 19.11.2018).
Şakırê Xıdoyê Mıhoyan, İki Dünya Savaşı Arasında Irak’ta Kürt Sorunu (trc. J. Slav), Uppsala 1990, s. 11-71.
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: 1914-1990, İstanbul 1991, I, 425.
M. Sıraç Bilgin, Barzani, İstanbul 1992, s. 74-144.
Abdurrahman Kassemlu, Özgürlük Mücadelesinde Kırk Yıl (trc. Cavidan Seyidcemaloğlu), İstanbul 1992, s. 30-32, 53-62.
Rafet Ballı, Kürt Dosyası, İstanbul 1993, s. 508-548.
Naci Kutlay, 49’lar Dosyası, İstanbul 1994.
a.mlf., 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, İstanbul 2002, s. 429, 543-545.
Oya Girit, Milli Mücadele Dönemi Kürtçülük Hareketi (doktora tezi, 1994), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, tür.yer.
Refik Hilmi, Anılar: Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi, İstanbul 1995.
Osman Aytar, Kurdistana bi Fîftî Fîftî, İstanbul 1995.
D. McDowall, A Modern History of Kurds, London 1996, s. 184-213.
Malmîsanıj, Kırd, Kırmanc, Dımıli veya Zaza Kürtleri, İstanbul 1996.
Kemal Kirişçi – G. M. Winrow, Kürt Sorunu: Kökeni ve Gelişimi (trc. Ahmet Fethi), İstanbul 1997.
Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi (haz. Celile Celil v.dğr.), İstanbul 1998, s. 180-191.
Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, İstanbul 1999, s. 101, 106, 113-115.
Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması: 1919-1925, Ankara 1999, s. 147-155.
Hasan Cemal, Kürtler, İstanbul 2003, s. 71-115.
Erol Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Ankara 2004, I, 27-31; II, 172-184.
M. R. Izady, Bir El Kitabı: Kürtler (trc. Cemal Atila), İstanbul 2004, s. 32-38.
Rohat Alakom, Orta Anadolu Kürtleri, İstanbul 2004.
Tarık Ziya Ekinci, Türkiye’nin Kürt Siyasetine Eleştirel Yaklaşımlar, İstanbul 2004, s. 151-154.
Kerim Yıldız, The Kurds in Iraq: The Past, Present and Future, London 2004.
a.mlf., The Kurds in Syria: The Forgotten People, London 2005.
a.mlf. – Tanyel B. Taysi, The Kurds in Iran: The Past, Present and Future, London 2007, s. 3-5.
Hejare Şamil, Diaspora Kürtleri: Sovyet Kürtleri Hakkında Tarihi ve Güncel İnceleme, İstanbul 2005, s. 18-81, 83-104, 109, 166, 189.
N. Fuccaro, “Manda Yönetimi Suriye’sinde Kürtler ve Kürt Milliyetçiliği: Siyaset, Kültür ve Kimlik”, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri Üzerine Çalışmalar (trc. F. Adsay v.dğr., ed. Abbas Vali), İstanbul 2005, s. 231-260.
Mesud Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi (trc. Vahdettin İnce), İstanbul 2006, I-II.
Osman Aydın, 1925 Kürt Ulusal Hareketi, İstanbul 2006.
H. Montgomery, Suriye Kürtleri: İnkar Edilen Halk (trc. Ümit Aydoğmuş), İstanbul 2007.
Bilâl N. Şimşir, Kürtçülük (1787-1923), İstanbul 2007, tür.yer.
M. Ali es-Siwerekî, Ürdün Kürtleri: Modern Ürdün’ün Yapılandırılmasındaki Rolleri (trc. Kadri Yıldırım), İstanbul 2007, s. 61-63, 150-168.
Altan Tan, Kürt Sorunu: Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, İstanbul 2009, s. 342-357, 578.
J. Tejel, Syria’s Kurds: History, Politics and Society (trc. E. W. Welle), New York 2009, s. 94-98, 144.
Abbas Vali, Kürdistan Cumhuriyeti: İran’da Kürt Kimliğinin Oluşumu (trc. Zeri İnanç), İstanbul 2010, s. 42-47, 81-120.
D. Romano, Kürt Dirilişi: Olanak, Mobilizasyon ve Kimlik (trc. Mustafa Topal – Erdoğan Gedik), İstanbul 2010, s. 85-93, 314-331.
M. van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar (trc. Nevzat Kıraç v.dğr.), İstanbul 2010, s. 203-216, 259-295.
Tahsin Sever, 1925 Hareketi Azadî Örgütü: Unutturulmaya Çalışılan Bir Örgüt ve Çarpıtılan Bir Tarih, İstanbul 2010, s. 104-327.
Abdülhamîd Dervîş, Tevgera Kurdî li Sûriya di bin Roniyê de: Buyerên Dema 1956-1983, İstanbul 2011, s. 20-29, 195-211.
Hulusi Şentürk, İslamcılık: Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset, İstanbul 2011, s. 589-612.
Hamit Bozarslan, “Kürtler ve Türkiye Devleti”, Türkiye Tarihi: Modern Dünyada Türkiye 1839-2010 (ed. Reşat Kasaba, trc. Zuhal Bilgin), İstanbul 2011, IV, 353-378.
Cengiz Çandar, Dağdan İniş - PKK Nasıl Silâh Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması, İstanbul 2011.
Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler (ed. Kıvanç Koçak), İstanbul 2011, s. 87-91.
Türkiye Söyleşileri 4: Derin Devlet, Ak Parti ve Kürtler, İstanbul 2011, tür.yer.
Hüseyin Yayman, Şark Meselesinden Demokratik Açılıma Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, Ankara 2011, s. 27-28, 56-62.
Türkiye Siyasetinde Kürtler: Direniş, Hak Arayışı, Katılım (der. Büşra Ersanlı v.dğr.), İstanbul 2012.
Cengiz Güneş, Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi (trc. Eflâ-Barış Yıldırım), Ankara 2013, s. 118-123, 289-325.
İbrahim S. Işık, A’dan Z’ye Kürtler: Kişiler, Kavramlar, Kurumlar, İstanbul 2013, s. 254-255.
Serdar Yıldırım, “Türkiye Dışındaki Kürtler”, Kürtler (ed. Adnan Demircan – Mehmet Akbaş), İstanbul 2015, I, 509-552.
Nuh Ateş, “Kurdên Deşta Anatoliyê”, Bîrnebûn, sy. 46, Spagna 2010, s. 15-23.
S. Maisel, “Syria’s Yezidis in the Kurd Dagh and the Jazira: Building Identities in a Heterodox Community”, MW, CIII/1 (2013), s. 27.
“Kurdı”, Bolşaya Entsiklopediya, Sankt-Peterburg 1903, XI, 678-679.
A. Yunusov, “Etniçeskiy Sostav Azerbaydjana (po perepisi 1999 Goda)”, Demoskop Weekly, no. 183-184, 20 Dekabr 2004 - 9 Yanvar 2005, http://www.demoscope.ru/weekly/2004/0183/analit05.php (erişim: 19.11.2018).
Hasmik Hovhannisyan, “Kurds in Armenia”, Hetq Online, 08.10.2007, https://hetq.am/en/article/25207 (erişim: 19.11.2018).
The Humanitarian Data Exchange: Syrian Arap Republic – Population Statistics, https://data.humdata.org/dataset/syrian-arab-republic-other-0-0-0-0-0-0-0 (erişim: 19.11.2018).
The Iran Social Sciences Data Portal, Census 2016, Population and Households by Provinces and Cities, http://irandataportal.syr.edu/wp-content/uploads/Population-and-Households.xlsx (erişim: 19.11.2018).
Dave van Zoonen – Khogir Wirya, “The Shabaks: Perceptions of Reconciliation and Conflict”, Middle East Research Institute, Erbil-Irak, August 2017, s. 5, 8, http://www.meri-k.org/wp-content/uploads/2017/08/Shabak-Report.pdf (erişim: 19.11.2018).
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#4-din
II. DİN
1. İslâmiyet Öncesi. Yaşadıkları coğrafya tarih boyunca birçok dine ev sahipliği yapmış olan Kürtler önceleri Anadolu ve Mezopotamya’daki yerel inanışlar ile Antik Ârî inançlarından etkilendiler, ancak İslâm’dan önceki dönemde büyük ölçüde Mecûsîliği (Zerdüştîlik) benimsediler. Ârî inançları arasında tabiat olaylarını kişileştirme, onlara ilâhî güçler nisbet etme gibi yaklaşımlar mevcuttu; ateş, su, toprak, yıldırım, gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların belirli güçler/tanrılar tarafından yönlendirildiğine inanılmaktaydı (Dhalla, s. 4-5). Kürt kökeninin dayandığı Ârîler bu tanrıları sistematik bir şekilde iyi ve kötü olarak sınıflandırmışlardı. Ancak monoteist bir din kurucusu olan Zerdüşt yaşadığı dönemde İran’da yaygın biçimde inanılan tanrıları reddederek Ahura Mazda’yı tek tanrı olarak kabul etti (Eliade, I, 377). Kral Viştaspa’nın Zerdüşt’ün öğretilerini benimsemesinin ardından Ahamenîler döneminde Zerdüştîlik güçlenip resmî din olarak kabul edilince hem Med halkı hem de onlara komşu kabileler yavaş yavaş bu dini benimsediler. Süreç içinde Kürtler’in de bu monoteist inancı kabul ettiği görülmektedir (M. Emîn Zekî Beg, s. 270; Şıwan Osman Mıstefa, s. 94-95).
Sâsânîler’in yıkılması ve Mecûsîler’in yaşadığı bölgelerin İslâm egemenliğine girmesiyle birlikte başlayan yeni dönemde Mecûsîlik gerileme sürecine girdi. Aslında Mecûsîlik halk arasındaki sempatisini en güçlü olduğu Sâsânîler döneminde kaybetmişti. Sâsânî yönetiminde çok etkili olan Mecûsî din adamlarının ölçüsüz davranışları halkın tepkisini çekti (Kara, s. 147), bu durum birçok yeni inancın ortaya çıkmasına sebep oldu, özellikle İslâm’ın kısa bir sürede yayılmasını sağladı (Bausani, I, 80; Taraporewala, s. 37-38). Bu dönemlerde ortaya çıkan Maniheizm ve Mezdekiyye gibi dinî akımlardan Kürtler etkilenmedi, hatta Yahudilik ve Hıristiyanlık da onlar arasında toplu halde kabul görmedi. Kürtler İslâmiyet’i kabul sürecine kadar Mecûsî olarak kalmaya devam ettiler.
Günümüzde Kürtler’in yaşadığı bölgelerde kalan ve günlük hayatta Kürtçe konuşan bazı yahudiler mevcuttur. Ancak bunlar geçmişte başka yerlerden buraya göç eden yahudilerin torunları olmalıdır. Nitekim Kürtler’in yaşadığı toprakları gezen seyyahların naklettiğine göre, bölgedeki yahudiler kökenlerini Asur kralı tarafından İsrail ve Judea’dan (Yahuda) sürgün edilen yahudilere (İşaya, 27/13; II. Krallar, 17/6) dayandırıyorlardı (Sabar, s. 17, 367-368). Evlerinde ve sinagoglarda Ârâmîce’nin eski bir biçimi olan Süryânîce (Asurca) konuşan bu yahudiler çarşı-pazarda ve daha büyük topluluklarda Kürtçe konuşuyordu (Izady, s. 287). Bölge yahudilerinin birçoğu İsrail Devleti kurulduktan sonra İsrail’e göç ettiği ve 5000 kadar Kürtleşmiş yahudinin Kürtler’in yaşadıkları bölgelerde kaldığı belirtilir (a.g.e., s. 289). Yahudilik gibi Hıristiyanlık da Kürtler arasında yayılmadı. Geçmişte bazı kabilelerin hıristiyan olduğu ifade edilmekteyse de bunların zaman içinde diğer hıristiyan toplulukların arasına katılarak tamamen kaybolduğu anlaşılmaktadır (M. Emîn Zekî Beg, s. 270-271). Aynı durum, İslâm dini ortaya çıktıktan sonra Kürtler’le komşu olan Süryânî, Ermeni ve hıristiyan topluluklar için de geçerlidir. Bu topluluklar içinde İslâm’ı tercih edenler en yakın komşuları müslüman Kürtler olduğu için onların arasına karışıp zamanla Kürtleşmiş olmalıdırlar. Hıristiyan kalanlar ise hem kendi dillerini hem de Kürtler’in çoğunlukta olduğu yerlerde Kürtçe’yi kullanmışlardır (krş. Kreyenbroek – Allison, s. 140-141).
BİBLİYOGRAFYA
A. Zénaïde Rogozin, Media, Babylon, Persia from the Fall of Nineveh to the Persian War, London 1889, s. 39-40.
M. N. Dhalla, Zoroastrian Theology from the Earliest Times to the Present Day, New York 1914, s. 4-5.
A. Bausani, “İslâm Öncesi İran Düşüncesi” (trc. Kürşat Demirci), İslâm Düşüncesi Tarihi (ed. M. M. Şerif), İstanbul 1990, I, 80.
I. J. S. Taraporewala, Zerdüşt Dini: Zerdüşt’ün Gathaları Üç Unutulmuş Din: Mitraizm, Maniheizm, Mazdakizm (trc. Nice Damar), İstanbul 2002, s. 37-38.
Philip Kreyenbroek – Christine Allison, Kürt Kimliği ve Kültürü (trc. Ümit Aydoğmuş), İstanbul 2003, s. 140-141.
Yona Sabar, Bir Antoloji: Kürdistanî Yahudilerin Halk Edebiyatı (trc. Selahattin Çelik), İstanbul 2005, s. 17, 367-368.
E. Brauer – R. Patai, Kürdistanlı Yahudiler (trc. Fahriye Adsay), İstanbul 2005, s. 31-82.
M. Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi (trc. Ali Berktay), İstanbul 2007, I, 377.
Şinasi Gündüz, “Mecusilik”, Yaşayan Dünya Dinleri (ed. Şinasi Gündüz), Ankara 2007, s. 279-284.
Cahid Kara, İslâm Coğrafyasında Mecûsîler (doktora tezi, 2007), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 147.
M. Emîn Zekî Beg, Kürtler ve Kürdistan Tarihi (trc. Vahdettin İnce v.dğr.), İstanbul 2010, s. 94-95, 270-271.
M. van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet (trc. Banu Yalkut), İstanbul 2011, s. 43-87.
M. R. Izady, Bir El Kitabı: Kürtler (trc. Cemal Atila), İstanbul 2011, s. 287, 289.
Şıwan Osman Mıstefa, Kurdistan û Prosesa Îşlamkirina Kurdan (trc. Ziya Avcı [Soranca’dan Kurmancca’ya]), İstanbul 2011, s. 94-95.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#5-islami-donem
2. İslâmî Dönem. Bilinen ilk müslüman Kürt, Ebû Meymûn Câbân el-Kürdî adlı sahâbî olup (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, I, 301; V, 310, 351) oğlu Meymûn el-Kürdî de İslâm kaynaklarında hadis râvisi olarak adı geçen bir şahsiyettir. Kürtler’in toplu halde İslâmiyet’i benimsemesi yaşadıkları bölgelerin fethedildiği Hz. Ömer dönemine rastlamaktadır. Kürtler’in yaşadığı coğrafya ilk Hâricî ve Şiî oluşumlarla bu iki fırkanın öncülük ettiği isyanlara sahne olmuş ve Emevîler’in ilk yıllarında Kürtler arasında Hâricîliği benimseyerek isyanlara katılanlar bulunmuşsa da Hâricî ve Şiî fikirlerin inanç bakımından Kürtler üzerinde ne kadar etkili olduğu konusunda yeterli bilgi yoktur.
Mervânîler hânedanı dönemine (983-1085) gelindiğinde Kürtler’in mezhebî kimliği konusunda daha kesin tanımlamalar yapmak mümkün hale gelmektedir. Sünnî bir müslüman olan Ebû Şücâ‘ Abdullah Hüseyin Bâd (Bâz) b. Dûstek, Şiî Büveyhîler’e karşı isyan ederek Meyyâfârikīn (Silvan) merkez olmak üzere Diyarbekir ve çevresinde Mervânîler Devleti’ni kurdu. Mervânîler başlangıçta Hanbelî mezhebine mensuptular, ancak Nasrüddevle Ahmed devrinde (1011-1061) onlar arasında Şâfiî mezhebi yaygınlaştı (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 438). Dönemin en meşhur ilim merkezlerinden olan Meyyâfârikīn’da kadılık yapan Ebû Abdullah Muhammed b. Beyân el-Kâzerûnî (ö. 455/1063) ve ardından talebeleri Şâfiîliğin bölgede yayılmasını sağladılar. Bu mezhebin bölgede kökleşmesinde Bağdat’ta bulunan Nizâmiye Medresesi’nin ilk müderrisi olan Şâfiî fakihi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin (ö. 476/1083) yetiştirdiği öğrencilerin önemli etkisi olduğu söylenebilir. Nitekim bu dönemde Nizâmiye medreselerinden biri de Mervânîler’in hâkimiyetindeki Cizre’de kurulmuştu (Ebû Şâme, I, 98). Mervânîler döneminde bölgede az sayıda da olsa Mâlikîler’in varlığı bilinmekte, son dönemlerinde bazı Hanefî fukahasına da rastlanmaktadır. Aynı dönemde İran’ın batısındaki Şehrizor, Dînever, Hemedan, Nihâvend ve Ahvaz yörelerini kapsayan bölgede yaşayan Kürtler’in kurduğu Hasanveyhîler Emirliği’nin (959-1015) başşehri Dînever’de Şâfiî âlimi İbn Kec ed-Dîneverî (ö. 405/1015) kadılık yaptı (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 338; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, XI, 335, 409). Günümüz İran sınırları içinde kalan bu coğrafya hâlâ Şâfiî kimliğini korumaktadır. Sünnî dünyasını tehdit eden Şiî-İsmâilî yayılmacılığı ile mücadele çerçevesinde Selçuklular tarafından kurulan Nizâmiye medreselerinin bu fonksiyonunu Eyyûbîler de sürdürdü. Şiî-Fâtımî Devleti’ne son verdikten sonra hâkim oldukları bölgelerde Sünnî, özellikle de Eş‘arî-Şâfiî düşüncesini yerleştirmeye çalışan Eyyûbîler bu amaçla birçok medrese açtı. Yine bu dönemde Erbil, Düneysir (Kızıltepe), Mardin ve Harran gibi yeni ilim merkezlerinin ortaya çıkışı (Şâkir Mustafa, II, 801) da Kürtler’in yaşadığı bölgelerde ilmî faaliyetlerin artmasına ve Sünnî düşüncenin pekişmesine vesile oldu.
Osmanlılar devrinde Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı coğrafyada önemli mezhep hareketlerinin cereyan ettiği görülmektedir. Başlangıçta Sünnî olan Şeyh Safiyyüddin tarafından kurulan Erdebil Tekkesi Şeyh Cüneyd döneminde Şiîleşme temayülü gösterdi. Şah İsmâil zamanında Safevîler Devleti kuruldu (1501). Güttüğü yayılmacı mezhep politikasının bir sonucu olarak bütün Kürt diyarını işgal eden Şah İsmâil, aralarında kız kardeşinin kocası Melik Halîl Eyyûbî’nin de bulunduğu Kürt beylerinin hemen hemen tamamını hapsetti, Sünnî ulemâ ve halktan birçoğunu öldürdü (M. Emîn Zekî, s. 174). İdrîs-i Bitlisî’nin çabasıyla Kürt beylerinin de destek verdiği Osmanlı ordusunun Şah İsmâil’i yenilgiye uğrattığı Çaldıran Savaşı Kürtler için de bir dönüm noktası teşkil etti. Osmanlılar’la aralarındaki mezhep birliği sayesinde yayılmacı Şiîlik’ten korunan Kürtler arasında Sünnîlik günümüze kadar en yaygın inanç sistemi olarak kaldı. Şeref Han (ö. 1012/1603-1604) o dönemde Kürtler’in büyük çoğunluğunun Sünnî ve Şâfiî olduğunu kaydeder (Şerefnâme, I, 59). Osmanlı Devleti’nin merkez bölgelerinde yaygın olan Hanefîlik de sonraki dönemlerde özellikle Türkler’e komşu olan Kürtler arasında yayılmaya başladı. Bugün Türkiye’de Kürtler’in yaşadığı coğrafyanın batı kesimlerinde Hanefîlik önemli ölçüde benimsenmiştir.
Kürtler arasında İslâm inancının ve Sünnîliğin korunmasında en büyük katkıyı şüphesiz Kürt medreselerinde yetişen, mele/molla ve seyda diye anılan âlimler ve hocalar sağlamıştır. Bu medreselerin Nizâmiye medreseleri geleneğine dayandığı söylenebilir. Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı diğer bölgelerin yanı sıra Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda da yer alan bu medreselerin en meşhurları arasında Nurşin, Tillo, Arvas, Ohin, Aktepe, Cizre, Hınıs ve Zokayd medreseleri sayılabilir. Bunlardan bazılarının kuruluşu da oldukça erken tarihlidir. Nitekim Van’ın Bahçesaray kazasında bulunan Arvas Medresesi’nin 740 (1399) yılında kurulduğundan söz eden bir belge bulunmaktadır (Arvas, I, 214, 232). Kürt medreselerinin verdiği icâzetnâmeler, Osmanlı icâzet sisteminden farklı bir yapıda olmadığından İstanbul’da dahi resmen kabul görüyordu. Bu icâzetnâmelerin İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan Meşihat Arşivi ve Şer‘iyye Sicilleri Arşivi’nde birçok örneğine rastlamak mümkündür. Bu medreselerden icâzet alan bir kimse resmî kurumlarda görev almak istediğinde bir komisyon tarafından imtihana tâbi tutulur ve başarılı olduğunda ataması yapılırdı. Cumhuriyet’in ilânından sonra Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu çerçevesinde medreseler kapatılırken resmî hüviyetleri olmayan Kürt medreseleri bu karardan doğrudan etkilenmediyse de faaliyetleri illegal kapsamda görüldü, bununla birlikte zor şartlar altında da olsa bölge halkının desteğiyle faaliyetlerini günümüze kadar devam ettirdiler. Günümüzde ise Diyarbakır Suffa, Tillo Mücâhidiye ve Nurşin medreseleri gibi çok sayıda öğrenci barındıran bu eğitim kurumlarından bazıları faaliyetlerini Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı resmî Kur’an Kursu olarak sürdürmektedir. Kürt halkının büyük ekseriyetinin saygı duyduğu ve genellikle tasavvufî çevrelerle de irtibatı olan medreselerin etkisi modernleşme süreciyle birlikte azalsa da medreselerin başında bulunan hocalar dinî, kültürel ve siyasî alanlar dışında sosyal hayatta da evlilik, boşanma, miras ve arazi taksimi ile kan davaları gibi anlaşmazlıkların giderilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Kürt coğrafyasında yaşayan müslüman halkı bir arada tutan en önemli unsurların başında tasavvuf ve onların kurumsallaşmış hali olan tarikatlar gelmektedir. Nitekim Sünnî Kürtler arasında tasavvufî hareketlerin yaygın bir şekilde etkin olduğu görülmektedir. Mâcid el-Kürdî, Câkîr el-Kürdî, Mümşâd b. Ali ed-Dîneverî ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin şeyhi Ali el-Kürdî oluşum aşamasından itibaren tarikat silsilelerinde yer alan erken dönem Kürt mutasavvıflardan bazılarıdır (Hâce Abdullah-ı Herevî, Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye, s. 87-88, 209-210). İlk ve en yaygın tarikat olarak kabul edilen Kādirîliğin pîri Abdülkādir-i Geylânî’nin tarikat silsilesinde yer alan Şeyh Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed b. Yûsuf el-Kureşî el-Hekkârî (ö. 486/1093), Vefâiyye tarikatının kurucusu Şeyh Ebü’l-Vefâ el-Bağdâdî el-Kürdî, Kübreviyye ve Nurbahşiyye tarikat silsilelerinin önemli pîrlerinden Ziyâeddin Ammâr b. Muhammed el-Bitlisî, İdrîs-i Bitlisî’nin babası Hüsâmeddîn-i Bitlisî, İbrâhim Zâhid-i Geylânî ve Osmanlı medreselerinin kurucularından Tâceddin el-Kürdî de önde gelen Kürt mutasavvıflar arasında yer alırlar. İslâm tarihinde kendisinden söz ettiren birçok tarikatın Kürtler arasında da müntesipleri bulunmakla birlikte (Tevekkülî, s. 18) Nakşibendiyye ve Kādiriyye en yaygın olanlarıdır. Süreç içerisinde Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin (ö. 1242/1827) etkisiyle Nakşibendîlik Kürtler arasında hâkim tarikat haline geldi. Kürt medreselerinin neredeyse tamamının Nakşibendîlik aidiyeti bulunmasının, bu tarikatın Kürtler’in dinî kimlikleri üzerindeki etkisini arttıran bir unsur olduğu söylenebilir. Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’nin ardından halifesi Osman Sirâceddîn-i Tavîlî (Tevîleî), Seyyid Tâhâ-yı Hekkârî, Hâlid-i Cezerî gibi Kürt-Hâlidî şeyhleri ve aileleri tarafından yaygınlaştırılan Hâlidîlik, Nurşin merkez olmak üzere Kürt coğrafyasının tamamına hâkim olduğu gibi hilâfet merkezi İstanbul dahil bütün Osmanlı coğrafyasında da etkili oldu (bk. HÂLİDİYYE).
BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Târîḫ, Beyrut 2008, III, 169, 555-561; V, 165.
Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (nşr. Saîd Muhammed el-Lahhâm), Beyrut 1997, III, 115.
Hâce Abdullah-ı Herevî, Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye (nşr. Abdülhay Habîbî), Kâbil 1341 hş./1962, s. 87-88, 209-210, ayrıca bk. İndeks.
İbn Ebû Ya‘lâ, Ṭabaḳātü’l-Ḥanâbile (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymîn), Riyad 1419/1999, III, 354, 361, 384, 433-434.
Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), V, 645.
İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Târîḫu’l-Fâriḳī (nşr. Bedevî Abdüllatîf Avâd), Kahire 1959, s. 116, 127, 146.
İbn Cübeyr, er-Riḥle, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 255.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (nşr. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kādî), Beyrut 1987, III, 322-323; VII, 338, 415, 438.
a.mlf., Üsdü’l-ġābe, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 301; V, 310, 351.
Ebû Şâme el-Makdisî, Kitâbü’r-Ravżateyn (nşr. İbrâhim ez-Zeybek), Beyrut 1418/1997, I, 98.
İbn Hallikân, Vefeyât, III, 293; IV, 220.
İzzeddin İbn Şeddâd, el-Aʿlâḳu’l-ḫaṭîre fî ẕikri ümerâʾi’ş-Şâm ve’l-Cezîre (nşr. D. Sourdel), Dımaşk 1953, I, 102-122.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIX, 67-69.
a.mlf., Târîḫu’l-İslâm: sene 471-480, s. 157-158.
Sübkî, Ṭabaḳātü’ş-Şâfiʿiyyeti’l-kübrâ (nşr. Abdülfettâh M. el-Hulv – Mahmûd M. et-Tanâhî), Kahire 1992, IV, 122; VI, 70-74; VII, 57, 195.
Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ali Şîrî), Beyrut 1998, XI, 335, 409.
İbn Receb, eẕ-Ẕeyl ʿalâ Ṭabaḳāti’l-Ḥanâbile (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymîn), Riyad 2005, I, 11-14, 69.
İbnü’l-Mülakkın, Ṭabaḳātü’l-evliyâʾ (nşr. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1415/1994, s. 451-452.
Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ (nşr. Muhammed Zeynühüm – Mediha eş-Şerkāvî), Kahire 1998, IV, 200-205.
Şeref Han, Şerefnâme (trc. M. Ali Avnî), Dımaşk 2006, I, 59.
Lutfî, Târih, I, 286.
M. Emîn Zekî, Ḫulâṣatü târîḫi’l-Kürd ve Kürdistân (trc. M. Ali Avnî), Kahire 1939, s. 174.
M. Raûf Tevekkülî, Târîḫ-i Taṣavvuf der Kürdistân, Tahran 1360 hş., s. 18.
Abdülkerîm b. Muhammed el-Müderris, ʿUlemâʾünâ fî ḫidmeti’l-ʿilm ve’d-dîn (nşr. M. Ali Karadâğî), Bağdad 1403/1983, s. 185-188.
Abdurrahman Qasımlo, İran Kürdistanı, İstanbul 1991, s. 11.
Şâkir Mustafa, Mevsûʿatü düveli’l-ʿâlemi’l-İslâmî ve ricâlihâ, Beyrut 1993, II, 801.
Müfid Yüksel, Kürdistan’da Değişim Süreci, İstanbul 1993, s. 50-68.
a.mlf., “Medresetü’z-Zehrâ Projesini Bugünden Okumak”, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler (ed. Fikret Gedikli), Muş 2013, II, 189-213.
Ahmed Akgündüz – Said Öztürk, 700. Yılında Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 1999, s. 139 vd.
B. Abu Manneh, “The Naqhsbandiyya-Mujaddidiyya and the Khalidiyya in Istanbul in the Early Nineteenth Century”, Studies on Islam and the Ottoman Empire in the 19th Century (1826-1876), İstanbul 2001, s. 105.
M. Zekî Bervârî, el-Kürd ve’d-devletü’l-ʿOs̱mâniyye, Dımaşk 2009, s. 94-97.
M. Halil Çiçek, Şark Medreselerinin Serencâmı, İstanbul 2009, tür.yer.
Terîfe Ahmed Osman Berzencî, İshâmâtü’l-ʿulemâʾi’l-Ekrâd fî binâʾi’l-ḥaḍâreti’l-İslâmiyye ḫilâle’l-ḳarneyni’s-sâbiʿ ve’s̱-s̱âmin el-hicriyeyn, Beyrut 2010, s. 95.
Ahmed Abdülazîz Mahmûd, Enmâṭu sülûkiyyeti’ş-şaḫṣiyyeti’l-Kürdiyye, Erbil 2010, s. 122.
Adalet Çakır, Mehmed Rif‘at Efendi’nin Nefhatü’r-riyâzi’l-âliye’sinde Abdülkādir-i Geylânî ve Kādirîlik, İstanbul 2012, I, 88.
Nimetullah Arvas, “Arvas Medresesi ve Türkiye’deki Entelektüel Çevre Üzerindeki Etkisi”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslâmî İlimler: Uluslararası Sempozyum (ed. İsmail Narin), Bingöl 2013, I, 213-244.
İmran Çelik, “Geleneği Olan Medreseler ve Tarihî Kökenleri (Tillo ve Nurşin Örnekleri)”, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler (ed. Fikret Gedikli), Muş 2013, II, 105-125.
Musa K. Yılmaz, “Kürtlerde Din Eğitimi ve Medreseler”, Kürtler: Toplum, Din (ed. Celil Abuzar), İstanbul 2015, II, 111-125.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#6-siilik-ve-alevilik
3. Şiîlik ve Alevîlik. Kürtler’in büyük çoğunluğu Sünnî (Eş‘arî-Şâfiî) olmakla birlikte Şiî, Kızılbaş/Alevî, Ehl-i Hak/Yârsânî ve Yezîdî Kürtler de bulunmaktadır. Şiî Kürtler ağırlıklı olarak günümüzde İran sınırları içinde kalan, Kürtler’in yaşadığı coğrafyanın güney ve güneybatı uçlarına rastlayan bölgede bulunurlar. Özellikle Irak’ın Hânekīn ve İran’ın Kirmanşah eyaletlerindeki Kürt nüfusun önemli bir kesimi Şiî-Ca‘ferî’dir. Şiî Kürtler İran’da yaşayan Kürt nüfusu içinde azınlıkta kalmakta, bu nüfusun yaklaşık % 25’ini teşkil etmektedirler (Qasımlo, s. 11). İran’ın doğusunda ve kuzeydoğusunda yer alan Kuzey Horasan, Horasân-ı Razavî ve Gülistan eyaletlerinde de Şiî Kürtler yaşamaktadırlar.
Heterodoks karakterli dinî bir fırka olan Kızılbaşlık/Alevîlik daha çok Türkmenler tarafından benimsenmiştir. Nitekim Safevî Devleti’nin kurucu unsurları olan Kızılbaş oymaklarının büyük bir kısmı Türkmen’dir. Ancak günümüzde mevcut Alevî Kürtler’in yanı sıra Hınıslı ve Çemişgezekli gibi Kürt kökenli Safevî taraftarı Alevî/Kızılbaş aşiretlerin varlığı (Sümer, s. 43-56) Alevî Kürtler olgusunun tarihî bir arka planı bulunduğunu göstermektedir. Baştan beri Safevîler’i destekleyen Hınıslı ve Çemişgezekli Kürt aşiretlerinin XVI. yüzyılda bugünkü Tahran’ın güneyinde yaşadıkları ve daha sonra Özbek saldırılarına karşı İran’ın kuzeydoğu sınırını korumak üzere I. Şah Abbas tarafından Horasan’a gönderildikleri bilinmektedir. Minorsky bunların sayısının 15.000 civarında olduğunu söyler (EI² [İng.], V, 457). Alevî Kürtler’in büyük bir kısmı Zazaca konuşmaktadır. Yapılan araştırmalar Siverek, Erzincan ve Varto üçgeninde yaşayan Zazalar’ın azımsanamayacak bir kısmının Alevî olduğunu göstermektedir (EI² [İng.], XI, 491). Bununla birlikte Kurmançça konuşan Alevî Kürtler de mevcuttur.
Andrews’in 1989’da yayımlanan alan araştırmasına göre, Türkiye’deki Kürt Alevîler’in Bingöl (özellikle Karlıova ve Kiğı ilçeleri), Tunceli, Erzincan, Sivas, Yozgat, Elazığ, Malatya, Kahramanmaraş (özellikle Elbistan ve Pazarcık), Kayseri (Pınarbaşı, Sarız, Tomarza ilçeleri) ve Çorum’da (Alaca) birbirine uzak olmayan köylerde yaşadıkları; Adıyaman, Gaziantep, Hatay, Kırşehir, Nevşehir, Samsun ve Tokat illerinde ise dağınık gruplar halinde bulundukları ifade edilmektedir (Türkiye’de Etnik Gruplar, s. 161-162). Martin van Bruinessen, ister Zazaca ister Kurmançça konuşsun bütün Kürt Alevîler’in merkezinin Dersim (Tunceli, Erzincan’ın Kemah ve Tercan ilçeleriyle Bingöl’ün Kiğı ilçesi) olduğunu söylemektedir (Ağa, Şeyh, Devlet, s. 88). Erdal Gezik ise Alevî aşiret mensuplarının genel yerleşim yerlerini Dersim, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Maraş, Erzurum ve Muş olarak vermektedir (Dinsel, Etnik ve Politik Sorunlar, s. 27). Alevîlik/Kızılbaşlık’tan yapısal olarak bazı farklılıklar arzeden Bektaşîliğin Kürtler arasında yayıldığı pek söylenemez. Her ne kadar Hacı Bektaş’ın Velâyetnâme’sinde onun Anadolu’ya gelmeden önce Kürdistan’a uğrayıp ilk müridlerini oradan edindiği kaydedilse de (s. 166) günümüzde Bektaşî Kürtler olgusundan bahsetmek güçtür.
BİBLİYOGRAFYA
Hacı Bektaş, Velâyetnâme (haz. Hamiye Duran), Ankara 2007, s. 166.
E. G. Browne, A Literary History of Persia, Cambridge 1930, IV, 58.
Abdurrahman Qasımlo, İran Kürdistanı, İstanbul 1991, s. 11.
Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1992, s. 43-56.
P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar (trc. Mustafa Küpüşoğlu), İstanbul 1992, s. 72, 96, 161-174.
Kelîmullah-ı Tevahhudî, Ḥareket-i Târîḫî-yi Kürd be Ḫorâsân, Meşhed 1371 hş., I, 25.
I. Mélikoff, Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe (trc. Turan Alptekin), İstanbul 1999.
a.mlf., Uyur İdik Uyardılar: Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları (trc. Turan Alptekin), İstanbul 2009, s. 26, 33-35, 51.
M. van Bruinessen, “Alevî Kürtlerin Kimliği Üzerine Tartışma: Aslını İnkâr Eden Haramzadedir”, Kürtlük, Türklük, Alevilik (trc. Özgür Gökmen), İstanbul 2000, s. 88.
a.mlf., Ağa, Şeyh, Devlet (trc. Remziye Arslan), İstanbul 2003.
Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar, İstanbul 2001, tür.yer.
W. Floor, Safavid Government Institutions, Costa Mesa 2001, s. 58.
Cemal Şener, Alevilerin Etnik Kimliği: Aleviler Kürt mü? Türk mü?, İstanbul 2002, tür.yer.
Erdal Gezik, Dinsel, Etnik ve Politik Sorunlar Bağlamında Alevi Kürtler, İstanbul 2012.
V. Minorsky, “Kurds, Kurdistān”, EI² (İng.), V, 449-464.
L. Paul, “Zâzâ”, a.e., XI, 491-492.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#7-ehl-i-hak-yarsanilik-ve-yezidilik
4. Ehl-i Hak (Yârsânîlik). Farslar ve Âzerî Türkleri arasında müntesipleri bulunduğu gibi bir kısım Kürtler tarafından da benimsenen ve bâtınî karakterli bir fırka olan Ehl-i Hak veya diğer adıyla Yârsânîlik (Yârsâniyye) İran’da büyük ölçüde Kürtler’in yaşadığı Kirmanşah ve Luristan bölgelerinde doğmuş ve bugün de aynı coğrafyada yaşamaktadır. Kuzey Irak’ta Süleymaniye, Kerkük ve Musul şehirlerinde yaşayan az sayıdaki Ehl-i Hak mensubu, yerel halk tarafından Kâkâî (Kâkiyye, Kâkâiyye) diye adlandırılır. Hz. Ali’yi ilâh kabul etme inancını benimseyen Aliilâhîler’e benzer bir hulûl anlayışına sahip olan ve kadîm İran dinlerinin etkisi görülen Ehl-i Hak inancı Kızılbaşlığı çağrıştırmasına rağmen aralarında önemli farklılıklar vardır. Ehl-i Hak mensubu Kürtler’in dili daha ziyade Goranca’dır (Minorsky, sy. 40-41 [1920], s. 19-97; Bruinessen, s. 44; Hamzeh’ee, s. 72, 86 vd.; ayrıca bk. EHL-i HAK).
5. Yezîdîlik. Kürtler arasında görülen dinî inançlardan biri de Yezîdîlik’tir. Musul’a bağlı Şeyhan’da bulunan Bâadre ve Ba‘şîka köyleri müstesna Yezîdîler’in tamamı Kürtler’den oluşmaktadır. İbadet dilleri genelde Kurmançça’dır. Ancak Yezîdîler, kendilerini etnik-dinsel bir kimlikle tanımlamaya özen gösterdiklerinden bir kısım Yezîdîler diğer Kürtler’den ayrılma özelliklerine vurgu yapmaktadır. Günümüzde Ezidîlik olarak da adlandırılan bu inanç grubu, bâtınî karakter taşıması ve pek çok inançtan öğeler almasının da etkisiyle oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu sebeple araştırmacılar adı ve kökeni hakkında farklı tezler ileri sürmüştür. Bir kısmı Yezîdîliğin eski İran dinleri Zerdüştîlik, Sâbiîlik, Maniheizm ve Mitraizm gibi inançların devamı veya değişmiş şekli olduğunu iddia ederken bir kısmı da Yahudilik ve Hıristiyanlığa dayandırmaktadır. Yezîdîler ise kendi kökenlerini Hz. Âdem’e kadar gerilere götürürler. Ancak klasik İslâm kaynakları ile Yezîdîler’in klasik dinî metinleri incelendiğinde Yezîdîliğin kökeninin İslâm mutasavvıflarından Adî b. Müsâfir (ö. 557/ 1162) ve onun kurduğu Adeviyye tarikatına dayandığı anlaşılır. Klasik Yezîdî dinî metinlerinde Adî b. Müsâfir öncesine ait herhangi bir referans bulunmamaktadır.
Emevî kökenli Ehl-i sünnet mensubu bir âlim ve mutasavvıf olan Adî b. Müsâfir, Musul’un kuzeyindeki Lâleş’te (Lâliş) bir zâviye inşa etmiş, ömrünün sonuna kadar münzevi bir hayat sürüp ilim ve irşadla uğraşmıştır. İrşad faaliyetleri sonucu tarikatı Kürtler arasında büyük oranda yayılmış, bundan dolayı kendisine “şeyhü’l-Ekrâd” lakabı da verilmiştir. Adeviyye tarikatı Suriye ve Mısır’da varlığını XVI. yüzyıla kadar sürdürmesine rağmen sonraları Sünnîler arasında müntesibi kalmamıştır. Hakkâri bölgesindeki Adeviyye ise bâtınî karakterli Yezîdîliğe dönüşmüştür. Adeviyye tarikatının ne zaman tasavvufî bir yapıdan Yezîdîliğe dönüştüğü henüz tam olarak bilinmemekle beraber bugünkü şekliyle Yezîdîliğin farklılaşma sürecinde Hakkâri ve çevresinde kalan tarikat mensuplarının önemli bir rol üstlendiği anlaşılmaktadır. Bu topluluk Şiîler’in ve bir kısım Sünnîler’in Emevî halifesi Yezîd b. Muâviye aleyhtarı söylemlerine bir tepki olarak Yezîd’i savunmuş, zamanla Şeyh Adî ve Yezîd konusunda diğer müslümanlarca aşırı kabul edilen bazı fikirler benimseyerek farklı bir hüviyete bürünmüştür. Özellikle Şeyh Hasan’ın vefatı üzerine tarikat mürşidsiz kalmış, mensupları eski din ve kültürlerle yoğrulmuş fikirlere sahip yeni bir dinî yapılanmaya gitmiş ve süreç içinde büyük değişim göstererek Yezîdîliğin nüvesini oluşturmuştur. XIV. yüzyılda en önemli yedi Kürt aşiretinin Yezîdî olduğu, bu aşiretlerin en geç XV-XVI. yüzyıllarda Musul, Süleymaniye, Halep, Kilis, Maraş, Van, Cizre, Diyarbekir ve Mardin gibi geniş bir coğrafyada yayılarak bölgenin siyasî gelişmesinde rol oynadıkları, bazan Safevîler’in bazan da Osmanlılar’ın hâkimiyeti altına girdikleri kaydedilmektedir (Şeref Han, s. 209, 315-317, 355, 368, 392).
Osmanlı döneminde genelde müslüman nüfus içinde kabul edilen Yezîdîler, itikadî açıdan yaşadıkları farklılaşmalar sebebiyle Sünnî Kürtler’den ayrı mütalaa edilmekte ve itikadı bozuk taife olarak isimlendirilmekteydi. Şeref Han’ın naklettiğine göre Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerinde devlet tarafından kısa süreli de olsa Yezîdîler’e Kilis ve Revândiz beylikleri verilmişti (Şerefnâme, s. 317-318, 355, 368-369). Ancak tarihî süreçte Yezîdîler gerek Osmanlılar’la gerekse iç içe yaşadıkları Sünnî Kürt yerel yöneticilerle gerilimler yaşamışlardır. Bu gerilimlerin arkasında siyasî sebeplerin yanı sıra çevrelerindeki müslüman ve hıristiyanlarca şeytana tapma olarak yorumlanan Melek Tâvûs inancı gibi inançlar da yatmaktadır.
Günümüz Yezîdîleri’nin çoğunluğu merkezleri durumundaki Musul’un Şeyhan ve Cebelisincar bölgelerinde yaşarlar. Suriye, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Moskova ve İran’da çok sınırlı sayıda Yezîdî vardır. Daha çok Mardin, Şırnak, Şanlıurfa, Diyarbakır, Siirt, Batman ve Hakkâri illerine bağlı köylerde ve mezralarda yaşamakta olan Türkiyeli Yezîdîler, 1970’li yıllardan itibaren gerek sosyal ve siyasal sebeplerle gerekse iş bulmak amacıyla Türkiye’nin farklı şehirlerine ve Avrupa’ya göç ettiler. Göçlerden sonra söz konusu illerde sayıları büyük ölçüde azaldı, kimi Yezîdî köyleri ise tamamen boşaldı. Nüfusları hakkında çelişkili rakamlar verilmekteyse de 700 bini aşkın bir nüfusa sahip oldukları tahmin edilmektedir. Bunun 40.000’i Avrupa’da, 80.000’i Kafkasya ve Rusya’da bulunmaktadır. Türkiye’de yaşayan Yezîdîler’in nüfusu hakkında da güvenilir istatistikî veriler bulunmadığı için 3000’den 70.000’e kadar değişik rakamlar verilmektedir (ayrıca bk. ADÎ b. MÜSÂFİR; YEZÎDİYYE).
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1989, III, 412.
Şeref Han, Şerefnâme: Dîroka Kurdistanê (trc. Ziya Avcı [Soranca’dan Kurmancca’ya]), İstanbul 2007, s. 209, 315-317, 355, 368-369, 392.
İsmâil Bek Çöl, el-Yezîdiyye ḳadîmen ve ḥadîs̱en, Beyrut 1934.
Abbas el-Azzâvî, Târîḫu’l-Yezîdiyye ve aṣlü ʿaḳīdetihim, Bağdad 1354/1935, s. 38-158.
Sıddîk ed-Demlûcî, el-Yezîdiyye, Musul 1949, s. 43-351.
Abdürrezzâk el-Hasenî, el-Yezîdiyyûn fî ḥâżırihim ve mâżîhim, Sayda 1951, s. 7-31.
Tavfiq Wahby, “The Remnants of Mithraism in Hatra and Iraqi Kurdistan, and its Traces in Yazidism”, School of Oriental and African Studies, London 1962, s. 15-16, 21.
M. Reza Hamzeh’ee, Yaresan (Ehl-i Hak) (trc. Ergin Öpengin), İstanbul 1990.
R. Lescot, Yezîdîler: Din Tarih ve Toplumsal Hayat Cebel Sincar ve Suriye Yezîdileri (trc. Ayşe Meral), İstanbul 2001, s. 41-73.
J. S. Guest, Yezidilerin Tarihi (trc. İbrahim Bingöl), İstanbul 2001, tür.yer.
M. van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet (trc. Banu Yalkut), İstanbul 2003, s. 44-47.
Züheyr Kâzım Abbûd, Ṭâvûs Melek, Süleymaniye 2005, s. 141-181.
Christine Allison, Yezidi Sözlü Kültürü (trc. Fahriye Adsay), İstanbul 2007, s. 44-103.
Philip G. Kreyenbroek, Avrupa’da Yezidilik: Farklı Kuşaklar Dinleri Hakkında Konuşuyor (trc. Hikmet İlhan), İstanbul 2011, s. 39-57.
a.mlf. – Xelîl Cundî Reşow, Tanrı ve Şeyh Adî Kusursuzdur: Yezidi Tarihinden Kutsal Şiirler ve Dinsel Anlatılar (trc. İbrahim Bingöl), İstanbul 2011, s. 23-76.
Metin Bozan, Şeyh ‘Adî bin Müsafir: Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri, İstanbul 2012, s. 18-177.
V. Minorsky, “Notes sur la secte des Ahlé-Haqq”, RMM, sy. 40-41 (1920), s. 19-97; sy. 44-45 (1921), s. 205-302.
Chaukeddin Issa, “Yezîd Ibn Muaviyye ve Yezidiler”, Dengê Êzîdiya, sy. 6-7, Oldenburg 1997, s. 22-25.
Ahmet Taşğın, “Yezîdiyye”, DİA, XLIII, 525-527.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#8-dil-ve-edebiyat
III. DİL ve EDEBİYAT
1. Dil. Kürtçe Hint-Avrupa dil ailesinin İranî diller kolunun kuzeybatı grubuna girer. İranî dillerin genelde üç aşaması olduğu kabul edilir. Son aşama İslâmî dönemle başlamış olup orta aşama milâttan önce III. yüzyıla, kadîm aşama ise milâttan önce 2000 yıllarına kadar gider. Orta dönem İran dillerine ait belgeler kadîm döneme göre daha çoktur. Bu dillerin en önemlileri Partça (m.ö. 200 - m.s. 220) ve Orta Farsça’dır (220-650). Her ikisi de Batı İran dil grubuna girmekle beraber Partça kuzeybatı, Orta Farsça ise güneybatıda yayılmıştır. Kürtçe orta dönemdeki kökeni Partça, kadîm dönemdeki kökeni Medce (m.ö. 700-500) olan kuzeybatı grubuna giren bir dildir. Fonetik açıdan bakıldığında Zazaca (Zazakî) ve Goranca’nın (Goranî) Partça’ya en yakın Kürdî diller olduğu İranistler tarafından kabul edilmektedir. Diğer Kürdî diller olan Kurmançça (Kurmancî) ve Soranca’nın (Soranî) Partça’nın devamı olması meselesi tartışma konusudur. Bununla birlikte Partça bazı cümlelerle günümüz Kurmançça’sındaki karşılıkları arasında görülen benzerlik (bk. Boyce, II, 34) şaşırtıcı bir şekilde Kurmançça’nın Partça ile olan yakınlığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan Kürtçe’nin kadîm dönemdeki öncüsü olduğu iddia edilen Medce ile olan ilişkisi de Kürtçe’nin kökeninin Medce’ye kadar gittiğine dair genel bir kabule dayanmaktadır. Ancak günümüze ulaşan Medce bir metin bulunmadığı için bu ilişkiyi belgelendirmek güçtür (XV. yüzyıla ait Ermeni alfabesiyle yazılmış bir yazmadaki Medce dua cümlesinin Kürtçe ile irtibatı hakkında bk. MacKenzie, s. 354-355).
Kürtçe’nin tasnifine gelince, Şeref Han’ın daha 1594 yılında Farsça olarak kaleme aldığı eserinde Kürt topluluk ve aşiretlerini dil, gelenek ve sosyal konumları açısından Kurmanç (Kurmanc), Goran, Lur ve Kelhûr olmak üzere dört guruba, dolayısıyla Kürtçe’yi de günümüz tasnifleriyle büyük bir paralellik içerisinde Kurmançça (Kurmancî), Goranca (Goranî), Lurca (Lurî) ve Kelhûrca (Kelhûrî) olmak üzere dört kola ayırması dikkat çekicidir (bk. Şerefnâme, s. 101). Bugünkü tasniflerin Şeref Han’dan ayrılan yönü dördüncü kola üçüncü kol içerisinde yer verilmesidir. Kurmançça kolu kendi içerisinde Yukarı (Kuzey) Kurmançça ve Aşağı Kurmançça olarak iki alt kola ayrılmakla birlikte, günümüzde Kurmançça dendiğinde sadece Yukarı Kurmançça anlaşılmakta, Aşağı Kurmançça ise Soranca diye adlandırılmaktadır. Yukarı Kurmançça’nın Bâyezîdî, Hekkârî, Botî, Aşîtî, Bâdînî ve Fırat; Aşağı Kurmançça’nın ise Mûkriyânî (Mehâbâdî), Erdelânî (Sineyî), Bâbânî (Silêmânî), Germiyânî (Kerkûkî), Çomanî, Kelarî, Piştderî ve Hewlêrî gibi ağızları vardır. Şeref Han’ın tasnifine göre Kürtçe’nin ikinci kolu olan Goranca günümüzde dil bilimciler tarafından Zazaca ile birlikte “Goranî-Zazakî” şeklinde anılmaktadır. Şeref Han’ın “Kürdistan’ın Diğer Bazı Bey ve Hükümdarları” başlığı altında Eğil, Palu, Çermik ve Süveydî gibi Zaza beyliklerine Kürt beylikleri içerisinde yer vermesine rağmen (Şerefnâme, s. 259, 274-286) Kürt toplulukları, aşiretleri ve dilleri arasında Zazaları ve Zazaca’yı saymaması, onun da günümüzdeki yaklaşımlara uygun olarak Zazaca ile Goranca’yı aynı kategoride kabul ettiğini gösterir. Bu kol doğal olarak kendi içinde Goranca ve Zazaca diye iki alt kola ayrılmaktadır. Goranca kolunun Hevremî, Bâcelânî, Şebekî ve Şârezûrî; Zazaca kolunun da Dersimî, Pâlûyî, Pîrânî, Sveregî gibi ağızları bulunmaktadır. Kürtçe’nin üçüncü kolu olan Lurca’nın ise Kirmaşanî, Behtiyârî, Hânekīnî, Mendelâvî, Kasırşîrînî, Feylî, Lekî, Kelhûrî ve Mâmesânî gibi ağızları vardır. Şeref Han’ın tasnifine göre Kürtçe’nin dördüncü kolu olan Kelhûrca’nın aslında Lurca’nın bir ağzı olduğunu kabul etmek, dolayısıyla Kürtçe’yi üç kol şeklinde tasnif etmek daha uygun görünmektedir.
Şeref Han’ın bu dörtlü taksimi daha XX. yüzyılın başlarında Diyarbekirli Ziya Gökalp ve Süleymaniyeli Tevfik Vehbi gibi isimler tarafından temel alınmıştır. Gökalp bu kolları kadîm Kürtçe’de birleşen Kürdî diller olarak nitelemektedir (Kürt Aşiretleri, s. 24-25). Kolların her birinin kendi bölgesinde müstakil bir şekilde gelişmesi, muhatapların birbirini anlamamaları ve her birine ait müstakil bir edebiyatın oluşması, Gökalp’in bu kolları Kürtçe’nin lehçeleri olarak değil, kökenleri kadîm Kürtçe’ye dayanan müstakil diller olarak nitelendirmesini haklı kılmaktadır. Kürtçe’nin dağılışına bakıldığında şöyle bir tablo ortaya çıkar: Kurmançça Türkiye sınırları içindeki Kürtler’in büyük bir bölümü ile Suriye, Ermenistan, Gürcistan, Afganistan ve Kazakistan’daki Kürtler’in tamamı, Irak ve İran Kürtleri’nin bir bölümü tarafından; Soranca, Goranca ve Lurca Irak ve İran Kürtleri’nin bir bölümü tarafından; Zazaca da Türkiye Kürtleri’nin bir bölümü tarafından konuşulmaktadır. Kürtçe’nin bu kolları içerisinde en yaygın olanı Kurmançça’dır. Kürtçe’nin izogloslarına bakıldığında fonolojik açıdan Kurmançça ve Soranca’nın kendi aralarında bir grup, Goranca ve Zazaca’nın ise bir başka grup oluşturdukları görülmektedir. Bu da yukarıda verilen tasnifle tam bir paralellik arzeder. Yapısal olarak bakıldığında Kürtçe’nin, kelimelerin aldıkları ön ek ve son eklerle çekimli, kelimelerin yapısındaki ses değişimleri ve büküm ekleriyle de bükümlü bir dil özelliğini taşıdığı görülmektedir.
2. Edebiyat. a) Yazılı/Klasik Edebiyat. İslâm öncesi dönemden günümüze ulaşmış yazılı Kürtçe’ye dair herhangi bir belgenin varlığı tartışmalıdır. Kürtçe oldukları söylenen belgelerin bir kısmının (Avesta ve Hevreman yazıtları) Kürtçe olduğu hususunda görüş birliği bulunmamakta, bir kısmının da (Boraboz ve Halil Mendelîcî’nin şiirleri) gerçekliği ile ilgili şüpheler ileri sürülmektedir. Bununla birlikte Keldânî yazarı İbn Vahşiyye’nin (IV./X. yüzyıl) kendi dönemine kadar dünyada kullanılagelen alfabeler hakkında yazdığı Şevḳu’l-müstehâm fî maʿrifeti rumûzi’l-aḳlâm adlı eserinde verdiği bilgiler Kürtçe’nin en azından orta dönemlerine ait önemli ipuçları sunmaktadır. Müellif bu eserinde Bînûşâd ve Mâssî-Sûrâtî Kürtleri’ne has bir alfabenin var olduğunu, kendisinin bu alfabe ile yazılmış otuz eseri gördüğünü, bunlardan biri üzüm ve hurma bağları, diğeri su kaynakları hakkında yazılmış olan iki tanesini Kürtçe’den Arapça’ya çevirdiğini ifade etmektedir (s. 134-135). Şevḳu’l-müstehâm’da Mâssî-Sûrâtî alfabesindeki harf şekilleri de yer almakta, ancak bu alfabe ile yazıldığı söylenen söz konusu eserlerin âkıbeti konusunda elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Kürtler’in yazılı edebiyatı İslâmî dönemle birlikte başlar. X. yüzyılda Saffârîler döneminde ilk Farsça edebî ürünler, Hasanveyhîler döneminde de ilk Kürtçe edebî ürünler ortaya çıktı. Bu dönemdeki Kürtçe edebî ürünler Lurca olduğundan, Kürtçe’nin edebî eserler verilen ilk kolunun Lurca olduğu söylenebilir. XIV-XV. yüzyıllarda Goranca, XVI. yüzyılda Kurmançça, XIX. yüzyılda Soranca (Aşağı Kurmançça) ve nihayet XX. yüzyılda Zazaca edebî ürünler verilmeye başlandı. Lurca edebî eser yazan en önemli isim Baba Tâhir-i Uryân’dır (ö. 447/1055 [?]). Baba Tâhir az sayıda gazel yazmış olmakla beraber asıl olarak “dûbeytî” adı verilen kıtalarıyla şöhret kazandı. Kimliği hususunda tartışmalar olsa da nisbet edildiği Hemedan şehrinin tarihî dönemlerde Medler’in, kendi zamanında ise Hasanveyh hükümetinin başşehri olması Baba Tâhir’in Kürt menşeine işaret etmektedir. Bunu destekleyen bir diğer husus da Baba Tâhir’in mensup olduğu Lurlar’ın tarihî kaynaklarda Kürtler’in bir kolu olarak gösterilmesidir. Aynı dönemde yaşayan Fars şairlerinin kullandıkları dil günümüz Farsçası ile paralellik arzederken Baba Tâhir’in dilinin farklılık arzetmesi ve Baba Tâhir’e ait dûbeytîlerdeki pek çok orijinal kelimenin kâtipler tarafından Farsça versiyonlarıyla değiştirilmiş olması bu şiirlerin Farsça olmadığını açıkça ortaya koyar (bk. BABA TÂHİR-i URYÂN). Baba Tâhir’den sonra Lurca yazan pek az sayıda şair yetişmiş olmakla birlikte daha sonraki yüzyıllara ait olan ve üzerinde “Lurî” kaydı bulunan bazı şiirler günümüze ulaşmıştır. XV. yüzyılda yaşayan Ebû İshak Hallâc-ı Şîrâzî’nin Dîvân-ı Eṭʿime’sindeki bir şiirle 1784’te yazılan ve Petersburg’da muhafaza edilen bir şiir mecmuasında Kādî Mengûre ve Şehmîr-i Lur’a ait şiirler buna örnek olarak verilebilir.
İran sahasında Kürt edebiyatı başta Hevreman olmak üzere Luristan ve Erdelân bölgelerinde Goranca’nın bir kolu olan Hevremanca (Hewremî) sayesinde gelişti. Hevreman bölgesinde daha X. yüzyılda Yârsân/Ehl-i Hak inancına mensup pîrler arasında ortaya çıkan ve son yüzyılda yazıya geçirilen Yârsân sözlü edebiyatı bir yana yazılı Goran/Hevreman edebiyatının bilinen ilk temsilcisi, Perîşannâme adlı mesnevisi günümüze ulaşan Hurûfî ve Şiî meyillere sahip Melâ Perîşân-i Dîneverî’dir (ö. 824/1421). Melâ Perîşân’dan sonra yazılı Goran edebiyatı özellikle Erdelân beylerinin himayesinde XIX. yüzyılın ortalarından bu beyliğin yıkılışına kadar kesintisiz biçimde varlığını sürdürdü. XVI ve XVII. yüzyıllarda Îl Beg-i (Êl Begê) Câf, Yûsuf Yâske, Şeyh Ahmed-i Tehtî Merdûhî ve Bîserânî gibi şairlerin yetiştiği Goran edebiyatı XVIII. yüzyıl itibariyle büyük bir gelişme kaydetti. Bu dönemin en önemli şairlerinden sayılan Hânâ-yi Kubâdî eserlerinin başında Kürt diline özel vurgu yaparak Nizâmî-yi Gencevî’nin izinde Ḫüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Yûsuf u Züleyḫâ, Sultan İbrâhim, Noşaferîn ve İskendernâme adlı beş mesnevisini (hamse) kaleme aldı. Kubâdî ile çağdaş olan Elmâs Hân-i Kendoleyî de onun gibi Leylâ û Mecnûn mesnevisinin yanı sıra Rüstem û Sührâb (Zorâb) ve benzeri pek çok epik mesnevi yazdı. Velî Dîvâne (1745-1801), Rencûrî-yi Kerkûkî, Mirza Şefî-i Câmerîzî, Gulâm Rızâ-yı Erkevâzî, Seydî, Seyyid Ya‘kūb-i Mâhîdeştî, Melâ Fettâh-ı Cebbârî, Melâ Veledhân, Ahmed Beg-i Komâsî, Mevlevî, Sâlih, Kādir, Tâhir ve Mirza Halîl (ö. 1923) gibi isimler XVIII ve XIX. yüzyıllarda yetişen önemli Goran şairleridir. Klasik Goran edebiyatının dikkat çekici bir özelliği, Firdevsî’nin Şehnâme’sindeki tarihî-efsanevî olayların tek tek Goranca’ya aktarılması ve bu eserlerin tamamının kolektif bir şekilde Şehnâme-i Kürdî olarak adlandırılmasıdır. Goran edebiyatında Şehnâme-i Kürdî kategorisine giren otuz kadar eser tesbit edilmiştir ki bunların beyit sayısı 60.000’i geçmektedir. Îran û Tûran (7000 beyit), Heft Leşker (5500 beyit), Menîce û Bîjen (2080 beyit), Rüstem û Zenûn (1280 beyit), Rüstem û Sührâb (1100 beyit) mesnevileri bu tür eserlere örnek olarak verilebilir (Çemenara, s. 136-137). Kendoleyî’nin Rüstem û Sührâb’ı gibi bazıları dışarıda bırakılacak olursa bu mesnevilerin nâzımları bilinmemektedir. Klasik Goran edebiyatının tamamında görülen ve onu daha sonra gelişecek olan klasik Kurmanç ve Soran edebiyatlarından ayıran en önemli özellik şiirlerin aruz vezniyle yazılmamış olmasıdır. Goran şairleri millî vezin olarak da adlandırılan ve kendi içerisinde beşerli iki parçaya bölünen onlu hece veznini kullandılar. Bu edebiyatın bir diğer özelliği de aşk ve kahramanlık mesnevilerinin yanı sıra divanlarda da nazım şekli olarak mesnevi kalıbının kullanılmış olmasıdır.
Kürt edebiyatının diğer ana kollarına göre daha geniş bir coğrafyaya yayılan Kurmanç edebiyatı ilk ürünlerini XV-XVI. yüzyıllarda verdi. Her ne kadar Abbâsîler döneminin ikinci yarısında (X-XIII. yüzyıllar) Kürtler’le ilişkilendirilen Revvâdîler, Şeddâdîler, Hezbânîler, Mervânîler ve Eyyûbîler gibi hânedan ve devletler kurulmuşsa da bu dönemde kurumsallaşmasını henüz tamamlamış olan medreselerde eğitim dilinin Arapça olması ve hâkimiyetlerinin dilde dönüşümü sağlayacak kadar uzun bir süre devam edememesi bu hânedanlar döneminde Kürtçe’nin yazı ve edebiyat dili haline gelmesine imkân vermedi. Bununla birlikte aynı dönemde Hasan-ı Peşnevî gibi Arapça şiir yazan Peşnevî Kurmanç Kürtleri’ne mensup (günümüzün Şırnak bölgesi) bir şairin şiirlerinde milliyetini ve Mervânî Devleti’ni (983-1085) övünç kaynağı haline getirmesi daha o dönemde Kürtçe’ye karşı bir ilginin başladığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
XIII. yüzyılda Abbâsî Devleti’nin ve adı geçen hânedanların ortadan kalkmasının ardından Çölemerik (Hakkâri), Cizre, Bitlis, Âmediye ve Senendec gibi şehirlerde yerel Kürt beylikleri kuruldu. XVI. yüzyıla gelindiğinde bu beylikler hem güçlendi hem de sayıları arttı ve özellikle Çaldıran Savaşı’dan sonra bölgede oluşan nisbî sükûnet ortamının da etkisiyle hemen hemen bütün beylik merkezlerinde yeni büyük medreseler kuruldu. Bu medreselerde verilen Kürtçe eğitim ve dönemin siyasî istikrarı Kurmançça’nın yazı ve edebiyat dili haline gelmesini sağladı. Bunun doğal bir sonucu olarak Osmanlı sahasında Kurmanç edebiyatı ortaya çıkıp gelişti. Rusya Kürdoloji ekolü Kurmanç şairlerini XVI. yüzyıldan çok daha gerilere kadar götürmüşse de (Jaba, s. 7-11) günümüzde ortaya çıkan belgeler bu şairlerin o kadar erken bir tarihte yaşadıklarını iddia etmeyi imkânsız hale getirmektedir. Eldeki bütün veriler Kurmanç edebiyatının büyük ekseriyetle XVI. yüzyılda doğduğunu gösterir. Bitlis doğuş döneminde Kurmanç edebiyatının önemli bir merkezidir. Yavuz Sultan Selim için kaleme aldığı Selimnâme’siyle tanınan ve Kürtçe dahil altı dilde şiir yazdığını bizzat kendisi ifade eden Şükrî-yi Bitlisî’nin (ö. 937/1531 [?]) şiirleri (Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, s. 233) ve Bitlis civarındaki Derzin Beyliği’nde yirmi beş yıl beylik görevinde bulunan Mîr Ya‘kūb-i Zirkî’nin (ö. 986/1579) divanı (Şerefnâme, s. 333) gibi bu dönemde verilen edebî ürünler günümüze ulaşmamıştır. Yine bu dönemde Âmediye Beyliği’nde yaşayan Hamîdî’nin, Âmediye beyi Sultan Hüseyn-i Velî (ö. 1573) için yazdığı kaside ise yakın dönemde gün yüzüne çıkmıştır (Doskî, s. 19).
Rusya Kürdoloji ekolüne göre X. yüzyılda yaşamış olan Alî-yi Harîrî (Eliyê Herîrî), pek çok araştırmada ise XI. yüzyılda yaşayan en eski Kürt şairi olarak kabul edilmektedir. Ancak diğer Kurmanç şairlerinin tamamının XVI. yüzyıl ve sonrasında yaşamış olması, daha önceki yüzyıllarda Kurmanç edebiyatının ortaya çıkması için uygun bir ortamın teşekkül etmemiş olması gibi hususlar Harîrî’nin de XVI. yüzyılda yaşamış olabileceğini düşündürmektedir. Bununla birlikte Şeyh Ahmed-i Hânî’nin (ö. 1119/1707 [?]) kendisinden önce yaşamış Kürt şairlerini zikrederken Fakī-yi Teyrân (ö. 1050/1640 [?]) ve Molla Cezerî’den (Melâ-yi Cizîrî; ö. 1050/1640) önce Harîrî’ye değinmesinden de anlaşılacağı üzere ona şiirleri günümüze ulaşan en eski Kurmanç şairi gözüyle bakılabilir. Günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içindeki Harîr kasabasına nisbetle anılan bu şairin bir divançe oluşturacak sayıda şiiri ve Borê Qer/Qewlê Hespê Reş adında cenknâme türünde bir manzumesi bugüne ulaşmıştır.
Kürt edebiyatının en tanınmış şahsiyetlerinden olan Molla Cezerî, Cizre’deki Kırmızı Medrese’de müderrislik yapmış, Cizre beylerinin saray şairi olmuş ve onların özel kabristanına defnedilmiştir. Kürt edebiyatının tamamı düşünüldüğünde ilk Kürtçe mürettep divanın sahibi olan, Kürtçe gazel türünün kurucusu sayılan ve ilâhî aşk ile tasavvufî irfanı en iyi şekilde terennüm eden Molla Cezerî Kürt edebiyatında bir ekol olmuş ve kendisinden sonraki hemen her Kürt şairini bir şekilde etkilemiştir (bk. MOLLA CEZERÎ). Cizre’ye gelip Molla Cezerî ile müşâarede bulunan iki çağdaşı, Müküslü (Bahçesaray) Fakī-yi Teyrân ile Hakkâri beylerinden “Sabûrî” mahlaslı Mîr İmâdüddin de yine bu dönemin dikkat çeken şairleridir. Mîr İmâdüddin’den günümüze bir miktar şiir, Teyrân’dan ise hacimli bir divan ulaşmıştır. Klasik şiirle halk şiiri arasında bir köprü vazifesi gören Teyrân’ın şiirlerinde sade bir dille tabiat, su ve hayvan temalarına önem verdiği görülmektedir. Onun edebî eserleri arasında Doğu kültüründen ilhamla yazmış olduğu Şeyhê San’ân ve Bersîsê Âbid manzumelerini, Mervânîler döneminde günümüz Silvan şehrinde meydana gelen Zembîlfiroş adlı aşk hikâyesini ve 1609-1610 yıllarında İran’daki Dimdim Kalesi’nin sahipleri olan Bradost Kürtleri ile İran Şahı Şah Abbas arasında vuku bulan savaşta yok olan Kürtler’in trajedisini ele aldığı Beyta Dimdim / Kela Dimdim manzumesini de zikretmek gerekir (bk. FAKĪ-yi TEYRÂN).
XVII. yüzyılda bu şairlerden sonra gelen ve dikkati çeken bir diğer şair Şeyh Şemseddîn-i Kutb-i Ahlâtî’dir. Ahlat doğumlu (1588) olan ve Halvetiyye tarikatına intisap eden şair, gençlik yıllarında Âmediye Beyliği sınırlarında bulunan ve günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı Duhok şehrine yakın olan Birîfkân adlı bir köye yerleşti ve inşa ettiği tekkede elli üç yıl postnişinlik yaptıktan sonra 1674’te orada vefat etti. Şiirlerinde “Halvetî” mahlasını kullanan şairin, tarikatının prensiplerine uygun olarak sahralarda yaşaması ve şiirlerinde sahralardaki hayvanların ses taklitlerine yer vermesi dikkat çekicidir. Divanından sadece on altı şiiri günümüze kadar gelebilen Halvetî’nin soyundan başka şairler de çıktı. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Şeyh Ahmed-i Hânî (ö. 1119/1707 [?]), Kürt edebiyatında çığır açan önemli bir şairdir. Kendisi Nakşibendî tarikatına mensup olmakla beraber bir tekke şairi değildir. Onun en önemli eseri destansı bir aşk hikâyesini anlattığı Mem û Zîn adlı mesnevisidir. Böylece Hânî, Fars edebiyatında Nizâmî-yi Gencevî’nin kurucusu olduğu aşk mesnevisi geleneğinin Kürt edebiyatındaki en önemli temsilcisi oldu. Ahmed-i Hânî’nin dikkat çeken bir yönü de eserinin dîbâcesinin methiye kısmında Doğubayazıt beyini öveceği yerde onu ve diğer Kürt beylerini aralarında gerçekleşmeyen siyasî birlikten dolayı kınamış olması ve sebeb-i te’lif kısmında eserini niçin Kürtçe yazdığını ifade ederken Kürt diline özel bir önem atfetmesidir. Hânî bu düşünceleri çerçevesinde Kürtçe’nin medrese müfredatı içerisine girmesi için her biri türünde ilk olan iki eser daha kaleme aldı. Bunlardan biri Kürtçe-Arapça manzum bir sözlük olan Nûbahârâ Bıçûkân, diğeri de ʿAḳīdâ îmânê adlı Kürtçe bir akaid manzumesidir. Hânî’nin ayrıca bir divan oluşturacak kadar şiirleri de günümüze ulaşmıştır. Onun erken bir dönemde Kürtler’in kimliğine ilişkin ortaya koyduğu yaklaşımlar ve bu konuda verdiği eserler kendisini modern dönemde Kürt aydınları arasında özel bir konuma yükseltmiştir. Hânî’nin her üç eserinin de takipçileri vardır. Kendisi daha hayatta iken talebelerinden İsmâil Bâyezîdî onun izinde Gülzâr adlı üç dilli (Arapça, Farsça ve Kürtçe) manzum bir sözlük yazdı ve bu gelenek daha sonra başka takipçiler tarafından da sürdürüldü. ʿAḳīdâ îmânê ise önce Molla Halil Siirdî’yi ve onun üzerinden daha başka pek çok kişiyi etkiledi. Hânî’den sonra Mem û Zîn’in izinde pek çok Kürtçe aşk mesnevisi yazılması, ayrıca Mem û Zîn’in Osmanlı döneminde Bitlisli Ahmed Fâik, Diyarbekirli Abdülaziz Hâlis, Âkif-i Vânî ve Âşık Osman Sîpkî tarafından Osmanlı Türkçesi’ne, yüzyılımızda da Türkiye Türkçesi, Arapça, Farsça, Âzerî Türkçesi, Rusça, Almanca, İngilizce, Fransızca, İsveççe ve Felemenkçe’ye çevrilmiş olması, onun etkisinin Kürtçe’yi de aştığını gösterir (bk. HÂNÎ, Şeyh Ahmed). XVII. yüzyılın ikinci derecedeki şairleri olarak günümüze çeşitli şiirleri ulaşan Ramazân-ı Cizîrî, Âgāûkî-yi Bîdârî, Hâlid Âgā-yi Zîbârî ve Melâ Ramazân-ı Abbâsî ile Kurmanç Kürtleri’nin anavatanından çok uzak bir bölgede İran’ın Horasan bölgesinde Kurmançça şiir yazan İbn Garîb’den söz etmek gerekir.
XVIII. yüzyıl Kurmanç edebiyatında önemli mesnevi şairlerinin yetiştiği bir dönemdir. Bunlardan birisi Süleyman Çelebi mevlidinin üslûbunu takip ederek ilk Kürtçe mevlidi kaleme alan ve bu alanda Kürt edebiyatında büyük bir çığır açan Beytüşşebaplı Melâ-yi Bâteyî’dir. Gazel tarzı şiirler de yazmış olan Bâteyî’nin tevhid ve na‘tları ile birlikte mevlidi Kurmanç edebiyatında dinî edebiyatın temelini oluşturmuştur. Kurmançça ilk Yûsuf û Züleyha mesnevisini kaleme alan Hizanlı Selîmî ve ilk Leylâ û Mecnûn mesnevisini yazan Bitlisli Sevâdî bu yüzyılın önde gelen diğer mesnevi şairleridir. Sevâdî’nin aynı zamanda bir Yûsuf û Züleyha yazdığı da söylenir. XVIII. yüzyıl Kürt edebiyatına ait diğer bir orijinal eser Şeyh Hâlid-i Zîbârî tarafından cenknâme türünde kaleme alınan Sîsebân adlı manzumedir. Bu yüzyılda yetişen Kürt şairleri arasında Âmediye Beyliği (günümüzde Irak Kürdistanı) sınırları içerisinde yaşayan Melâ Mansûr-i Girgâşî, Seyfî-yi Şûşî, Muradhân-ı Bayezîdî, Îsmâil-i Bâyezîdî, Mâcin, Mînâ ve Sâdık sayılabilir. XVIII. yüzyılda Horasan’da yaşayan Kurmanç Kürtleri’nden Melâ İsmâil-i Bûhânlû bir Leylâ û Mecnûn mesnevisi, Melâ Alî-yi Râzî de bir divan kaleme aldı. Ardından gelen Ca‘fer Kulî ise (ö. 1814) Horasan Kürtleri’nin en önemli şairi olarak kabul edilir.
XIX. yüzyıl Kürt edebiyatını iki döneme ayırmak gerekir. Kürt beyliklerinin varlıklarını devam ettirdiği ve yüzyılın ortalarına kadar süren ilk dönemde, gençlik çağlarını XVIII. yüzyılın sonlarında geçiren çok sayıda önemli şair yetişti. Bu dönem şairlerini öncekilerden ayıran özelliklerden birisi pek çoğunun aynı zamanda bölgede yaygın olan tarikatlara mensup olmasıdır. Kürt divan şiirinin en önemli temsilcileri olarak görülen isimlerden Hakkâri Beyliği’nin başındaki Pertev Bey ile Müküs beylerinin saray şairi Vedâî o dönemde yeni yayılmakta olan Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye koluna mensuptur. Her ikisi de divan sahibi olan Eruhlu Şeyh Ahmed-i Fakīr ile XVII. yüzyıl şairlerinden Ahlâtî’nin soyundan gelen Şeyh Nûreddîn-i Birîfkânî Kādirî tarikatına müntesiptir. Bu yüzyılda aşk mesnevisi alanında Seyfü’l-mülûk û bedîʿu’l-cemâl adlı eseriyle ön plana çıkan Siyahpoş da Nakşî-Hâlidî bir şairdir. Önce Kādirî, sonra Nakşî-Hâlidî olan Molla Halil Siirdî’nin (ö. 1843) Kürt medreselerinde ders kitabı olarak okutulan ve her ikisinin de takipçileri bulunan akaid ve ahlâka dair Nehcü’l-enâm ile tecvid ilmine dair Risâle fî ʿilmi’t-tecvîd adlı manzumeleri önemlidir (bk. MOLLA HALİL SİİRDÎ). Günümüzde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içindeki Behdînân bölgesinden Tayyar Paşa-yı Âmediyeyî ile Bekir Beg-i Erizî aynı zamanda beylik yapmış diğer iki klasik şairdir.
XIX. yüzyılın ilk yarısı aynı zamanda Soran edebiyatının doğduğu dönem oldu. 1784’te bir Soran Kürtleri beyliği olan Bâbân Beyliği’nin emîri İbrâhim Paşa’nın Süleymaniye şehrini kurup beyliğin yönetim merkezi haline getirmesi ve Goran edebiyatının merkezi olan Erdelân Beyliği zayıflarken Soran Beyliği’nin güçlenmesi kültürel bir değişikliği de beraberinde getirdi ve bunun neticesinde Soran edebiyatının kurucu şahsiyetleri olan Mustafa Kürdî, Nâlî ve Sâlim yetişti. Her üçü de divan sahibi olan bu şairlerden en erken şiir yazanı Mustafa Kürdî olmakla birlikte üstat konumunda olan Nâlî’dir ve başta Sâlim ve Mustafa Kürdî olmak üzere pek çok Soran şairi Nâlî’yi izledi. Bâbân Beyliği’nin 1850’de Osmanlı güçleri tarafından ortadan kaldırılması bu üç şairi derinden etkiledi ve Süleymaniye’yi terketmelerine yol açtı. Bunlardan İran Kürdistanı’na giden Mustafa Kürdî ve Sâlim geri döndü, ancak İstanbul’a giden Nâlî geri dönmeyip İstanbul’da vefat etti. Süleymaniye sevgisi ve Bâbân Beyliği’ne duyulan özlem bu şairlerin şiirlerinde görülen ortak bir temadır. Klasik Kurmanç şairlerinin aksine bu şairlerin divanlarında şehrin sosyal yaşamına ilişkin unsurların görülmesi de bundan dolayıdır.
XIX. yüzyıl Kürt edebiyatının ikinci dönemi, yüzyılın ortalarında Osmanlılar’ın merkezîleştirme politikası neticesinde Kürt beyliklerinin varlığına son verildiği ve klasik Kürt edebiyatında köklü değişikliklerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu dönemde klasik eserlerin büyük çoğunluğu Kürtler’in yaşadığı coğrafyanın hemen hemen her yerinde açılmış olan Nakşî-Hâlidî tekke ve medreselerinde yazıldı ve klasik şiirin yanında bir tekke edebiyatı akımı da gelişti. Türkiye sınırları içerisinde kalan dergâh ve medreselerde yetişen edebiyatçılar Cumhuriyet döneminde medrese, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından olumsuz etkilendiler. Bununla birlikte bu dönemde başlayıp günümüze kadar devam eden gelenek içerisinde yetişen yüzlerce şairden söz etmek mümkündür. Bunların pek çoğu henüz literatüre geçmemiş ve eserlerinin tenkitli ya da Latin harfli neşirleri yapılmamıştır. Söz konusu şairler arasında Diyarbekir’in Aktepe köyünde kurdukları Hâlidî Tekkesi’nin başında bulunan Aktepe ailesine mensup şairler önemli bir yer tutar. Bu tekkenin başındaki en tanınmış isim olan Şeyh Abdurrahman Aktepe (ö. 1910) divanının yanı sıra Kürt edebiyatı tarihinde şemâil, mi‘râciyye ve Kerbelâ mersiyesi türlerinin ilk örneği olan Ravżü’n-naʿîm adlı bir mesnevi (bk. ABDURRAHMAN AKTEPE), kardeşi Şeyh Muhammed Can Leylâ û Mecnûn mesnevisi, Şeyh Abdurrahman’ın büyük oğlu Şeyh Kerbelâ divanının yanı sıra Mirṣâdü’l-eṭfâl adlı Kürtçe-Farsça manzum bir sözlük, diğer oğlu Şeyh Askerî Keşkûl adını verdiği şiir divanının yanı sıra ʿIkdê Durfam adlı fabl türünde bir mesnevi, yine Şeyh Muhammed Can’ın oğlu Şeyh Hasîb de bir divan kaleme aldı. Eserlerinin giriş kısımlarında Şeyh Ahmed-i Hânî’yi izleyerek Kürt diline vurgu yapan bu şairlerin bir diğer özelliği Nakşibendîlik, Ehl-i beyt sevgisi ve Yezîd’e lânet temalarını şiirlerinde çokça işlemiş olmalarıdır. Divan ya da divançe sahibi Nakşî-Hâlidî Kürt şairleri arasında Şeyh Abdülkādir-i Hezânî, Seydâ-yi Licî, Şeyh-i Meczûb, Şeyh Abdülazîz-i Bedlîsî, Melâ Ömer-i Müksî (Laxer), Melâ Ahmed-i Haydarî, Şeyh Muhammed Kadrî, Melâ Ahmed-i Nalbend, Seyyid Ali Fındıkî (Erzen), Şeyh Abdurrahman-ı Şâvirî (Gündüz), Melâ Zâhir-i Tendürekî, Şeyh Müşerref-i Hinûkî, Seydâ-yi Hacî, Fehmî Beg-i Peçarî, Melâ Sirâc-ı Halîlî, Şeyh Muhammed Emîn-i Haydarî, Şeyh Ahmed Hilmî, Şeyh Muhammed Nûrullah Seydâ, Melâ Huznî Hezîn, Melâ Ali-yi Baqustanî ve Melâ Ahmed-i Zinarexî sayılabilir. Seydâ-yi Tîrêj, Seydâ-yi Keleş, Ahmed Nâmî, Melâ Hasan Hişyâr, Melâ Halîl-i Mişehtî, Seydâ-yi Dilbirîn, Bêxew, Dahî, Melâ Mustafa Hilêliyê, Serdaî, Abdurrahman Durre, Melâ Nûrî-yi Hesarî, Gurdilî ve Melâ İmâdüddin Reşpojan da daha çok millî edebiyatı temsil eden dönemin divan sahibi ve medrese kökenli önemli şairleridir. Bu dönemin bir özelliği tema ve türlerde çeşitlilik görülmesidir. Aktepe şairleri tarafından ortaya konan edebî türlere ilâveten Sâî-yi Hânevî simatiye (yemek kültürü hakkında yazılmış manzûme), Şeyh Tâhir-i Şûşî siyer (Gülzâr), Fakī Reşîd mahşer (Sirru’l-mahşer) ve cenknâme (Huneyniye), Melâ Muhammed Nûrî divanının yanı sıra maktel-i Hüseyn (Mersiyenâme derheqê îmam Huseyn), mi‘râciyye (Manzûmetü’l-mi‘râciye) ve pendnâme (Nüzhetü’n-nüfûs fi’n-nesâih), Melâ Muhammed-i Heldâî pendnâme (Tûba’z-zemân), Melâ Nûrullah-ı Kodişkî divanının yanında siyer (el-Cevâhirü’r-reşâdiyye) ve şemâil (el-Hemâil fi’ş-Şemâil), Melâ Muhammed-i Hezânî de Leylâ û Mecnûn türlerinde önemli eserler vermişlerdir. Bu dönemde en çok rağbet gören türler ise mevlid ve akaid manzumeleridir. Telif edilen mevlidlerin sayısı otuzu, manzum akaidnâmelerin sayısı ise yirmiyi aşmaktadır. Tamamı mesnevi nazım şekliyle yazılan bu edebî türler içerisinde, Şeyh Tâhir-i Şûşî’nin Gülzâr adlı siyeri 16.000 beyitle Kürt edebiyatının en hacimli mesnevisi olarak öne çıkmaktadır.
XIX. yüzyılın beylikler sonrası ikinci döneminde Soran edebiyatında da klasik tarzda şiir yazan önemli şairler yetişti. Divan sahibi şairlerden Süleymaniyeli Mahvî, Mehâbâdlı Vefâyî ve Harîk Nakşibendiyye tarikatına mensup şairlerdir. Soran edebiyatının Ahmed-i Hânî’si konumunda görülen Hacı Kādir-i Kûyî de bunlardan biridir. Ayrıca babası ve ağabeyi Kerkük’teki Kādirî Dergâhı’nın postnişinleri olan Şeyh Rızâ-yı Tâlebânî Kürtçe’nin en önemli hiciv şairidir. Edeb, Hamdî, Mirza Gafûr, Sâfî, Melâ Muhammed-i Kûyî, Sâbirî, Hasan, Nârî, Zîver, Şükrî Fuâd, Fazlî, Ahmed Muhtâr Câf, Bîhûd ve Hâdim XX. yüzyılda daha çok klasik tarzda şiir yazan önemli şairlerdir. Beylikler sonrası dönemin bir özelliği de Zaza edebiyatının bu devirde başlamış olmasıdır. Bilinen en eski Zazaca eserler 1900’lü yıllarda Diyarbekir civarında mevlid türünde verildi. Bunların ilki Diyarbekir’in Hezan (Lice) beldesinden Melâ Ahmed-i Hâsî’ye, bir diğeri Siverekli Osman Efendiyo Babij’a aittir. Klasik Zaza edebiyatı Cumhuriyet döneminde de özellikle akaid, mevlid, fıkıh ve siyer gibi türler ve konular çerçevesinde varlığını sürdürdü.
Klasik döneme ait Kürtçe yazılı eserlerin hemen hemen tamamı manzumdur. Bununla birlikte sayıları az da olsa mensur eserler de verilmiştir. Kürtçe’nin bilinen ilk mensur eseri XVI. yüzyılın sonunda Müküslü (Bahçesaray) Alî-yi Teremâhî’nin yazdığı Farsça ve Kürtçe karşılaştırmalı bir Arapça gramer kitabı olan Tesrîfa (Serfa) Kurmancî’dir. XVIII. yüzyılda Müküslü Melâ Yûnis-i Helketînî’nin Arapça gramer konularına dair Ẓurûf ve Terkîb adlı iki risâlesi ile Melâ Arvâsî’nin (Melâ Muhammed-i Kutub) halk tedavi yöntemlerini ele alan Tıba Arvâsî adlı eseri dikkat çekmektedir. Seyid Abdullah-ı Nehrî’nin XIX. yüzyılın başlarında kaleme aldığı Hulâsa-i ʿaḳāid adlı eseri İstanbul’da Manzûme-i Efkâr Matbaası’nda basıldı (1920). XIX. yüzyılda yaşayan Molla Mahmûd-i Bâyezîdî Kürt nesrinin tartışmasız en önemli ismidir. Âdât û Rusûmatnâme-i Ekrâdiye adlı eserinde Kürtler’in örf ve âdetleri üzerinde duran Bâyezîdî, Alexandre Jaba tarafından Fransızca tercümesiyle birlikte Cami‘iyê risaleyan û hikayetan adıyla neşredilen eserinde de (bk. bibl.) Kürt aşiretleri, isimleri ve şairleri hakkındaki risâlelerden sonra bazı yaklaşımlara göre ilk Kürtçe modern hikâyeler olarak kabul edilen kırk hikâyeye yer verir. Bâyezîdî kendisinden önce kaleme alınan Kürtçe aşk hikâyelerinin tamamını nesir halinde özetlemiştir. Dil alanında Tuḥfetü’l-ḫullan (niḥlan) fî zimanê Kurdan, halk hikâyeleri alanında Dürrü’l-mecâlis gibi eserler veren Bâyezîdî tarihle de ilgilenmiş ve Şeref Han’ın Kürt tarihini konu alan Şerefnâme’sini Farsça’dan Kürtçe’ye çevirmiştir. Diğer eseri Tevârîḫ-i cedîd-i Kürdistân ise günümüze ulaşmamıştır (bk. BÂYEZÎDÎ, Molla Mahmud). XX. yüzyılda klasik Kürt nesri çerçevesinde akaid, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf gibi dinî ilimlere dair çok sayıda eser arasında Halîfe Yûsuf’un (ö. 1965) Tuḥfetü’l-ʿâmilîn, İrşâdü’l-ʿibâd, Mecmaʿu’l-mesâʾili’ş-şerʿiyye gibi eserleri ile Melâ Hüseyn-i Marûnisî’nin Zanîn adlı on iki ciltlik tefsiri ve tamamını süslü nesir ile kaleme aldığı ʿAḳīda îmanê adlı eseri öne çıkmaktadır. Tamamı Kurmançça yazılmış olan bu eserlerin dışında Soranca’da da klasik nesir gelişti. XIX. yüzyılda kaleme alınan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin akaid türündeki ve Şeyh Hüseyn-i Kādî’nin mevlid türündeki eserleri ise Soranca’nın ilk mensur eserleridir.
b) Modern Edebiyat. XIX. yüzyılın ortalarında Kürt beyliklerindeki özerklik yapısının ortadan kaldırılmasını ve bunun yerine İstanbul’a bağlı Kürdistan eyaletinin kurulmasını (1847) takip eden yeni dönemde modern Kürt edebiyatının doğuşu için uygun bir ortam oluştu. Bu dönemde beylikler devrinin aksine Kürt entelektüelleri yönetimin merkezi olan İstanbul’a büyük ilgi gösterdi ve pek çok Kürt şairi ve aydını İstanbul’da bir araya geldi. Aynı yüzyılda bütün Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan modernleşme ve milliyetçilik akımlarının Kürtler’i de etkilemesi sonucunda ilk Kürtçe gazete ve dergiler yayın hayatına başladı. Her ne kadar ilk Kürtçe gazete olan Kürdistan 1898 yılında Kahire’de yayımlandıysa da daha sonraki Kürtçe gazete ve dergilerin büyük bölümü İstanbul’daki Kürt aydınları tarafından çıkarıldı. Bunlar arasında, imtiyaz sahipliğini Pîremerd’in yaptığı Kürt Teâvün ve Terakkî Gazetesi (Kasım 1908) Kürtçe yazılara yer veren ilk süreli yayın olma özelliğini taşır (bk. PÎREMERD). Kürt basınının doğuşu modern Kürt edebiyatının doğuşuna da zemin hazırladı. İstanbul’daki bu gazete ve dergilerde klasik Kürt edebiyatına dair metinler yanında modern Kürt (Kurmanç) edebiyatının ilk örnekleri sayılan yazılar da neşredildi. Fuad Temo’nun ilk modern Kürt hikâyesi kabul edilen “Çîrok” (Hikâye) başlığını taşıyan hikâyesi Rojî Kurd dergisinde yayımlandı (1913). “Memê Alân” adlı ilk Kürtçe piyesin de yazarı olan Abdürrahim Rahmî’nin hece vezniyle kaleme aldığı sosyal içerikli şiirleri Jîn dergisinde neşredildi ve 1918’de Gaziya Welat adıyla İstanbul’da yayımlandı.
Modern Kurmanç edebiyatının ortaya çıktığı yerlerden biri de Kafkasya’dır. Sovyetler’in kendi sınırları içerisinde yaşayan halklara nisbî özgürlükler tanıması neticesinde uzun yıllar varlığını sürdürecek olan Riya Teze adlı gazetenin 1930 yılında Erivan’da yayın hayatına başlaması bu bölgede Kürtçe modern edebî ürünlerin verilmesinin önünü açtı. Emînê Evdâl, Hâcîyê Cindî ve Casimê Celîl bu gazetede edebî ürünlerini yayımladılar. Ardından Erebê Şemo Kürt edebiyatında ilk roman olarak kabul edilen Şivanê Kurmanca adlı eserini kaleme aldı. Daha sonraki yıllarda roman ve hikâye alanında Hâcî-yi Cindî, Ahmed-i Mirazî, Saîd adının Ermenistan Kürtçesi’ndeki söyleyişiyle Sehîd-i Îbo, Egîd-i Hudo, Vezîr-i Nâdirî ve Eli-yi Abdurrahman, şiir alanında ise Ferîk-i Ûsiv ve Şiko-yi Hasan ön plana çıktı. Emerîk-i Serdâr, Vezîr-i Eşo, Sîma Semend, Tosin-i Reşîd, Ahmed-i Hepo ve Azîz-i Îsko da modern Kürt edebiyatının Kafkas sahasında özellikle 1960’lardan sonra yetişen önemli temsilcileri arasında sayılabilir. Ermenistan Devleti’nin 1991 yılında bağımsızlığını kazanması buradaki edebî çalışmaların zayıflamasına yol açtı. Tarih boyunca Kürtçe klasik eserlerin yazılageldiği merkezî bölgelerde ise modern Kürt edebiyatı siyasî şartlara bağlı olarak farklı şekillerde gelişti. Klasik dönemde Kurmanç, Goran ve Soran edebiyatlarının her biri ortak Arap alfabesiyle kendi bölge sınırları içinde aktif iken modern dönemde bu durum değişti. Özellikle modern Kurmanç edebiyatı Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de mevcut farklı siyasî şartlar ve alfabeler yüzünden farklı gelişim çizgileri takip etti. Goran ve Soran edebiyatları da İran ve Irak arasında iki parçaya bölündü.
Cumhuriyet döneminde Kürtçe’ye getirilen kısıtlamalar neticesinde pek çok Kürt aydını Türkiye’den göç edip o dönemde Fransız mandası altında bulunan Suriye’nin Şam şehrine yerleşti. Burada Celâdet Ali Bedîrhan ve Kâmuran Ali Bedîrhan kardeşler tarafından çıkarılan Hawar, Ronahi, Roja Nû ve Stêr dergileri Bedîrhan kardeşlerin yanı sıra Cigerhûn, Nûreddin Zâzâ, Ahmed Nâmî, Seydâ-i Hişyâr, Reşîd-i Kürd, Kadrîcân gibi önemli şairlerin yetişmesine vesile oldu. Bunlardan özellikle Cigerhûn klasik şiirle başlamış olsa da modern Kürt şiirini yetkin bir şekilde temsil eden sembol bir şair olarak ön plana çıktı. II. Dünya Savaşı’nı müteakip Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra burası da uygun bir ortam olma niteliğini kaybetti ve pek çok Kürt edebiyatçısı Paris’e yerleşti.
Türkiye’de yaşayan Kürtler’in uzunca bir süre Kürtçe edebî faaliyet içerisine girmemesi ülkede yaşanan siyasî ve sosyal şartlarla ilişkilidir. İlk defa 1959’da Musa Anter tarafından Diyarbakır’da yayımlanan İleri Yurt gazetesinde “Qimil” adlı Kürtçe bir şiir neşredildi, ancak büyük tepkiyle karşılandı. 1960 darbesinden sonraki nisbî rahatlama ortamında tamamı Kürtçe olan Tirêj dergisi neşredildi. Bu dergide şiirleri neşredilen Rojen Barnas, Berken Bereh ve Arjen Arî gibi şairler Türkiye Kürtleri içerisinde modern Kurmanç şiirinin ilk temsilcileri oldular. Ancak bunun arkası gelmedi ve 1980 darbesiyle birlikte pek çok Kürt aydını Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldı. Avrupa’da başta İsveç olmak üzere pek çok ülkede bir diyaspora edebiyatı oluştu ve bu dönemde Mehmet Uzun, Mahmût Baksî, Fırat Cewerî, Hesenê Metê, Can Dost, Fewaz Hisên, Helîm Ûsiv gibi yazarlar modern Kurmanç edebiyatı çerçevesinde önemli eserler verdi. Türkçe dışındaki anadilleri yasaklayan ve Türkiye’de Kürtçe yayıncılığın önünde engel teşkil eden 1983 tarihli kanunun 1991 yılında değiştirilmesiyle birlikte öncelikle İstanbul’da, ardından Diyarbakır’da Kürtçe dergi ve gazeteler hızla çoğaldı ve buna paralel olarak modern Kürt edebiyatı Türkiye’de de gelişme imkânı buldu.
Modern Soran edebiyatının gelişiminde Kurmanç edebiyatında olduğu gibi dönemsel farklılıklar görülmez. Irak’ta ve İran’da herhangi bir dönemde yasaklanmayan Soranca daha Şeyh Mahmûd Berzencî’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra Süleymaniye’de kurduğu Kürdistan hükümeti döneminde Kürtçe okullarda eğitim dili haline geldi ve Irak Devleti’nin kurulmasından başlamak üzere günümüze kadar bu resmî konumunu hiç yitirmedi. Bunun neticesinde modern Soran edebiyatı istikrarlı bir gelişme seyri izledi. Cemîl Sâib’in 1925’te Berzencî hükümeti döneminde yayımladığı Le Hevmâ, Ahmed Muhtâr Câf’ın 1926’da çıkardığı Meseley Vicdân ve Pîremerd’in 1935’te neşrettiği Düvânzde Süvârî Merîvân adlı öyküler modern Soran edebiyatının bu alandaki ilk örnekleri kabul edilir. 1939’da Bağdat’ta yayın hayatına başlayan ve modern Soran edebiyatının gelişmesine büyük katkı sağlayan Gelâvêj dergisinde Alâeddin Seccâdî, İbrâhim Ahmed ve Şâkir Fettâh gibi hikâye yazarları yetişti. Kürt tarihine dair ilk Kürtçe eseri kaleme alan Mehmed Emin Zekî Bey de bu derginin yazarları arasındadır (bk. MEHMED EMİN ZEKÎ BEY; SECCÂDÎ, Alâeddin). Daha sonraki dönemde Soran hikâyeciliğini Hüseyin Hüznî Mûkriyânî, Hasan Kızılcî, Muharrem Muhammed Emîn, Kâmrân Mûkrî, Muhammed Mevlûd gibi yazarlar temsil etti. İbrâhim Ahmed’in 1956’da Irak Kürdistanı’nda yazdığı Janî Gel ve Rahîm-i Kādî’nin 1958’de İran Kürdistanı’nda kaleme aldığı Pêşmerge adlı romanlar Soran edebiyatının ilk romanları olarak kabul edilmektedir. Hisên Ârif, Şêrzâd Hasan, İsmâil Muhammed Emîn, Serhed Tevfîk Ma‘rûf, Ahmed Muhammed İsmâil, Hasan Câf, Kerîm Ârif, Mehâbâd Karadâğî, Sâlih Celâl, Muhammed Mûkrî, Hakîm Kakeveys, Enver Muhammed Tâhir, Cebbâr Cemâl Garîb, Salâh Emer, Bahtiyar Ali ve Eta Nehayî de Soran edebiyatının önde gelen romancıları arasında yer alır. Şekil olarak klasik, içerik olarak modern şiirler yazan Hacı Kādir-i Kûyî sayılmazsa Pîremerd, Bîkes, Dildâr, Bahtiyar, Şeyh Nûrî, Şeyh Sâlih, Ahmed Muhtâr Câf ve Zîver başta olmak üzere pek çok Soran şairinin hem klasik hem modern tarzda şiir yazdıkları görülmektedir. Irak’ta Abdullah Goran ve Ahmed Herdî, İran’da Hemîn ve Hejâr gibi şairler şiirlerinde daha çok modern formları kullandılar. Modern Soran şiiri sonraki dönemlerde Latîf Helmet, Şêrko Bîkes, Celâl Mirza Kerîm, Dilşâd Merîvânî, Kâmrân Mûkrî, Cemîl Rencber, Abdullah Peşêw ve Refîk Sâbir gibi şairlerle varlığını sürdürdü. İlk ürünlerini Avrupa’da Malmîsanij ile vermeye başlayan modern Zaza edebiyatı 1990’lardan sonraki serbestlik ortamında İstanbul’da Vate dergisinin çıkmasıyla birlikte yeni bir ivme kazandı. Bu derginin etrafında bir araya gelen Roşan Lezgîn, Deniz Gündüz, İhsan Espar, Munzur Çem ve Serdar Bedîrhan gibi yazarlar modern Zaza edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sağladı.
c) Halk Edebiyatı. Diğer milletlerde olduğu gibi Kürtler’de de sözlü edebiyat yazılı edebiyattan önce başladı ve yazılı edebiyat döneminde de onun yanı başında varlığını günümüze kadar sürdürdü. Mit, efsane, masal, destan, halk hikâyeleri, halk şarkıları, dinî anlatılar, atasözleri, deyim, bilmece, fıkra, ninni ve tekerleme gibi sözlü edebiyat türlerinin tamamı Kürt edebiyatı tarihinde ortaya çıktı, güçlü bir gelenek oluşturdu, nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaştı ve bunların bir kısmı araştırmacılar tarafından kaydedilip yazıya geçirildi. Bu ürünler hem klasik hem modern Kürt edebiyatında yazarlar için önemli bir ilham ve başvuru kaynağı oldu. Kürt sözlü edebiyatının belki de en çok dikkat çeken türü destanlardır. Özellikle Goranca söylenen ve konusu daha çok mitoloji, tarih ve kahramanlık olan pek çok destan bulunmaktadır. Bîjen û Menîje, Heft Hânî Rüstem, Rüstem û Sührâb, Rezmnâmeyâ Rüstem û Semsâm, Behtûn, Behmen û Ferâmerz, Rüstem û Koy Kehzâd, Siyâveşî Berzû û Felâvend, Cengî Hefte Leşker, Rüstem û Zerd Heng, Rüstem û Isfendiyâr ve Rüstem û Şegâd gibi destanlar örnek olarak sayılabilir. Bu destanların tamamı daha sonra mesnevi nazım şekli ve Goran Kürtleri’nin millî ölçüsü olan onlu hece vezniyle yazıya da geçirildi ve Şahnâmeyî Kurdî adını aldı.
Kurmançça’da daha sonra klasik edebiyat formlarıyla yazıya geçirilen Memê Alân (Mem û Zîn), Kelâ Dimdim ve Zembîlfiroş gibi destanlar bulunmakla birlikte sözlü edebiyat ürünü olarak kalan Mirza Miheme, Sîyabend û Xecê, Kerr û Kulik, Binefşâ Nârîn, Sitî û Fehrî, Dewrêşê Evdî, Filîtê Kuto, Sînan û Sakîne, Fedîle û Elî, Meryema Fileh û Eliyê Kolahasî, Heso û Nazê gibi aşk, kahramanlık ve tarih temalı pek çok destan bulunmaktadır. Bunlar daha çok divanhâne denilen mekânlarda “şer” ve “kilâm” gibi sözlü edebiyat formları içerisinde “dengbêj” adı verilen halk sanatçıları tarafından yaşatıldı. Böylece Türkçe’deki âşık edebiyatı gibi Kürtçe’de kurumsallaşmış bir “dengbêj” edebiyatı oluştu. Genel olarak tarihte her bir Kürt beyinin bir dengbêji olduğu kabul edilmekle birlikte onlar hakkında günümüze ulaşan bilgiler oldukça sınırlıdır. Bu bağlamda XIX. yüzyılda Bohtan Beyi Mîr Bedîrhan’ın dengbêji Cizreli Izêrê Miço’yu ve Sürmeli Mehmed Paşa’nın dengbêji olup Serhad bölgesinde yaşamını sürdüren Evdalê Zeynikê zikredilebilir. Özellikle 1800-1900’lü yıllarda yaşamını sürdüren Evdâl, hayatı hakkında belgelere dayalı bilgi bulunan en eski dengbêjlerin başında gelir. Kürtler’in Homeros’u olarak nitelenen Evdâl, Serhad bölgesinde bir dengbêjlik edebiyatı oluşturdu ve Gulêya Fileh, Ferzê, Resoyê Gopala, Şakiro gibi dengbêjler usta-çırak ilişkisi çerçevesinde onun izini sürdü. 1809 yılında ölen Elî Berdeşanî ise Soran Kürtçesi sahasında halk edebiyatı şiir formlarını kullanan ve şiirleri günümüze ulaşan önemli bir şairdir.
Halk hikâyeleri ve halk şarkıları da Kürt halk edebiyatının önemli türlerindendir. Molla Mahmûd-i Bâyezîdî XIX. yüzyılda Cami‘iyê risaleyan û hikayetan ve Dürrü’l-mecâlis gibi eserlerinde Kürt halk hikâyelerini; Istranêd kurmancî, Kelamê keçan, Lawîjk, Stranên kurdî (lo dilo & dilo siwaro) ve Birîte gibi eserlerinde de Kürt halk türkülerini derleyerek bu alanda önemli çalışmalara imza attı.
Sözlü Kürt edebiyatının bir sahası da dinî halk edebiyatıdır. Son derece zengin bir içeriğe sahip olan bu edebiyatın üç kolundan söz edilebilir: Yârsân (Ehl-i Hak), Yezîdî ve tekke edebiyatları. Yârsân edebiyatı Hevreman bölgesi merkezli Yârsân inancına mensup pîrlerin dua ve dinî inanç esaslarını kendi aralarında diyaloglar halinde dile getirdikleri sözlü bir edebiyat türüdür. IX-X. yüzyıllarda başlayan bu gelenek XIX. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Tarihte yaşamış olan Yârsân pîrleri tarafından ortaya konan manzum diyalogların tamamına “devre” (mecmua) adı verilir. Yârsân inancında kurucu pîr sayılan Sultan Suhak (Sultan İshak) dönemindeki diyalogları içeren Kitâb-ı Serencâm önemlidir. Gerek Serencâm gerekse diğer mecmuaların bir kısmı son yüzyılda çözülüp yazıya geçirilmiş ve Serencâm’ın çeşitli baskıları yapılmıştır. Yezîdî edebiyatı Şeyh Adî b. Müsâfir’e dayandırılan Yezîdî inancı içerisinde ortaya çıkan ve kavl, beyt, kaside gibi türleri olan sözlü bir edebiyat geleneğidir. Bu edebiyatın ürünleri büyük çoğunlukla XI. yüzyıl ile XIII. yüzyıllar arasında başta Şeyh Fahr-i Adiyân olmak üzere Şeyhsin, Pîr Reşe Heyrên, Pîr Hıdır, Pîr Hevind gibi Yezîdî pîrleri tarafından söylendi ve sözlü olarak günümüze kadar aktarıldı. Bu ürünler ilkin XX. yüzyılın başlarında özellikle Batılı araştırmacılar tarafından kaydedilip yazıya geçirildi. Bu dönemden itibaren yapılan çalışmalar neticesinde Yezîdî edebiyatına ait önemli miktarda kavl, beyt ve kaside yayımlandı. Sünnî Kürtler arasında ortaya çıkıp gelişen tekke edebiyatı ise başta Kādirî ve Nakşibendî tekkelerinde, tarikatın erkânı başta olmak üzere çeşitli dinî-tasavvufî konularda icra edilen sözlü tekke şiirinden oluşmaktadır. Daha çok tevhid, na‘t, methiye ve mersiye türünde verilen bu şiirler arbana/def eşliğinde nağmeli bir şekilde icra edilmiştir. Cenknâme türündeki bazı tekke edebiyatı ürünlerinin daha sonraları halk edebiyatı formları içerisinde yazıya geçirildiği de görülmektedir. XVI. yüzyılda Alî-yi Harîrî’nin kaleme aldığı Borê Qer, XVIII. yüzyılda Şeyh Hâlid Âğā-yi Zîbârî’nin yazdığı Qewlê Nevâla Sîsebân bu geleneğin iki önemli eseridir. Tekke edebiyatının diğer türleri henüz yazıya geçirilmiş değildir.
BİBLİYOGRAFYA
İbn Vahşiyye, Şevḳu’l-müstehâm fî maʿrifeti rumûzi’l-aḳlâm (nşr. J. F. von Hammer-Purgstall), London 1806, s. 134-135.
Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı (haz. Mustafa İsen), Ankara 1994, s. 233.
Şeref Han, Şerefnâme: Dîroka Kurdistanê (trc. Ziya Avcı [Soranca’dan Kurmancca’ya]), İstanbul 2007, s. 101, 259, 274-286, 333.
M. A. Jaba, Recueil de notices et récits kourdes, St. Petersbourg 1860, s. 7-11; Kürtçe metin, s. 12-16.
Ebû İshak Hallâc-ı Şîrâzî, Dîvân-ı Eṭʿime, İstanbul 1302, s. 20-21.
Şeyh Abdullah Efendi Şemdînî, Hulâsa-i ‘Aḳāid (nşr. Kürdizâde Ahmed Râmiz), İstanbul 1339/1920.
M. Boyce, “A Reader in Manichaean Middle Persian and Parthian”, Acta Iranica, sy. 9, Téhéran-Liège 1975, s. 34.
Refîk Hilmî, Şi‘r û Edebiyatî Kurdî, Hewlêr 1988.
Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (haz. Şevket Beysanoğlu), İstanbul 1992, s. 24-25.
Qanatê Kurdo, Tarîxa Edebyeta Kurdî, Ankara 1992.
Perwîz Ezkaî, Baba Tâhirnâme, Tahran 1375 hş.
Sadiq Behaedîn Amêdî, Hozanvanêt Kurd (haz. Zeynelabidîn Zinar), Stockholm 1998.
Ferhad Shakely, Modern Kürt Öykü Sanatı (trc. Rohat Alakom), İstanbul 1998.
Ferhad Pirbal, Mela Mehmûdê Bayezîdî (1799-1867) Yekemîn Çîroknûs û Pexşannûsî Kurd, Hewlêr 2000.
Feqî Huseyn Sağnıç, Dîroka Wêjeya Kurdî, İstanbul 2000.
Me’rûf Xeznedar, Mêjûy Edebî Kurdî, Hewlêr 2001.
M. Şefik Korkusuz, Tezkire-i Meşayih-i Amid: Diyarbekir Velileri, İstanbul 2004.
Reşîd Findî, Min Yenâbîʿi’ş-şiʿri’l-klâsîkî el-Kürdî, Erbil 2004.
Amir Hassanpour, Kürdistan’da Milliyetçilik ve Dil: 1918-1985 (trc. İbrahim Bingöl – Cemil Gündoğan), İstanbul 2005, tür.yer.
Abidin Parıltı, Dengbêjler: Sözün Yazgısı, İstanbul 2006.
a.mlf. – Özlem Galip, Kürt Romanı Okuma Kılavuzu, İstanbul 2010.
Jemal Nebez, Kurd Dîrok û Kultura Wan, İstanbul 2007.
Selim Temo, Kürt Şiiri Antolojisi, İstanbul 2007.
a.mlf., “Horasan Kürtlerinin Yazılı Edebiyatı”, 2. Uluslararası Tunceli (Dersim) Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Tunceli 2014, s. 683-708.
Tehsîn Îbrahîm Doskî, Baxê Îrem, Duhok ts.
a.mlf. – Hamdî Abdülmecîd Selefî, Muʿcemü’ş-şuʿarâʾi’l-Kürd, Duhok-Erbil 2008, s. 19.
Eskerê Boyîk, “Şemsedînû Edeba Êzdiyan a Sedsalên 11 û 13 an”, Şêx Fexrê Adiyan Fîlosof û Xasê Ola Êzdiyatiyê, Oldenburg 2009, s. 8-51.
M. Emîn Zekî Beg, Kürtler ve Kürdistan Tarihi (trc. Vahdettin İnce v.dğr.), İstanbul 2010.
Haşim Ahmedzâde, “Di Romana Kurdî de Guherînên Şêweyî û Babetî”, Romana Kurdî û Nasname, İstanbul 2011, s. 11-38.
Geffar İbrahîmî, Hanây Qubâdî Leyla û Mecnûn, Silêmanî 2011.
M. S. Lazerîv, Tarîḫu Kurdistan (trc. Ebdî Hacî), Hewlêr 2011.
Philip Kreyenbroek – Xelîl Cindî Reşow, Tanrı ve Şeyh Adi Kusursuzdur: Yezidi Tarihinden Kutsal Şiirler ve Dinsel Anlatılar (trc. İbrahim Bingöl), İstanbul 2011, s. 92.
M. Zahir Ertekin, “Di Edebîyata Me de Mewlûd û Danberheva Mewlûdên Pêşîn ên Kurdî û Tirkî”, Konferansa Kurdolojiyê ya Navneteweyî: Uluslararası Kürdoloji Konferansı (ed. İbrahim Seydo Aydoğan), Hakkari 2011, s. 123-137.
a.mlf., Dîwançeya Baqustanî, Van 2016.
Şêx Tahirê Şoşî, Gulzar (haz. Hemze Tahir Şoşî), Duhok 2012.
Emîn Feyzî, Encumenî Edîban (haz. M. Xalid Sadînî), İstanbul 2012.
Aziz Samur, Destana Zembîlfiroş û Gulxatûnê, Zanîngeha Mardin Artukluyê (yüksek lisans tezi, 2012), Mardin Artuklu Üniversitesi Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü.
Ebdureqîb Yûsif, Dîwana Kurmancî Şaîrên Klasîk ên Kurd (Latinize: Ziya Avcı), İstanbul 2012.
Remezan Alan, Folklor û Roman, İstanbul 2013.
Kadri Yıldırım v.dğr., Ji Destpêkê Heta Niha Folklora Kurdî, İstanbul 2013.
Abdurrahman Adak, Destpêka Edebiyata Kurdî ya Klasîk, İstanbul 2014.
a.mlf., “‘Akifê Wanî & ‘Aşiq Osman Sipkî û Mem û Zînên wan ên bi Tirkî di Koleksîyona A. Jaba de”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, X/3 (21), 2018, s. 1154-1181.
Shahab Vali, “Nêrîneke Giştî li Şahnameya Firdewsî û Şahnameya Kurdî”, Edebiyata Kurdî ya Gelêrî (ed. Ramazan Pertev), İstanbul 2015, s. 275-293.
Hayrullah Acar, Dîwana Şêx Ehmedê Feqîr: Metn û Lêkolîn, İstanbul 2016.
Mela Ehmedê Zinarexî, Dîwan (nşr. Taha Nas v.dğr.), İstanbul 2018.
Ayhan Tek, Hâmîsiz Şâir Babasız Metin: Mem û Zîn ve Osmanlıca Çevirileri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul 2018.
D. N. MacKenzie, “The Language of the Medians”, BSOAS, XXII/2 (1959), s. 354-355.
M. Edip Çağmar, “Molla Halîl el-İs’irdî’nin ‘Risâletun fî İlmi’t-Tecvîd’ Adlı Eseri”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, I/2 (2009), s. 153-161.
İsmail Hakkı Aksoyak, “Divan Şiirinin Dili İmparatorluk Dilidir”, Turkish Studies, IV/5 (2009), s. 1-18.
Behrûz Çemenârâ, “Der-âmedî ber Edeb-i Hamâsî ve Pehlivâni-yi Kürdî bâ Tekiye ber Şâhnâme-yi Kürdî”, Cüstârhâ-yi Edebî, sy. 172, Meşhed 1390 hş., s. 136-137.
Ergin Öpengin, “Kadim Kürtçe’nin İzinde Tevatür ve Temellük Kıskacında Kürt Kültür Tarihçiliği”, Kürt Tarihi, sy. 11, İstanbul 2013, s. 27-28.
Sedat Ulugana, “Di Kurdolojiyê de keşfeke nû: Xewsî û Dîwana Wî”, Nûbihar, sy. 137, İstanbul 2016, s. 4-9.
Hayrullah Acar, “Fiqihnameyeke Menzûm Di Edebiyata Kurdî de: Rîsaletu Sefînetu’l-Ekrad Ila Sebîli’r-Reşad/Sefîna Kurdan Ji bo Ehlê Bajar û Gundan a Mela Ebdulcelîlê Botî”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, VIII/1 (2016), s. 376-435.
Ayhan Yıldız, “Ciyê ‘Eqîdenameyan Di Edebiyata Kurdî û Perwerdehiya Medreseyan De”, Nûbihar Akademî, III/9 (2018), s. 51-83.
V. Minorsky, “Kürtler”, İA, VI, 1111-1114.
P. G. Kreyenbroek, “Kurdish Written Literature”, Encyclopaedia Iranica, http://www.iranicaonline.org/articles/kurdish-written-literature (erişim: 12.06.2015).
L. Paul, “Kurdish Language: I. History of the Kurdish Language”, Encyclopaedia Iranica, http://www.iranicaonline.org/articles/kurdish-language-i (erişim: 12.06.2015).
M. Leezenberg, “Gorani Influence on Central Kurdish: Substratum or Prestige Borrowing?”, http://home.hum.uva.nl/oz/leezenberg/GInflCK.pdf (erişim: 12.06.2015).
J. Blau, “The Kurdish Language and Literature”, http://www.institutkurde.org/en/language (erişim: 12.06.2015).
https://islamansiklopedisi.org.tr/kurtler#9-sosyal-hayat-ve-kultur
IV. SOSYAL HAYAT ve KÜLTÜR
Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Ermenistan’a yayılan geniş bir coğrafyada yaşayan Kürtler, komşu birçok kültür ve medeniyetten etkilenmiş olsalar da dil ve edebiyatları, hayat tarzları, mûsikileri, örf ve âdetleriyle kendilerine özgü geleneksel bir kültür ortaya koymuşlardır. Ancak modernleşme ve küreselleşmeyle birlikte yaşanan ve farklılıkları azaltarak toplumları tek tipleştiren ekonomik, siyasal ve kültürel değişim Kürtler’in diğer topluluklardan ayırt edilmelerini sağlayan geleneksel özelliklerini muhafaza etmelerini güçleştirmektedir.
Kürtler’in daha yoğun olarak yaşadığı coğrafya kuzeyde Türkiye’nin Kars ilinden başlayıp Erzurum, Erzincan, Dersim ve Harput’tan Diyarbakır’a uzanırken güneyde Hemrîn dağına (Zagros dağlarının batı uzantısı), doğuda Kirmanşah’a (İran) kadar uzanır. Kürtler’in Türk, Ermeni, Arap, Süryânî ve Keldânîler ile iç içe yaşadığı bu coğrafya hem tarihsel hem de sosyolojik olarak sadece tek bir etnik yapının varlığına imkân tanımayacak bir çeşitliliğe sahiptir. Bu heterojen yapı Kürtler’in kendi içlerinde de söz konusudur. Modern zamanlara kadar daha iyi korunmuş olan aşiret yapısı Kürtler’in dağınık bir yapı arzeden küçük topluluklar halinde yaşaması sonucunu doğurmuştur. Bu yüzden aralarında gelenek, giyim kuşam, dil, mezhep ve hatta din farklılıkları bulunan (dil ve din konusunda yk.bk.) Kürtler için birtakım genel nitelikler belirlemek güçleşmektedir. Kürtler’in yaşadığı coğrafyanın farklı ülke sınırları içerisinde kalması da aralarındaki farklılıkların devamlılığını etkilemiştir.
Aşiret. Kürtler arasındaki aşiret yapısı daha çok göçebelikle ilişkilendirilmiş olmakla birlikte yerleşik hayata geçişten sonra da varlığını sürdürdüğü görülür. Ancak bu geçiş süreciyle birlikte hem merkezî hükümetlerin politikaları hem de küresel, sosyal ve ekonomik gelişmelerin etkisiyle bu yapı kısmen çözülmekte, kısmen de dönüşerek yeni durumlara kendini uyarlamaya çalışmaktadır. Bundan dolayı Kürtler’in kendilerine özgü sosyal yapısından söz edilirken aslında daha çok aşiret yapısının hâkim olduğu klasik dönemler dikkate alınmaktadır. Aşiret çok karmaşık ve derin akrabalık, aidiyet, kimlik ve benzeri sosyal ve politik ilişkiler ağına sahip olan bir yapıdır. Özgün bir sosyolojik doku ve kendine özgü bir dizi değer ve norm içeren bu yapıda korumacılık işin özünü oluşturur. Her kabile mensubu hem kendi statüsünü hem de bütün ailenin itibarını korumak ve buna uygun davranmak durumundadır. Aksi halde ailenin tamamını rencide etmiş olur ki töre ve namus cinayetlerinin tetikleyici unsurlarından biri de budur. Aşiret mensupları birbirlerine belli ölçüde kan bağıyla bağlı olmasına ve bir akrabalar topluluğu görünümü vermesine karşılık akrabalık ilişkilerinin aşiret liderinden kabile liderlerine, onlardan “malmezinler”e doğru belli bir hiyerarşi içerdiği görülür. Bu hiyerarşi ve buna dayalı ilişkiler daha katı ve kapalı bir cemaat yapısını da beraberinde getirir. Ancak doğal temsilci konumundaki aile ve kabile liderleriyle “ak sakallılar” (rîspî) üzerinden hem bir itaat-otorite ilişkisi hem de iktidarla interaktif bir ilişki kurulmak suretiyle iktidara nisbî bir katılım söz konusudur. Fakat bu tür bir katılım aşirete kan bağı ile değil siyasî zorunluluklar sebebiyle bağlı olan aşiret dışı unsurlar için her zaman mümkün değildir. Özellikle zulüm ve haksızlık yapan liderlerin iktidarlarında reis hiçbir ilkeye riayet etmeyip akraba olup olmamasına bakmadan tebaaya karşı çok acımasızca davranabilmektedir. Aşiretin her zaman için bir akraba topluluğu değil çoğu defa ekonomik bir örgütlenme olması özellikle akraba olmayan üyelerin aşireti terketmesi ve başka bir aşirete katılabilmesini mümkün kılar. Fakat baskınlar, herhangi bir dış güçle savaş ya da savaş tehdidi veya haraç isteyenlerin varlığı insanları bir aşiretin korumasına girmeye zorlamıştır. Aşiret aralarında hiyerarşik ilişki bulunan alt birimlerden oluşur. Ancak bu alt birimlerin adlandırılması ve hiyerarşisi yöresel olarak farklılıklar arzetmekte ve ortaya “aşiret-taife-tire”, “aşiret-taife-xel”, “aşiret-tire-hoz” ya da “aşiret-malbat-mal” gibi farklı yapılar çıkmaktadır. Bunların sonuncusu Türkiye Kürtleri arasında en yaygın olan aşiret hiyerarşisidir. Önemli Kürt aşiretleri arasında Caf, Revândiz, Bilbas, Hevremî, Dizaî, Brukî, Balik, Herki, Millî, Kikî, Berazî, Mûkrî sayılabilir.
Tâziye. Kürtler’in toplumsal ilişkilerinde tâziye geleneği önemli bir yere sahiptir. Toplumda akrabalık bağlarını güçlendiren ve gençleri sosyalleştiren tâziye mekânları ve törenleri Kürt gelenek ve âdetlerinin en somut biçimde görüldüğü alandır. Bir aşiret mensubunun ölmesi durumunda ailenin statüsü ve gücü, ölenin yaşı, cinsiyeti ve itibarı gibi unsurlar cenazenin yıkanmasından defnine ve tâziye merasiminin niteliğine kadar hemen her şeyi etkiler. Tâziye ziyaretinde bulunan akraba ve dostlar tâziye evine şeker, yağ, baklagiller, adaklık canlı hayvan gibi hediyeler götürür. Uzun bir süre misafir ağırlamayı gerektiren tâziye merasimlerinde taziye sahibinin ekonomik durumuna göre doğrudan maddî yardımda bulunulması da söz konusu olabilir. Kadınlar ve erkekler farklı mekânlarda tâziyeyi kabul eder, fakat asıl tâziye erkeklerin bulunduğu mekândadır ve erkekler arasında gerçekleşir. Ölen kişinin itibarına göre, kadınların yüzlerini kanattığına, başlarından aşağı toprak serptiklerine çokça şahit olunur. Vefat edenin en yakınlarından başlamak üzere akraba gençleri tarafından tâziye boyunca misafirlere çay, su, yöreye göre mırra (acı kahve) ve kimi zaman -eskiden daha çok- sigara dağıtılır. Özellikle daha önce bir yakınını kaybeden ve tâziyesine gidilmiş olan kimselerle hatırı sayılır kişilerin katılımı beklenir. Tâziyelere katılım ve verilen kıymet dostluk ilişkilerinde belirleyici bir etkiye sahiptir.
Düğün ve Bayramlar. Tâziyelerin sosyal hayattaki etkisine benzer bir durum düğün ve bayramlar için de geçerlidir. Akraba evliliğinin yaygın olduğu Kürtler arasında evlilik merasimi çok önemli bir yere sahiptir. Düğünler yemekli ve bol ikramlı toplantılardır. Düğün sahibinin toplumsal konumuna göre bir ile üç (bazan altı-dokuz) gün süren düğünlerde davulcular hem mırra ikramında bulunur hem de gelen hediyeleri toplar. Düğünlerde halay çekmek, silâh sıkmak ve halay çekenlerin üzerinden para saçmak hem düğün sahibine hem de o esnada halayda olanlara verilen değerin ifadesi kabul edilir.
Kürtler’in en önemli bayramlarından biri 21 Mart tarihinde kutlanan nevruz bayramıdır. Bazı bölgelerde nevruzdan birkaç gün önce ateşler yakarak ve iki lambayı sabaha kadar yanık tutarak “toldan” diye adlandırılan bir kutlama da yapılır. Fakat müslüman Kürtler’in en önemli bayramlarının yine de ramazan bayramı (îd-i fıtır) ve “kurban bayramı” (îd-i heciya) olduğu söylenebilir. Yezîdîler ise nevruzla birlikte 30 Temmuz’da Tigaran ve 16-23 Ekim arasında yedi gün süren Büyük Cem (Cem-i Mezin) bayramlarını kutlarlar.
Evlilik ve Akrabalık İlişkileri. Pek çok dilde olduğu gibi Kürtçe’de de akrabalıkla ilgili terimlerin birçoğu evlilikle irtibatlıdır. Evlilik yoluyla kurulan akrabalık hısımlık diye adlandırılır. Aşiretin toplumsal ve siyasal örgütlenmesinin temelini oluşturan evlilik çoğu zaman siyasal ittifak şeklinde kendini göstermektedir. Zira iç evlilikler aşiretin kendi içerisinde daha çok kenetlenmesine imkân verirken, dış evlilikler aşiretin kendi dışındaki gruplarla daha iyi ilişkiler kurmasına zemin teşkil eder (bk. Yalçın-Heckmann, s. 311-352). Kürtler arasında en yaygın evlilik biçimlerinden biri amca oğlu (pismam) ile amca kızının (dotmam) evliliğidir. Amca oğlunun amca kızının üzerinde evlilik hakkına sahip olduğu kabul edildiği için amca oğlu hakkından feragat etmedikçe onun hakkı olan amca kızına başkası talip olamaz. Aslında bu tek taraflı bir hak olmaktan çok Bourdieu’nun ifadesiyle bir yükümlülük olarak da değerlendirilebilir (bk. Outline of a Theory of Practice, s. 46). Çünkü bazı durumlarda bizzat amca kızının kendisi bu beklenti içerisindedir ve gerçekleşmediği takdirde amca kızıyla beraber çevre de amca oğlunu bu yükümlülüğü yerine getirmediği için kınar. Nitekim pek çok aşk destanında amca kızı önemli bir figürdür. Bu tür evliliklerin en önemli işlevinin akrabalık bağlarını pekiştirerek politik güç sağlamak olduğu söylenebilir. Diğer bir evlilik türü olan berdel (berdêl) ise iki hâne arasında daha çok kız kardeşlerin takası şeklindedir. Bu tür evliliklerde düğünler çok defa aynı gün ya da ertesi gün yapılır. Bazan gelin veya damat adaylarından birinin yaşı çok küçükse birkaç yıl beklendiği de olur. Berdel evliliklerindeki bu karşılıklılık ilkesi sorunlarda da kendini gösterir. Berdel usulü evlilikler hemen her zaman karşılıklı olarak birbirini etkiler. Hânelerden birinde ortaya çıkan bir sorun yine eş zamanlı olarak diğer hânede de görülür. Evli erkek öldüğünde erkek kardeşinin dul kalan yengesiyle evlenmesi (levirat) başka bazı kavim ve toplumlarda olduğu gibi Kürtler arasında da görülen bir diğer geleneksel evlenme türüdür. Bu tür evliliklerde erkeğin bekâr ya da evli olması önemli değildir. Her iki durumda da gözetilen amaç ölen kimsenin eşi, çocukları ve mallarının akrabalık grubu içerisinde muhafaza edilmesi, babasız ya da annesiz kalan çocukların zarar görmemesi veya yabancı ellerde horlanmamasıdır. Kürtler arasında görülen bir diğer evlilik çeşidi kan bedeli karşılığında yapılan evliliklerdir.
Kürtler arasında yaygın olan başlık parasının (kalen), İslâm toplumlarının hepsinde var olan mehir uygulamasının süreç içerisinde değişerek aldığı farklı bir biçimi olduğuna dair görüşler bulunmakla birlikte İslâm’dan önce de benzer bir uygulamanın varlığı bilinmektedir. Kürtler’de başlık parası olarak belirlenen bedel geline değil babası yaşıyorsa babasına, ölmüşse erkek kardeşine verilir. Aileler aile içi ilişkilerine ya da sosyal konumlarına paralel olarak bu parayla kızları için çeyiz hazırlasa da bu amaçla harcanan kısım çoğu zaman başlık parasının belirli bir miktarını aşmaz. Başlık parasının miktarı ailelerin prestiji, kızın gençliği ve güzelliği gibi hususlara göre değişmekte, bilhassa akraba olmayanlar arasındaki evlilik berdel değilse başlık parası çok yüksek olabilmektedir. Bu durum kadının diğer kadınlar arasındaki şerefini arttırırken erkek de ne kadar cömert olduğunu ve önemli bir evlilik yaptığını vurgulamış olur.
Kürtler’de önceleri daha çok toplumun ileri gelenleri arasında görülen çok eşlilik giderek azalmakla beraber varlığını devam ettirmektedir. Genellikle kadından kaynaklı çocuk sahibi olamama durumunda teşvik edilen çok evlilik aşk, daha çok çocuk sahibi olma ve prestij kazanma gibi sebeplerle de yapılabilir.
Kirvelik (kirîvatî) de Kürtler arasında yaygın olan bir başka akrabalık/yakınlık kurma yoludur. Çocuğunu sünnet ettirmek isteyen bir aile reisinin hem kendisine hem de gelecekte çocuklarına toplumsal bir statü kazandıracak ve onlarla güçlü bir dayanışmayı sergileyebilecek birini davet edip sünnet esnasında çocuğu onun kucağına vermesi ile gerçekleşen kirveliğin sünnet merasimiyle sınırlı olmayan bir toplumsal etkisi olduğu söylenebilir. Kirvelerin anlaşmazlıklarda ara buluculuk yaptığına, evliliklerde misafirleri ağırlama görevini yerine getirdiğine rastlamak mümkündür. Ayrıca kirvelik ahbaplık kurulan bir Yezîdî ile daha rahat ziyaretleşmenin zeminini de oluşturabilir.
Kadın-Erkek İlişkileri. Kürtler’de kadın-erkek arasında görünürde ataerkil bir ilişkinin hâkim olduğu söylenebilirse de aslında sanıldığı kadar erkek egemen bir işleyişin varlığı tartışmalıdır. Her şeyden önce kadın-erkek ayırımının toplumsal roller ekseninde söz konusu olduğuna ve herkesin kendi rolünü en iyi şekilde oynaması gerektiğine dair yaygın bir kanaat vardır. Kadın-erkek ilişkisi, kadının sosyal alanda görünürlüğünün ötesinde aşiret sisteminin getirdiği “atfedilen statü” merkezli örgütlenme biçimine göre şekillenmiştir. Bu sistemde üst sırada lider ve lider ailesinin fertleri, ak sakallılar, diğer erkekler ve ardından kadınlar gelir. Kadınlar arasındaki hiyerarşi de erkeklerinkiyle paralellik arzeder. Bu hiyerarşiyi doğuran sistem güçlü bir liderliğe, cesur ve yiğit askerlere ve iş gücü niteliği olarak da yine erkeklere dayanmaktadır. Bu da ortaya erkek merkezli bir yapı çıkarmaktadır. Ancak erkek sosyal ilişkilerin farklı aşamalarında bütün kararları veriyor gibi görünmekle birlikte uygulamada birçok konuda kadının görüşü/onayı alınmadan nihaî karar verilmediği söylenebilir. Kürtler’in yaşadığı coğrafyada kadınların geleneğin temel taşıyıcı unsurları olduğu açıktır. Kürt kadınlarının hayatın her alanında erkeklerle birlikte olmasının da bir sonucu olarak genellikle peçe takmadıkları, yabancılardan fazla sakınmadıkları ve ekseriya erkeklerle birlikte silâh kuşanıp savaştıkları bilinir.
Kan Davası. Kan davası intikam temelinde ortaya çıkan ve silsile halinde devam eden bir eylemdir. Kan davasının sürdürülmesi ve bitirilmesinde tarafların dikkate almaları gereken kurallar vardır ve bu kurallar bir değerler sistemi içerisinde belirli bir meşruiyet çerçevesi oluşturur. Aşiret sisteminin bu konuda yazılı kuralları bulunmamakla beraber temelde kısas ilkesine dayandığı, fakat uygulamada genellikle bu ilkenin aşıldığı kabul edilmektedir. Temelini akrabalık ilişkilerinin oluşturduğu aşiret sisteminde kan davası sadece birinci derecedeki akrabaları değil bir bütün olarak akraba grubunu ilgilendirir. Kan davası aşiret tipi sosyal örgütlenmenin özünü teşkil eden “saldırıda ve savunmada birliktelik” esasına dayanır. Ancak kan bağı baba üzerinden gerçekleştiği için kan davasında taraf olmak baba yanlı bir akrabalığı gerektirirken anne üzerinden kurulan akrabalıklar kan davasının tarafı olmayı gerektirmemektedir.
Kan davalarının sulh yoluyla çözümü için çeşitli yollar vardır. Düşman tarafların saygı duyduğu ve otoritesini kabul ettiği yetkin bir kişinin (aşiret reisi, şeyh, ak sakallı, bilir kişi) ara buluculuğu, maktul yakınlarına diyet (kan bedeli) ödenmesi, bu bedel yerine maktulün yakınlarından biriyle evlendirilmek üzere kız verilmesi, yine maktul yakınlarına “eman” talebinde bulunulması bilinen yöntemlerdendir.
Yemek Kültürü. Geleneksel Kürt yemekleri komşu halklar olan Türk, Fars, Arap, Ermeni, Âzerî mutfakları ile bazı ortak özellikler taşımakla birlikte kendine özgü nitelikler de gösterir. Kürtler’in en temel besin kaynağı olan ekmek (nan) farklı bölgelerde pişirme usulüne göre tandır ekmeği (nanê tendurê) ve sac ekmeği (nanê sêlê) olarak adlandırılır. Ekmek yapmak özel olarak kadınların görevidir ve bilhassa sac ekmeği çoğu defa akraba kadınlarının dayanışma içerisinde yaptıkları ve genç kızların sosyalleştiği bir etkinlik olarak işlev görür. Buğday ürünü erişte (reşte) yağ eklenerek “reşte run”, etli hali “reşte goşt”, bulgur ile pişirildiğinde “reşte û savar” olarak adlandırılır. Dibek taşında hafif ıslatılmış buğdayı dövmekle elde edilen “dan” ya da “danê kutayi” de (dövme) hayvancılıkla geçinen bir Kürt ailesinin vazgeçilmez çorbasının temel maddesidir. Bulgur pilâvının da çeşitleri vardır. Ayrıca soğan, yağ ve haşlanmış hamurdan yapılan “kotelek”, dövülmüş yaban buğdayından yapılan “samani”, bugün çeşitli türleri bilinen köfte (kufte), başka bir et yemeği olan dolma da (kîpik) makbul yemekler arasında sayılabilir. Kürtler sütten (şîr) yoğurt (mast), lor, çökelek (torak), tereyağı (rûnê nivîşk), peynir (penêr) elde ederler. Kuzu ya da oğlak derisinden, ahşap veya kilden yapılan yayıklarda yoğurdun çalkalanmasıyla elde edilen tereyağından geriye kalan ayran ise Kürt mutfağında önemli bir yere sahiptir. Ayran ile dövülmüş buğdayın birlikte kaynatılmasıyla yapılan çorbaya “mehîr / şorba meyrê” denir.
Masal ve Oyunlar. Kürt halk masallarının en önemli bölümü kış masalları olan “çiroklar”dan oluşur. Kahramanları dev, ayı, Keloğlan, Hıdır, Mirza Mihemed (Kur’an’da adı geçtiğine inanılan esrarengiz insan), cin, peri ya da başka doğa üstü varlıklar olan ve özlü sözler, çarpıcı mesajlar, şaşırtıcı sonlarla biten çiroklar gündüzleri fazla iş ve çalışmanın olmadığı dönem ve coğrafyalarda uzun kış gecelerinde anlatılır. Çoğu defa yaşlı kadınlar tarafından soluk aralarında yün eğirmekte kullanılan “teşî”yi çevirerek anlatılan bu masalları çocuklar ve kadınlar ayaklarını battaniyenin altına sokarak dinlerken erkekler köy odasında veya başka bir mekânda ya büyüklerin sohbetine katılır ya da satranç, dama, yüzük gibi oyunlar oynar.
Müzik ve Dans. Kürtler bayram, düğün gibi her türlü kutlama ve şenlikte dans eder ve şarkı söylerler. Kürt kültüründe müzik ve dans önemli bir yer tutmaktadır. Geleneksel Kürt dansları Balkanlar’dan Kafkasya’ya kadar farklı coğrafyalarda benzerlerine rastlanan, el ele tutuşarak oynanan ve govend/gowend diye adlandırılan halaylardır. Davul (davıl/dıhul/def) ve zurna (zurne/zırne) eşliğinde ileri geri gidip gelerek bazan hızlı bazan da yavaş ritimlerle oynanan halayların belli başlıları dîlan, hoy narê, yala, nırî, çepik, dersim, şêxanî, helparika, kerê boz, giranî, sênig gibi adlarla anılır. Kürt tasavvuf çevrelerinde de zikir ve âyinlerin ilahî, kaside, semâ ve devran gibi mûsiki ile irtibatlı dinî form ve unsurlar eşliğinde icra edilmesi yaygındır.
Geleneksel Kürt müziğini icra edenler üç guruba ayrılır: Hikâyeciler (çîrokbêj), şarkıcılar (stranbêj) ve ozanlar (dengbêj). Kürt halk şarkıları genellikle müzik (tambur, kemançe) eşliğinde anlatılan ve kimi zaman da sözler arasında âhengi sağlamak üzere boşlukların “lê lê lê” ya da “lo lo lo” ile doldurulduğu öykülerin özel bir terennümüdür. Bu öykülerde göçebe hayatın maceralarından, kahramanlıklar, acılar, tarihsel olaylar, efsaneler ve savaşlara kadar Kürtler’in sosyal hayatını etkileyen önemli temalar “dengbêj” veya “stranbêj” denilen (“sesle anlatan” mânasında) ozanlar tarafından belli makamlarla terennüm edilerek anlatılır. Dewrêşê Evdî, Mem û Zîn ve Sîyabend û Xecê en çok anlatılan destanlardır. Bağımsız ozanların yanı sıra beylerin, ağaların, mîrlerin divanhânelerinde kendilerine ait ozanları da bulunur. Ozanlık sanatında müzik aletleri kullanılmazken sazla müzik yapanlara “hozan” ya da “tenbûrvan” denilir. Kürt hükümdar meclislerinde genellikle akşam ve gece çalınan müzikler “şevbihêrk” diye adlandırılır. Bunların dışında “lawje” denilen dinî müzik ve özellikle sonbaharda seslendirilen ve “payizok” olarak anılan şarkılar da vardır. Kürt şarkılarında sıkça ince bir melankoliye rastlanır. Kürt müziğinin icrasında kullanılan çok çeşitli enstrümanlardan bazıları şunlardır: Tambur, buzuk, ud, qernête, şimşal, dahol, zırne, billûr, fîq, düzale, def. Meşhur Kürt ozanlarına Evdalê Zeynikê, Kawis Axa, Karabetê Xaco ve Şakîro örnek verilebilir. Şivan Perwer, Bijan Kamkar, Aram Tigran, Nizamettin Ariç, Ciwan Haco ve Şahram Nazeri ise Kürt müziğinin günümüzde önde gelen temsilcilerindendir. Ayrıca dinî âyinlerde müzik önemli bir figürdür. Özellikle Kādirî tarikatında kasideler ve beyitler önemli bir yer tutarken çeşitli makamlarda okunan mevlid de halk arasında saygıyla dinlenir.
Giyim Kuşam. Tipik bir Kürt kıyafetinden söz etmek mümkün değilse de çok süslü ve gösterişli renklerin Kürt beğenisinin temel göstergesi olduğu söylenir. Batı’daki Kürt erkekleri, dar paça şalvar (şelwer), gömlek, onun üzerine yelek ve başlarına tülbent ya da puşi giyerler. Türkiye’nin güneyi ve Irak’ın kuzeyinde tercih edilen tarz (Revandizî, Badînanî ya da Hakkârî tarzı) bele kadar açık, belde pantolonun içine sokulan, yakasız ve bedene tam oturan bir ceketle ayak bileklerine doğru genişleyen pileli bir pantolondan oluşur. Aynı bölgedeki kadınların geleneksel kıyafeti ise pantolon, düz veya şekilli diz üstü iç eteklik ve bunun üzerine belde pileleri ve huni şeklinde kolları olan ince bir elbiseden oluşur. Urfa civarında kadınlar derpenin (don/pantolon) üzerine etek ve gömleğin üzerine kaftan (xeftan) giyip önlükle bağladıkları bellerine kaftanın uçlarını sıkıştırırlar; başlarına da bir tülbent (dolbend) bağlar ya da kofî giyerler. Kofî Kafkasya’dan Urfa’ya farklı biçimler alan gösterişli bir başlıktır. Kürt kadınları ve erkekleri tarafından yaptırılan dövme (dek), yalnızca süs olarak değil varsayılan mûcizevî ve iyileştirici nitelikleri sebebiyle tercih edilmektedir. Özellikle kadın dövmelerinde tercih edilen temel motifler arasında güneş, ay, yedi yıldız, tarak, ceylan, şahmaran, akrep, çiçek, halhal, geyik, başak, göz, orak, kalp ve genellikle Yezidî Kürt kadınları için haç zikredilebilir.
Kilim. Kürt kilimleri bölgedeki diğer kilimcilik kültürlerinden etkilenmişse de kendine has birçok özelliği vardır. Meselâ İran ve Türk kilimciliğinde üç kenar bordürü varken Kürt kilimleri genelde bir veya iki kenar bordürü taşır. Kürt kilimlerinde çok renkli kenarlar, diğer kilimcilik kültürlerinden farklılık arzettiği gibi motif açısından üretildiği bölgelere göre de farklılık gösterir. Türkiye’de yapılmış Kürt kilimlerinde balıksırtı oluşturacak şekilde farklı renklerden örülmüş kenarlar yaygınken İran’da 13 cm. veya daha büyük uzunluklarda renk şeritleri daha yaygındır. Genelde Kürt kilimlerinde motif olarak yıldız vb. sekiz köşeli şekiller başta olmak üzere çeşitli geometrik şekiller ve kaplumbağa, kuş gibi hayvanların figürleri görünür.
Mesken. XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ortalarına kadar göçebe Kürt nüfusunun genel olarak kullandığı ikametgâh kendine özgü ve detaylı resimlerle süslü kıl çadırdır. Aşiret seçkinlerinin çok odalı, değerli halılarla döşenmiş çadırlarına karşılık sade göçerin çadırında bir tek bölme vardır. Yerleşik Kürtler’in evleri, genellikle kerpiçle ya da en kolay bulunan malzemelerle (toprak, taş ve ağaç) inşa edilen, ihtiyaca göre “göz”ler eklenerek genişletilebilen tek katlı meskenlerdir. Bu hayat alanı içerisinde oturup kalkılan, yemek yenen ve yatılan bir oda (ode), çoğunlukla mutfak olarak da kullanılan bir ara hol (eywan), hole açılan diğer tarafta bir misafir odası, onun yanında kapısı dışarıdan açılan bir kiler veya erzak odası (ambar), onun bitişiğinde samanlık, onun hemen karşısında ya da dizinin her iki yanından birinde “L” şeklini verecek bir ahır ve odalar dizisini birbirine bağlayan avlu duvarı (hewş), ovalı Kürtler’in evini sembolize eder. İki katlı ve dikdörtgen biçiminde olan ve daha çok dağlık bölgelerde rastlanan ev tipinde ise alt katta malzemelik adı verilebilecek bir birim, ahır, samanlık ve gübrelik bulunur. Merdivenlerle geçilen üst katta teras, iki tarafa açılan hol, bir tarafta oda ve arkasında erzaklık, “kevar” denilen tahıl ambarları, bir yarı mutfak görevi yapan “kezin”, bir tezgâh, yazın ekmek ve yemek pişirilen şömine/tıfık (“oda”da da bir benzeri) bulunur.
Evin ana mekânı odadır; büyüklüğü ve maddî niteliği ailenin statüsüne ve imkânlarına göre değişir. Ev halkı büyük ölçüde bu odada oturup kalkar, yemek yer, çay içer ve yakın/akraba misafirlerini ağırlar. Kışın sobanın sürekli yandığı yer burasıdır, evin reisi, karısı ve küçük çocukları burada yatar. İçerisinde sergi ve aksesuar olarak eskiden ortada bir el dokuma kilim (palas), çevresinde 1 m. genişliğinde, birkaç metre uzunluğunda keçe (kulav) ve etrafında hasır yastıklar bulunuyorken zamanla halılar ve minderler yaygınlaşmaya başlamıştır. Gulke/kulıkê denilen ve yemeklerin pişirilmesi için kullanılan mekân, içinde yapılan işler sebebiyle kadınlara ayrılmış bir alandır. Burada ana yemekler pişirilir, bazan hamur yoğrulur ve ekmek yapılır. Hiyerarşinin tepesinde olan evin büyük kadını (kebani), burası dahil genel düzenden sorumludur. Erkekler bu mekâna pek uğramaz ve başka erkekler tarafından da burada görülmek istemezler. En fazla, buraya eklenmiş ve kapısı buraya açılan, adına “şoşık/serşok” denilen bölmeye banyo yapmak üzere girerler. Bu mekânlardan oda “eril”, diğer ikisi “dişil” mekândır.
Köy Odası. Köy odası kavramının aşiretler için köy tipi yerleşimle beraber anlam kazandığı söylenebilir. Zira yerleşik hayata geçmeden önceki zamanlarda bu işlevi, siyah çadır sahibinin ya bizzat çadırının bir bölümü ya da çadırının yanına kurduğu özel bir çadır yerine getirmiştir. Köy odası bölgesine göre “ode, mevânhâne, divanhâne, koçık” kelimeleriyle ifade edilir. Ancak ne şekilde tanımlandığı önemli olmayıp bu mekânın merkezinde misafir ve misafire sunulan ikramlar bulunur. Misafirleri ağırlamak, bir ağanın ya da liderin en önemli sorumlulukları ve görevleri arasında yer aldığı gibi günümüzde aşiret reisinin başlıca görevinin kendisini ziyarete gelen misafirleri ağırlamak olduğu da görülmektedir. Sosyal statüsü ne olursa olsun köye gelen bir yabancının yeme ve konaklama giderlerinin töre gereğince aşiretin reisi tarafından karşılandığı bilinir. Reisin misafirperverlikteki savurganlığı kendisine gösterilecek saygının artmasını sağlarken misafirperverlik üzerinden kazanılan saygınlık ekonomik avantaj gibi hiçbir somut getiriye sahip değildir. Reisler güğümlerinin büyüklüğü, cezvelerinin sayısı, mangallarının sürekli ateşi ve mırralarının koyuluğu ile övünürler. Ancak aşiret reislerinin çoğunluğu, önemli bir mal birikimini gerçekleştiremezse de bu yeniden dağıtım mekanizmasını canlı tutarak iktidarlarını pekiştirir. Uzun kış gecelerinde masalların anlatıldığı, elde edilen tecrübelerin paylaşıldığı, ozanların “stran/klam” söyledikleri, önemli bölgesel sorunlara çareler arandığı, heyecanları çokça okşayan kahramanlık hikâyelerinin dikkatle anlatıldığı ve dinlendiği, aynı zamanda önemli ailevî kararların alındığı, üretimle ilgili planlamaların ve aşiretlerin birbirlerine karşı üstünlük sağlamak ya da intikam almak üzere karşı tarafın ekonomik kaynaklarına zarar vermek amacıyla yağma örgütlenmelerinin yapıldığı bu mekânlar sadece fizikî ihtiyaçları karşılayan bir alan olarak işlev görmemiştir.
İktisadî Yapı. Kürtler göçebe, yarı göçebe, köylü ve şehirli olmak üzere farklı hayat tarzlarına sahip olduklarından geçim biçimleri de birbirinden farklılaşabilmektedir. Göçebe ve yarı göçebe Kürtler’in en önemli geçim kaynağı küçükbaş hayvancılığıdır. Vergiler, cezalar, hediyeler hayvan olarak verilirken gerektiğinde kendileriyle birlikte süt ürünleri ve yünleri de nakde çevrilebilmektedir. Yarı göçebeler kısmen ve köylüler tamamen tarımla uğraşırken köylülerin de her zaman kendi ihtiyaçlarının temini için hayvanları bulunmuştur. Özellikle XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlılar’ın hem iskân politikaları hem de 1858’deki Arazi Kanunnâmesi sonrasında yerleşik hayat ve tarım Kürtler’in daha belirgin hayat tarzı haline gelmiştir. Ancak kanunnâme ile başlayan süreçte aşiret ekonomisinin dayandığı dayanışmacı ve cemaatçi özellikler yerini bireyselleşme eğilimine terketmiş ve birçok aşiret reisinin toprak ağası haline gelmesiyle aşiret içinde ekonomik tabakalaşmanın artmasına yol açmış, diğer aşiret üyelerinin çoğu ağanın kiracı-ortağı durumuna gelmiştir.
Sonuç olarak bugün gelinen nokta itibariyle Kürtler yaşanan hızlı şehirleşme, ulusal/küresel yapıya entegrasyon ve bu süreçlerle birlikte şekillenen politik ve ideolojik eğilimler sebebiyle kültürel karakteristik özelliklerinin çoğunu ve çeşitliliğini kaybetmeye yüz tutmuştur. Giyim kuşam çok dar bir kırsal alanın dışında tamamen folklorik bir nitelik kazanmış; çok figürlü, çok detaylı halaylar yerini tekdüze ve basit ritimlerden oluşan bir oyuna bırakmış; lehçeler ya resmî dillerin etkisiyle giderek zayıflamış ya da seküler bir ortak dile doğru evrilmiş; geleneksel akrabalık ağları veya cinsiyet rolleri önceki baskın ve belirleyici özelliğini yitirmeye başlamış; sonuçta “Kürt olmak” bir “kimlik” bilincine indirgenmiştir. Ancak geleneksel ilişki ağları ve kültürel kodların yeni zamanlara belli ölçüde kendini uyarlayarak yaşadığı da görülmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Şeref Han, Şerefnâme: Kürt Tarihi (trc. M. Emin Bozarslan [Arapça’dan Türkçe’ye]), İstanbul 1990, tür.yer.
B. Nikitin, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihî İnceleme (trc. Hüseyin Demirhan – Cemal Süreya), İstanbul 1991.
Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (haz. Şevket Beysanoğlu), İstanbul 1992.
P. Bourdieu, Outline of a Theory of Practice (trc. R. Nice), Cambridge 1995, s. 46.
M. F. Millingen, Kürtler Arasında Doğal Yaşam (trc. Nuray Mestci), İstanbul 1998.
F. Barth, Kürdistan’da Toplumsal Örgütlenmenin İlkeleri (trc. Serap Rûken Şengül – Hişyar Özsoy), İstanbul 2001.
Lale Yalçın-Heckmann, Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri (trc. Gülhan Erkaya), İstanbul 2002, tür.yer.
T. F. Aristova, Kürtlerin Maddi Kültürü (trc. Arif Karabağ), İstanbul 2002.
M. van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet (trc. Banu Yalkut), İstanbul 2003.
C. J. Edmonds, Kürtler, Türkler ve Araplar (trc. Serdar Şengül – Serap Rûken Şengül), İstanbul 2003, tür.yer.
V. Minorsky v.dğr., Kürtler ve Kürdistan (trc. Kamuran Fıratlı), İstanbul 2004.
a.mlf., “Kürtler”, İA, VI, 1108-1114.
W. R. Hay, Kürdistan’da İki Yıl: 1918-1920 (trc. Fahriye Adsay), İstanbul 2005.
Naci Kutlay, Kürtlerde Değişim ve Milliyetçilik, Ankara 2006.
Selim Temo, Kürt Şiiri Antolojisi, İstanbul 2007.
P. Kreyenbroek – C. Allison, Kürt Kimliği ve Kültürü (trc. Ümit Aydoğmuş), İstanbul 2008.
M. Emîn Zekî Beg, Kürtler ve Kürdistan Tarihi (trc. Vahdettin İnce v.dğr.), İstanbul 2010.
Sibel Abiç, Dövme/Dek, Mardin 2011, tür.yer.
M. R. Izady, Bir El Kitabı: Kürtler (trc. Cemal Atila), İstanbul 2011.
Th. Bois – D. N. MacKenzie, “Kurds, Kurdistān”, EI² (İng.), V, 470-486.