- 1/3Müellif: AHMET KAVASBölüme GitKapladığı alan bakımından Afrika’nın Sudan, Cezayir ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden sonra dördüncü büyük ülkesidir. Kuzeybatıda Tunus, batıda Cez...
- 2/3Müellif: ORHAN KOLOĞLUBölüme GitOsmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın bugünkü Libya’yı içine alan ve Mağrib denilen Kuzey Afrika’ya ilgi duymaları XV. yüzyılın sonlarından itibaren başlar. P...
- 3/3Müellif: AHMET KAVASBölüme GitIII. KÜLTÜR ve MEDENİYET 1. Dinî Hayat, Mezhepler ve Tarikatlar. Arap asıllı müslümanlar İslâm fetihlerinin ardından bölgeye yerleşmeye başladılar. Bö...
https://islamansiklopedisi.org.tr/libya#1
Kapladığı alan bakımından Afrika’nın Sudan, Cezayir ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden sonra dördüncü büyük ülkesidir. Kuzeybatıda Tunus, batıda Cezayir, güneyde Nijer ve Çad, güneydoğuda Sudan, doğuda Mısır ile komşu olan, kuzeyde Akdeniz’le kıyısı bulunan Libya’nın resmî adı el-Cemâhîriyyetü’l-Arabiyyetü’l-Lîbiyyetü’ş-şa‘biyyetü’l-iştirâkıyyetü’l-uzmâ (Büyük Libya Arap Halk Sosyalist Cemâhiriyesi), yüzölçümü 1.759.540 km2, nüfusu 7.250.800’dür (2003 tah.). Başşehri Trablus (Tripoli) (1.750.000 nüfus, 1998 tah.), diğer önemli şehirleri Bingazi (950.000), Mısrâte (500.000), Züvâre (350.000), Hums (230.000) ve Sebhâ’dır (220.000).
I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
Ülke topraklarının onda dokuzu çöllerle kaplıdır. Bu geniş çöl alanında çöl tiplerinin hemen her çeşidine ait örneklere rastlanılır: Kayalık çöller (hâmideler, en meşhuru el-Hâmidetü’l-hamrâ), çakıllı çöller (serîrler, en meşhuru Tibesti serîri) ve daha yaygın olan kum çölleri (ergler, Murzuk [Merzûk] ergi) gibi. Ülkenin güneybatısındaki Fizan bölgesinde kum örtülerinin oluşturduğu hafif yükseltiler yaklaşık 160 km. uzunluğunda bir sıra meydana getirir. Libya’da çok sınırlı bir alanda yer alan dağlık kesimler, kuzeyde Sirte körfezinin doğusunda ve batısında Akdeniz kıyısı yakınında bulunur. Sirte körfezinin kuzeybatısında denize kadar uzanan Trablus dağları (Cebelitrablus) batıya doğru denizden uzaklaşır ve bu kesimde denizle dağlar arasına verimli Cefera ovası girer. Bu körfezin doğusunda bulunan kalker yapılı Cebeliahdar Akdeniz kıyısını çok yakından izler ve denizle dağlık kesim arasında sadece dar bir kıyı ovası bulunur.
Libya’da kıyıdaki dar bir kıyı şeridine inhisar eden ve içeriye doğru fazla sokulmayan Akdeniz iklimiyle ülkede çok geniş alana yayılan çöl iklimi olmak üzere iki iklim tipi görülür. Trablus dağları ile Cebeliahdar’da yağışlar bollaşır. Bu kesimlerde yıllık ortalaması 600 milimetreyi aşan yağışlar görülür. Güneye doğru iyice azalan yağışlar bazı kesimlerde 50 milimetrenin de altına düşer. Libya ikliminin en dikkat çekici özelliklerinden biri, yeryüzünde şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek sıcaklığa bu ülkede rastlanmış olmasıdır. Trablus’un güneyindeki Azîziye’de 1922 yılında yapılan bir rasada göre termometre gölgede 58°’yi göstermiştir ki bu meteorolojik rekor ne bu ülkede ne de başka bir yerde aşılabilmiştir.
Akarsular bakımından fakir bir ülke olan Libya’da yer altı su şebekesi önem taşımakta ve bundan âzami derecede istifade edilmeye çalışılmaktadır. Yer altı suları kıyı kesiminde yüzeye çok yakındır ve kolay çıkarılabilmektedir. İç kesimlerdeki çöl alanlarında yer altı suyunun yüzeye çıktığı yerler vahaları oluşturur. Yer altı suyunun bol bulunduğu sahrâ bölgesinden sahildeki verimli arazileri sulamak ve başşehir Trablus ile diğer şehirlere içme suyu temin etmek için 1984 yılında başlatılan “Büyük Sun‘î Nehir Projesi” büyük oranda tamamlanmıştır. Kıyı bölgelerinde “sebha” adı verilen suları tuzlu ve sığ göllere rastlanır.
İkliminin sonucu olarak doğal bitki örtüsü de fakirdir. Cebeliahdar’ın Akdeniz’e yani kuzeye bakan yamaçlarında ardıç ve sakız ağaçlarının ağırlıklı olduğu orman örtüsü vardır. Buradan güneye doğru gidildikçe bozkır (step) görünüşü hâkim olur. Daha güneyde ise hiçbir bitki örtüsünün olmadığı mutlak çöllere geçilir. Bu mutlak çöl görünüşü vahaların bulunduğu yerlerde kesintiye uğrar.
Nüfusu seyrek bir ülke olan Libya’da nüfus yoğunluğu olarak kilometrekareye dört kişi düşer. Yalnız bu nüfus ülke yüzeyine çok düzensiz yayılmıştır. Nüfusun % 90’ından fazlası kıyı kesiminde toplanmıştır. Trablus ve Ahdar dağlarının nisbeten bol yağış alan yamaçları ile iç kesimlerdeki vaha sahaları da nüfus toplanma alanlarıdır. Resmî dili Arapça olan ülke nüfusunun % 97’si müslümandır.
Son dönemlere kadar Libya ekonomisinin temelini tarım, hayvancılık ve küçük el sanatları oluştururdu. Fakat günümüzde Libya ekonomisi denince ilk akla gelen ham petrol ve petrol ürünleri ihracatıdır. Bu durum, 1955 yılında ülkede petrol emârelerinin belirmesi ve 1959’da Sirte körfezinin güneyinde Zelten’de ilk petrol kuyularının açılmasıyla başladı. Aynı yıl içinde yine denize çok uzak olmayan mesafede Raguba’da başka kuyular açıldı. Bu kuyular uzunluğu 160 kilometreyi bulan petrol boru hatlarıyla Akdeniz kıyısına bağlanınca üretim arttı. 1961’den 1968’e kadar beş büyük boru hattı daha devreye girdi ve boru hatlarının uzunluğu 400 kilometreyi aştı. 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından Süveyş Kanalı’nın kapanması Libya petrolünün önemini büsbütün arttırdı ve petrol ihracatı da beklenmedik bir hızla yükseldi (1999’da kişi başına düşen millî gelir 7000 dolar). Libya’da petrol yanında doğal gaz üretimi de gittikçe önem kazanmaktadır.
Libya’nın geleneksel ekonomik uğraşılarından olan tarım Cefera ovasında, dar kıyı kuşağında ve iç bölgelerdeki vahalarda yapılmaktadır. Tahıl türlerinden en fazla arpa, onu geriden izlemek üzere buğday ve çeşitli sebzeler yetiştirilir. Tütün, zeytin, portakal, vahalarda elde edilen hurma ve diğer meyveler, tarımdaki çeşitliliği sağlar. Hayvancılık olarak koyun, keçi ve deve dikkati çeker. Akdeniz kıyısında ve açığında yapılan balıkçılık da ekonomiye katkı sağlar.
Petrol sanayii dışında bir dönem ağır sanayie ağırlık verilmiş olup halen sanayi kuruluşları sigara, hasır, halı, sabun ve zeytinyağı üreten tesislerdir. Deri işlemeciliği eskiden beri önemlidir. Ulaşım 20.000 kilometreyi bulan karayolları ve sayıları on beş kadar olan havaalanlarıyla sağlanır. En önemli liman faaliyeti Trablus ve Bingazi şehirlerinde olup Mersalbüreyka’da petrol terminali bulunmaktadır.
Petrol ülkesi olarak tanınmadan önceki yıllarda Libya ihracatında daima zeytinyağı satımı ilk sırayı alırdı. Günümüzde ihracatın % 90’dan fazlası petrole aittir. Petrol dışında zeytinyağı, hurma ve çeşitli meyveler, yer fıstığı ihracatı vardır. Dış ticaretinde aldığı mallar arasında çeşitli makineler, motorlu taşıtlar, demir, çelik ve dokuma dikkati çeker. Libya’nın ihracatı ve ithalâtında ilk sırayı alan ülkeler İtalya, Almanya ve İngiltere’dir.
Libya’nın ilk yerli ahalisi olan Lîbîler hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte bunların Berberî Levâte’nin atası olduğu ileri sürülmektedir. Birçok medeniyete beşiklik eden Libya’yı Berberîler dışında Fenikeliler, Romalılar, Vandallar, Bizanslılar, yahudiler, Araplar, Zencîler, Tevârikler, Türkler ve Avrupalılar yurt edinmişlerdir. Berberîler Levâte (Berka’da), Hevvâre (güneyde), Nefûse (Nefûse dağı) ve Zenâte adlı dört büyük kola ayrılır. Libya’nın ikinci kalabalık nüfusunu oluşturan Araplar, ilk fetih faaliyetlerine katılanlar dışında özellikle XI. yüzyılda Fâtımîler’in Yukarı Mısır’dan buraya gönderdikleri Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerinin soyundan gelmektedir. Berberîler’in bir kısmı İslâm fethinden sonra dağlara ve çöllere çekilerek hem asıllarını hem dillerini korurken bir kısmı zamanla giyimlerini, âdetlerini ve dillerini terkedip Araplaşmışlardır. XVI. yüzyılın ortalarında Libya’yı idaresine alan Osmanlı Devleti zamanında buraya gönderilen Türkler’in Berberî, Arap ve Endülüs asıllı yerli kadınlarla evliliklerinden kuloğlu denilen bir nesil doğdu. Ayrıca XIX. yüzyılda Malta ve İtalya’dan Libya’ya gelenler de burada bir topluluk oluşturdu.
II. TARİH
Mısır’ın batısındaki bölgeye Libya isminin ilk defa Yunanlılar tarafından verildiği ve bunun Berberî Levâte kabilesinin adının değişiminden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Romalılar, bugünkü Tunus ve Libya’nın batısındaki toprakları içine alan bölgeye Afrika adını vermiş, Araplar bunu İfrîkıye olarak telaffuz etmişlerdir. Yine Araplar’ın Berka dedikleri Sirenayka (Cirenaica) bölgesinin adı Yunanlılar’ın kurduğu ve Siren (Cyrène) dedikleri şehrin isminden gelmektedir. Antik dönemde Sirtika (Syrtica) sahilinde kurulan Sabratha, Oea ve Leptis Magna adlı üç şehir için Tripolitaine tabiri kullanılmış, Araplar bunu da Trablus şeklinde söylemişlerdir. Lîbîler denilen bölge ahalisinin aslen Nil civarından, Etiyopya’dan, Arap yarımadasından geldikleri veya Akdeniz asıllı oldukları gibi farklı rivayetler de vardır.
Başlangıçtan Müslümanlar Tarafından Fethine Kadar. İlk defa milâttan önce XII. yüzyılda Fenikeliler Libya sahillerine ticarî amaçla gelmişlerse de hâkimiyetlerini milâttan önce IX. yüzyılda tesis etmişlerdir. Fenikeliler’in kurduğu ve büyük gelişme gösteren Trablus bölgesi milâttan önce V. yüzyılda Kartaca’ya bağlandı. Yunanlılar, Sirenaika’ya gelerek milâttan önce 630 yılında Siren şehrini kurdular. Ülkenin doğusu Mısır’ın etkisindeyken Trablus Tunus’la irtibatlıydı. Numidya Kralı Massinissa, II. Kartaca savaşının ardından Trablus bölgesini ele geçirdi. Romalılar milâttan önce 146’da Kartaca’yı yıktıktan sonra hâkimiyetlerini bütün Kuzey Afrika’ya yaydılarsa da Oea, Sabratha ve Leptis Magna’ya özerklik verdiler. Ancak milâttan önce 46 yılında Numidya’yı topraklarına katınca bu üç şehri Afrika adıyla bir federasyonda birleştirip Roma’ya bağladılar. O dönemde büyük gelişme gösteren bölge Roma’ya aylık 10.000 kantar zeytin yağı vergi veriyordu. Milâttan önce 19’da İmparator Augustus zamanında Fizan ve Gadâmis Roma topraklarına katıldı. Sirenaika kısmen, milâttan önce II. yüzyıldan itibaren ele geçirildiyse de tamamı ancak milâttan sonra IV. yüzyılda imparatorluğa dahil edilebildi..
Leptis Magna’da doğan ve 193’te Roma imparatoru olan Septimus Sévèrus ve kendisinden sonra gelen imparatorlar Afrika eyaletine özel ilgi gösterdi. Milâttan sonra IV. yüzyılda tahrip edilen Leptis Magna, V. yüzyılda Giustiniano tarafından yeniden imar edilerek eyalet merkezi yapıldı. IV. yüzyılda gücü zayıflayan Roma’ya karşı isyanlar başladı ve Berberîler ayaklandılar. 366’da Leptis Magna ve Sabratha Romalılar’ın elinden çıkınca önemini kaybetti. Berberî saldırılarıyla iyice zayıflayan ülke 430 yılında Vandallar’ın işgaline uğradı. Bu istilânın Libya’yı iyice fakirleştirmesi Bizanslılar’ın işgalini kolaylaştırdı ve 535’te bölge Bizans hâkimiyetine girdi. Sahillerdeki önemli yerlerde ve kalelerde bir miktar asker bulunduran Bizanslılar, Berberîler’i kendi hallerine bırakıp yıllık belli miktarda vergi ödemeleri ve gerektiğinde asker desteği sağlamaları dışında herhangi bir şeye zorlamadılar.
Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyeti sırasında sahildeki önemli şehirlerle Afrika’nın iç bölgeleri arasında ticaret geliştirilerek yollar açıldı. Sabratha’dan başlayıp Gadâmis üzerinden Afrika içlerine giden yol yanında Oea ve Leptis Magna’dan başlayan ve Fizan üzerinden giden güzergâh daha işlek ve emniyetliydi. Sirenaika’daki Apollonia, Berka, Bérénice ve Tocra şehirlerinin Çad, Kongo ve Habeşistan ile münasebetleri vardı. O çağlarda başlayan Afrika içlerinden fildişi, altın, deve kuşu tüyü, kıymetli taşlar, deri, abanoz ve esir ticareti XX. yüzyıla kadar devam etti.
Fetihten Osmanlılar’a Kadar. Hz. Ömer zamanında Amr b. Âs kumandasında Mısır’ı fetheden İslâm ordusu (21/642) Bizans hâkimiyetine son vermek üzere Libya ile Tunus’u içine alan bölgeye yöneldi. Önce Berka (Sirenaika) ele geçirildi ve Levâte kabilesi 13.000 dinar cizye vermek şartıyla yerinde bırakıldı. Amr b. Âs’ın Trablus’a, Ukbe b. Nâfi‘in Fizan’a düzenlediği seferlerden sonra Mısır’a geri dönen müslüman orduları 24 (645) yılında Trablus’a yeni bir sefer düzenledi ve 26’da (647) yeni Mısır valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in seferi sırasında Sübeytıla’da Bizans Valisi Gregorios’u yendi. Bu savaşta İslâm ordusu 20.000, Bizans-Berberî ordu 120.000 civarında askerden oluşuyordu.
Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasındaki mücadele sırasında (37/657) Berberîler ayaklandılar. Emevî Devleti’ni kuran Muâviye, İfrîkıye’ye Muâviye b. Hudeyc kumandasında bir ordu gönderdi. Berberîler’i desteklemek üzere 30.000 kişilik bir Bizans birliği ve donanma geldiyse de Tunus’un kuzeyindeki liman şehri Benzert’i (Bizerte) fetheden (41/661) müslümanlar Trablus ve çevresini tekrar ele geçirdiler.
Ukbe b. Nâfi‘, Afrika’nın iç bölgeleriyle münasebetlerde önemli konumda olan Gadâmis’i 42 (662) yılında aldı. Daha sonra Veddân kasabası ile Fizan’ın merkezi konumundaki Zevîle’yi fethedip kendisine karargâh yaptı. Fakat Libya dahil bütün Kuzey Afrika’nın müslümanlarca kesin olarak ele geçirilmesini sağlayan seferler, 49-55 (669-675) yılları arasında yine Ukbe b. Nâfi‘in kumandanlığı zamanında düzenlendi. Ukbe 50 (670) yılında Kayrevan şehrini kurarak karargâhını buraya taşıdı. Bu döneme kadar müslümanlar karşılarında Bizans ordusundan çok Berberî kabilelerinden Hevvâre ve Levâte’yi buluyordu. Bu kabileler de müslüman olmaya başlayınca belli başlı şehirlere karargâhlar kuruldu. Ukbe b. Nâfi‘, Berberîler’den bir ordu teşkil ederek Kuzey Afrika’daki seferlerinde kullandı ve birçok başarı elde etti. Bu arada yeni Mısır valisi Mesleme b. Muhalled, Ukbe’yi İfrîkıye valiliğinden alıp yerine Ebü’l-Muhâcir Dînâr’ı tayin etti (55/675).
Görünüşte İslâmiyet’i kabul eden Berberî reisi Küseyle b. Lemzem güçlü kumandan Ukbe’nin valilikten ayrılması üzerine İslâm’dan dönerek ayaklandı ve üzerine ordu gönderilip esir alındı. Bu sırada Ukbe, Yezîd b. Muâviye tarafından ikinci defa vali tayin edilince (62/682) Küseyle’yi yakalatıp kendisine ağır muamelede bulundu. el-Mağribü’l-aksâ’da ordusuyla seferde iken Küseyle kaçarak kendisine katılanların başına geçti, Biskre’de Ukbe ile yanındaki 300 kişiyi pusuya düşürüp öldürdü (63/683). Züheyr b. Kays el-Belevî ve Ömer b. Ali el-Kureşî kumandasındaki İslâm ordusu da Kayrevan’dan Berka’ya çekilmek zorunda kaldı; Kayrevan Küseyle’nin kumandasındaki Berberîler’in eline geçti. 69 (688-89) yılında İfrîkıye valiliğine getirilen Züheyr b. Kays, Küseyle’nin üzerine yürüdü ve bu savaşta Küseyle öldürüldü. Bu arada Berka’yı işgal eden Bizanslılar’la yapılan savaşta Züheyr de hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Kâhine adlı bir Berberî kadın İfrîkıye’nin iç kesimlerinde hâkimiyet kurdu. Bizanslılar da Kartaca gibi sahil şehirlerini zaptettiler. Züheyr’den sonra bir süre boş kalan İfrîkıye valiliğine 73’te (692) Hassân b. Nu‘mân el-Gassânî tayin edildi. Berka ve Trablus’u tahkim eden Hassân Kayrevan’ı yeniden ele geçirdi ve Kartaca’yı Bizanslılar’dan geri aldı, ayrıca Benzert’i fethetti. Daha sonra Kâhine üzerine yürüdüyse de yenilerek Berka’ya çekildi (77/696). Bu sırada Kartaca tekrar Bizanslılar’ın eline geçti. Halife Abdülmelik b. Mervân’ın içerideki karışıklıkları halletmesinden sonra yardım göndermesi üzerine Hassân Kâhine’nin üzerine yürüdü; Kābis, Kafsa, Kastilya ve Nefzâve’yi itaat altına aldı, yapılan savaşta Kâhine öldürüldü (79/698). Kendilerine eman verilen ve İslâmiyet’i kabul eden Berberîler’le güçlenen Hassân Kartaca’yı geri aldı ve İfrîkıye kesin biçimde İslâm hâkimiyetine girmiş oldu. Hassân, denizden gelecek saldırılara karşı bir donanma oluşturmak amacıyla Tunus şehrini kurup bir tersane inşa ettirdi. O zamana kadar Mısır valilerine bağlı olan İfrîkıye valileri bu tarihten itibaren doğrudan halife tarafından tayin edilmeye başlandı.
Hassân b. Nu‘mân’dan sonra İfrikıye valisi olan Mûsâ b. Nusayr zamanında Kuzey Afrika’daki fetihler tamamlandı ve 88 (707) yılında burası Tunus ve Trablus’tan ibaret İfrîkıye, el-Mağribü’l-evsat (Cezayir) ve el-Mağribü’l-aksâ (Fas) adıyla üç bölgeye ayrılıp her birine âmiller gönderildi. İç işlerinde bağımsız olan Trablus âmilliği İfrîkıye eyaletine vergi ve asker gönderiyordu. Libya’nın diğer iki bölgesi olan Bingazi ve Fizan da idarî bakımdan Trablus’a bağlı görünmekle birlikte iç işlerinde serbest idiler.
Roma ve Bizans dönemlerinde kendilerine verilen imtiyazların Araplar tarafından kaldırılmasından rahatsız olan Berberî kabilelerinden Hâricîliğin İbâzıyye kolunu benimseyenlerin Trablus’a saldırarak burayı ele geçirmesi üzerine (123/741) İfrîkıye valiliğine tayin edilen Hanzale b. Safvân el-Kelbî onların üzerine yürüdü ve Karn mevkiinde Berberîler’i bozguna uğratarak (124/742) bölgedeki Berberî isyanlarını bastırdı.
Abbâsîler döneminde İfrîkıye’de ayaklanmalar devam etti. 140 (757) yılında Trablusgarp bölgesi İbâzîler’i tarafından imam seçilen Ebü’l-Hattâb el-Meâfirî önce Abbâsî âmili Amr b. Süveyd’in elindeki Trablus’u, ardından Verfecûme Berberî kabilesinin elindeki Kayrevan’ı aldı. Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un emriyle Mısır Valisi Muhammed b. Eş‘as el-Huzâî’nin Avvâm b. Abdülazîz el-Becelî ve ardından Ebü’l-Ahvas Ömer b. Ahvas el-İclî kumandasında gönderdiği ordular Ebü’l-Hattâb’a yenilince Muhammed b. Eş‘as 40.000 kişilik bir ordu düzenleyerek Ebü’l-Hattâb’ın üzerine yürüdü ve onu mağlûp ederek Trablusgarp ile Kayrevan’a hâkim oldu (144/761).
Daha sonraki yıllarda Berberîler’den Sufriyye Hâricîleri’nin reisi Ebû Kurre el-İfrenî’yi cezalandırmak için Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un gönderdiği Ağleb b. Sâlim kumandasındaki ordu başarılı olamadığı gibi Ağleb de öldürüldü (151/768); İbâzîler önce Trablus’u, ardından Kayrevan’ı ele geçirdiler. Abbâsî halifesi, İfrîkıye valiliğine tayin ettiği Ömer b. Hafs, İbâzî imamı Ebû Hâtim’e yenilince meşhur kumandanlarından Yezîd b. Hâtim’i 60.000 kişilik bir orduyla bölgeye gönderdi (154/771). Abbâsî ordusuyla Nefûse dağı civarında karşılaşan Berberîler yenildi; reisleri Ebû Hâtim el-İbâzî’nin öldürülmesinin (155/772) ardından Libya’da yeniden kontrol sağlandı.
Kuzey Afrika’da sonu gelmeyen ayaklanmalardan bunalan Halife Hârûnürreşîd, bölgede emniyet ve asayişi sağlamak amacıyla İfrîkıye valiliğine, veraset yoluyla çocuklarına geçmek üzere emîrlerinden Ağleb b. Sâlim’in oğlu İbrâhim b. Ağleb’i tayin etti; böylece Ağlebîler hânedanının temelleri atılmış oldu (184/800). Ağlebîler devrinde Trablus’ta güvenlik sağlandığı için şehir gelişti. 196 (812) yılında İbâzî lideri Abdülvehhâb b. Abdurrahman’ın Trablus’ta çıkardığı isyanın sonunda iki taraf anlaştı ve Trablus’un sahil tarafı Ağlebîler’de kalırken iç kısımdaki batı tarafı Ağlebî hâkimiyetini tanımaları şartıyla İbâzîler’e verildi. Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’nin hâkimi Ahmed b. Tolun’un oğlu Abbas babasıyla arası açılınca emrindeki askerlerle batıya yöneldi. Libya’daki Berka ve Lebde’yi ele geçirip Trablus’u kuşattı. Ağlebîler, Nefûse kabilesinin İbâzî şeyhi İlyâs b. Mansûr’dan aldıkları yardımla İbn Tolun’u mağlûp ettiler (267/881).
Libya ve Tunus’u 184-296 (800-909) yılları arasında yöneten Ağlebîler Devleti, Kutâme kabilesinin de desteğini alan Şiî Ubeydullah el-Mehdî tarafından yıkılarak Fâtımî Devleti kuruldu. Bu dönemde Şiî ve Hâricî Berberîler arasındaki mücadele iyice arttı. Trablus ve Tunus Hâricîleri baş kaldırarak Trablus Valisi Mâknûn’u şehirden çıkardılar. 300 (913) yılında Fâtımî Halifesi Ubeydullah el-Mehdî’nin bunları cezalandırmak için oğlu Ebü’l-Kāsım’ın (Kāim-Biemrillâh) kumandasında gönderdiği ordu Hâricîler’i yendi ve onlardan 300.000 altın savaş tazminatı aldı. Ancak 332’de (943) Hâricî lideri Ebû Yezîd en-Nükkârî’nin Fâtımîler’e karşı isyanı çok şiddetli oldu; Kayrevan’ı ve diğer bazı şehirleri Fâtımîler’den aldı. Birkaç yıl süren bu mücadeleden sonra Fâtımîler bölgede yeniden hâkimiyet kurdular.
Halife Muiz-Lidîhillâh, Fâtımîler’in başşehrini Mısır’a taşırken Sanhâce kabilesinden Bulukkīn b. Zîrî’yi İfrîkıye ve Mağrib’e vali tayin etti (361/972). Bölgede bazı şehirleri ele geçiren Bulukkīn, karşı hareketleri bastırarak Fâtımîler’e bağlılığı korumaya çalıştı, 373’te (984) ölünce yerine oğlu Mansûr geçti. 391 (1001) yılında Trablus, Nefûse’nin desteklediği Fas’tan gelen Zenâte asıllı Benî Hazrûn’un eline geçti. Fâtımîler’e bağlılığını sürdüren Mansûr ve oğlu Bâdis’ten sonra Muiz b. Bâdîs dönemi İfrîkıye’de Berberî hâkimiyetinin en geniş ve parlak devri oldu. Muiz bu gücüne güvenerek 440 (1049) yılında Fâtımîler’e karşı çıkıp Abbâsîler’e bağlandı ve bölgede Mâlikî mezhebini yaymaya çalıştı. Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh, Zîrîler’i cezalandırmak amacıyla Yukarı Mısır’daki Benî Süleym ve Benî Hilâl kabilelerini Trablusgarp ve İfrîkıye’ye göç etmeleri için teşvik etti. Zîrîler hânedanının elindeki toprakları kendilerine verdiğini ve yaptıkları şeylerden dolayı cezalandırılmayacaklarını bildirdi. Kısa sürede bölgeye hâkim olan bu iki kabile İfrîkıye eyaletini aralarında taksim etti. Benî Süleym’e Berka, Benî Hilâl’e Trablus düştü. Berberîler’in büyük bir kısmı yurtlarını terkedip güneydeki dağlık bölgelere ve çöllere çekildi. Ordusu bozguna uğrayan Muiz, Kayrevan’a çekildiyse de orada tutunamayarak (449/1057) Mehdiye’deki oğlu Temîm’e sığındı. Topraklarının büyük bir kısmını Benî Hilâl’e kaptıran Zîrîler’in hâkimiyeti Temîm b. Muiz zamanında (1062-1108) sahil şeridinde Sûse’den Kābis’e kadar olan bölgeyle sınırlıydı. Bu tarihten itibaren daha çok sahil boyu ve Akdeniz’deki adalarla ilgilenen Zîrîler Ceneviz, Pisa ve Norman ordularıyla savaştılar. Zîrîler giderek güçlerini kaybederken Sicilya Kralı Ruggerio Normanno’nun 541 (1146) yılında gönderdiği ordu İfrîkıye’deki Zîrî hânedanına ve Libya’daki Benî Hazrûn iktidarına son verdi. Ancak Trablusgarp’ta altı ay kaldıktan sonra iç taraflardaki Araplar’la anlaşan Berberîler’in saldırılarından emniyette kalamayacağını anlayarak idareyi ahalinin seçkinlerinden Yahyâ b. Matrûh’a bırakıp çekildi. 555 (1160) yılına kadar Libya’yı Sicilya adına yöneten Yahyâ b. Matrûh aynı yıl Mağrib’de kurulan Muvahhidler Devleti’ne bağlandı. Murâbıtlar Devleti’nin kurucusu Yûsuf b. Tâşfîn’in soyundan gelen ve Mayorka adasının hâkimi olan Ali b. Gāniye, atalarının devletini yeniden diriltmek için Muvahhidler’le mücadele ederken Bağdat Abbâsî hilâfetine bağlılık belirterek yardım istedi. Bunun üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yeğeni Takıyyüddin Ömer’in kölelerinden Şerefeddin Karakuş, emrindeki askerî birlikle Mısır’dan gelerek Fizan bölgesinde Hevvâre asıllı Benî Hattâb’ın idaresindeki Zevîle’yi ele geçirdi; ardından çevredeki diğer bazı şehirleri ve Trablus’u zaptetti. 581’de (1185) Trablusgarp’a gelen Ali b. Gāniye Karakuş, Benî Hilâl ve Benî Süleym Arapları ile kurduğu ittifak sayesinde Tunus ve Mehdiye şehirleri dışında bütün İfrîkıye eyaletini ele geçirdi. Ali b. Gāniye birkaç yıl sonra ölünce yerine geçen kardeşi Yahyâ ile Karakuş arasındaki ittifak bozulunca bağımsız hareket ettiler. Yahyâ Cerîd, Kayrevan, Mehdiye, Trablus, Kābis ve Tunus’u zaptetti.
Benî Gāniye ve Karakuş’a karşı verdiği mücadelede üstünlük sağlayan Muvahhid Hükümdarı Muhammed en-Nâsır, 603’te (1206-1207) Mehdiye ve Tunus’u alarak Ebû Muhammed Abdülvâhid b. Ebû Hafs’ı İfrîkıye’ye vali tayin etti. İfrîkıye bundan sonra Hafsîler’in idaresine geçti (625/1228). 723 (1323) yılına kadar Libya bölgesi Hafsîler hânedanına bağlı kaldı. Hafsîler’in iç karışıklıklar yüzünden zayıfladığı bu dönemde Trablusgarp’ta kısa zaman içinde yönetim birkaç defa el değiştirdi. Sonunda Hevvâre’nin Zâkûga koluna mensup Sâbit b. Ammâr şehre hâkim oldu, böylece Ammâroğulları (Benî Ammâr) hânedanının temeli atıldı (727/1327). Sâbit’in ardından oğlu Muhammed, ondan sonra bunun oğlu Sâbit Trablus’u yönetti. 756’da (1355) Ceneviz Amirali Philippo Doria Trablusgarp’ı ele geçirdi. Ancak beş ay sonra şehri Merînîler’e tâbi Kābis ve Cerbe Emîri Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ali el-Mekkî’ye 50.000 miskal altın karşılığında sattı. Şehir bir müddet Ahmed el-Mekkî ve oğlu Abdurrahman’ın yönetiminde kaldı. Güneyde ise XIV. yüzyılda Fas’tan gelerek Fizan’da kurdukları Merzûk şehrini merkez yapıp bölgenin hâkimiyetini ele geçiren Evlâd-ı Muhammed, Kânim Sultanlığı’nı saldırılarıyla rahatsız etmeye başlayınca adı geçen sultanlık Fizan’ı aldı ve Osmanlı hâkimiyetinin sağlanmasına kadar burayı bir müddet idare etti.
Hafsîler’in 771’de (1369-70) Tunus’a yeniden hâkim olmaları üzerine, daha önce Ammâroğulları’ndan kaçıp İskenderiye’ye giden Ebû Bekir b. Muhammed, Trablusgarp’ı tekrar ele geçirerek (772/1370-71) Benî Ammâr hânedanını yeniden kurdu ve Hafsîler’e bağlılık arzetti. Ondan sonra gelen yöneticiler kendi içlerindeki çekişmeler yanında bazan Hafsîler’den bağımsız davrandılar, bazan onlara tâbi oldular. Şehir bu arada Sicilya kralının, ardından da Hafsîler’in eline geçti ve Ammâroğulları hânedanına son verildi (803/1401). Bu dönem İspanyollar’ın burayı istilâsına kadar devam etti.
İspanyollar, Endülüs’teki müslüman şehirlerini birer birer ele geçirdikleri gibi güçlerini Kuzey Afrika’ya yönelterek buradaki şehirleri de zaptetmeye başladılar. 916 (1510) yılında Kastilyalı V. Ferdinand’ın Petro de Navarro kumandasında gönderdiği ordu Trablusgarp’ı Hafsîler’in elinden aldı, halkın bir kısmını kılıçtan geçirdi, geri kalanları da şehir merkezinden uzaklaştırdı. Şarlken zamanında şehrin surlarını yükseltmeleri şartıyla ahalinin geri dönmesine izin verildi. 937’de (1530) burayı Malta şövalyelerine (İsbitâriyye) veren Şarlken, üç yıl sonra Barbaros Hayreddin Paşa tarafından ele geçirilmesine engel olamadı (940/1533-34). Ancak tekrar şehre saldırıp burayı geri alarak hıristiyan din adamlarına devrettiyse de Turgut Reis ve Kaptanıderyâ Sinan Paşa şehri 958 (1551) yılında onların elinden aldılar ve Osmanlı Devleti topraklarına kattılar. Evlâd-ı Muhammed’in elindeki Fizan ise 985’te (1577) Osmanlı hâkimiyetine girdi.
BİBLİYOGRAFYA
Vâkıdî, Fütûḥu İfrîḳıyye, Tunus 1966, I-II, tür.yer.
Mehmed Muhsin, Afrika Delîli, Kahire 1312, s. 58-76, 486.
Ahmed Bek en-Nâib el-Ensârî et-Trablûsî, el-Menhelü’l-ʿaẕb fî târîḫi Ṭarablusġarb, İstanbul 1317, s. 8-174.
Hasan Sâfî, Trablusgarb Tarihi, İstanbul 1328, s. 4-39.
Mahmud Nâci – Mehmed Nûri, Trablusgarb, İstanbul 1330, s. 8-128.
R. Mantran, “La Libye des origines à 1912”, La Libye nouvelle rupture et continuité, Paris 1975, s. 15-26.
H. Gueneron, La Libye, Paris 1976.
P. Audibert, Libye, Paris 1978.
Mustafa Hoca, Târîḫu Fîzân: Merkezü’l-cihâdi’l-Lîbîn, Trablusgarp 1979, s. 39, 52-86.
Celâl Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1979, s. 12, 46-93.
Sâlih Mustafa Miftâh el-Müzeyyenî, Lîbyâ münẕü’l-fetḥi’l-ʿArabî ḥattâ intiḳāli’l-ḫalîfeti’l-Fâṭımiyye ilâ Mıṣr, Bingazi 1994, tür.yer.
Aydoğan Köksal, Afrika Genel ve Ülkeler Coğrafyası, Ankara 1999, s. 352-354.
R. G. Goodchild, “Byzantines, Berbers and Arabs in 7th Century Libya”, Antiquity, XLI (1967), s. 115-124.
Mahmûd Ebû Savve, “Rüʾye cedîde li’l-fetḥi’l-İslâmî li’l-Lîbyâ”, Mecelletü’l-buḥûs̱i’t-târîḫiyye, VIII/1, Trablus 1986, s. 35-70.
E. U., “Libye”, EUn., IX, 993-995.
https://islamansiklopedisi.org.tr/libya#2
1519’da Tâcûrâ’dan bir heyet İstanbul’a gelip kurtarılmalarını yeniden istedi. Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle Harem ağalarından Hadım Murad Ağa bir filo ve bir miktar askerle Tâcûrâ’ya yerleşti. İspanyollar’ın Malta şövalyelerine devrettikleri Trablus’un ülke içiyle ilişkisi azaldı. Osmanlılar’ın Batı Akdeniz’de ağırlıklarını iyice hissettirdikleri bir dönemde Trablus şehri Turgut Reis’in gayretleriyle 15 Ağustos 1551’de ele geçirildi. Şehir eski ticaretine ve zenginliğine kavuştu ve tekrar bölgenin merkezi oldu.
Bugün Libya adı altında toplanan Trablus, Bingazi, Fizan bölgeleri o dönemde nisbeten birbirlerinden ayrı olup son ikisi Trablus’a göre çok daha sınırlı bir nüfusa ve stratejik / ticarî öneme sahipti. Bingazi, Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanmasının ardından kendiliğinden kontrol altına girmişti. Fizan ise görünüşte bağımsız olmakla birlikte Trablus’taki yönetimi dikkate alıyordu. Kervan ticaretini tehdide kalkıştığında hemen cezalandırılıyor, bunun dışında kendi haline bırakılıyordu. Bu geniş bölgede sadece birkaç yüz bin kişi yaşıyordu.
Osmanlı Devleti için Trablusgarp Ocağı’nın da içinde yer aldığı Garp ocakları birer üretim ve gelir kaynağı olmaktan ziyade imparatorluğun ve İslâm dünyasının savunmasında ileri karakol sayılıyordu. Deniz akıncılığı ve korsanlık esas faaliyet alanını oluşturuyordu. Bunda hıristiyanların karşı saldırısını önlemek temel amacı teşkil ediyordu. Ocaklar için tasarlanan işleyiş düzeninin de bu ileri karakol niteliğine uygun olması gerekiyordu. Yerlilerin örgütlenme ve savaşçılık düzeylerinin çok ilkel olması kadar denizcilik alanında da sınırlı bilgiye sahip bulunmaları sebebiyle gerekli kadrolar iki üç yıllık aralarla Anadolu’dan devşiriliyordu. Tamamen Türk kökenli olan yeniçeri ve leventler savaşlarda İstanbul’dan gelen emirlere göre devletin destekçisi olmakla yükümlüydüler. Yerli halk İslâmî uygulamalarda serbestliğe kavuşmaktan ve kazançlarını yabancılara kaptırmamaktan dolayı memnundu. Bundan dolayı yeni düzen başlangıçta sorunsuz yerleşti. Ayrıca ilke olarak evlenmemeleri gereken yeniçerilerin yani ocaklıların yerli kadınlarla evlenmesinden doğan erkek çocuklarının “kuloğlu” adı verilen bir Türk-Arap karışımı nesil meydana çıkarması da kaynaşmaya önemli katkıda bulundu. Böylece oluşan toplumsal yapı dört tabakaya ayrıldı. Ocaklı denilen ilk tabaka büyük oranda Türkler’den ve az sayıda ihtida eden Avrupalı korsanlardan meydana geliyordu, bunlar bütün yönetim gücünü ellerinde bulunduruyorlardı. Etkenliğini XVII. yüzyılda hissettirmeye başlayan kuloğulları denilen ikinci tabaka ise şehrin surları dışındaki -daha çok göçebelerle ilgili- güvenlikten ve vergileri toplamaktan sorumluydular. Üçüncü tabakayı oluşturan yerli müslüman halk reâyâ (haraç, öşür, zekât vermeye ve daha başka aynî-nakdî yükümlülüklere tâbi olanlar) ve mahzen (şer‘an muayyen vergilerden başka vergi ödemeyen, ancak hükümetin emrinde bazı görevleri yerine getirmek için hazır bekleyenler) diye ikiye ayrılıyordu. Reâyâ daha çok şehirlerde ve şehir çevrelerinde vahalarda yerleşmiş olanlardı. Mahzenler ise göçebe aşiretlerdi. Son tabaka olarak gayri müslimler özellikle İspanya’dan gelmiş yahudilerden müteşekkildi. İbn Galbûn’un tarihinde bölgeye Türk hâkimiyetiyle refah ve huzur ortamı geldiği, Turgut Reis’in beylerbeyiliği yıllarında (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusunun çok arttığı ve halkın zenginleştiği, yeni yönetimin İbn Nüveyr aşiretine bazı imtiyazlar tanıyarak çöl-sahil dengesini sağladığı anlatılır.
Libya, XVI. yüzyılın sonunda Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında beliren yeni ekonomik dengenin etkisiyle giderek çalkantılar içine düştü. İstanbul’dan gönderilen ve her üç yılda bir değiştirilen beylerbeyilerin yeni çözümler bulması kolay değildi. Sorunlara yerel çözümler arama gereği, beylerbeyilerle ocaklıların temsilcisi “dayı”lar arasında bir dengenin oluşmasına yol açtı. Geçici olduklarını bilen beylerbeyiler kenarda durmayı ve temelli icraatlara girişmemeyi tercih ettiler. Deniz akıncılığını da korsanlığı da İstanbul’dan gelen emirlere zaman zaman uymanın dışında dayılar istedikleri gibi yönlendirmeye giriştiler.
Tâcûrâ’da, Mısrâte’de, Cebeliahdar ve Fizan’da çıkan iç karışıklıkların bastırılması gerektiğinde İstanbul’daki merkezî hükümetin her zaman yardımcı olamaması, durumu zaman zaman zorlaştırıyordu. Trablus, XVII. yüzyıl boyunca diğer iki Garp Ocağı ile birlikte deniz akıncılığının yanı sıra korsanlığı sürdürdü. Ancak dünya ekonomi merkezinin Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na kaymış olması etkisini giderek arttırdı. Bu sebeple bazan büyük sıkıntılar yaşandı, bazan da Girit savaşı döneminde olduğu gibi (1645-1669) korsanlıktan önemli kazançlar sağlandı. Daha yoğun ticarete geçme aşamasındaki İngiliz, Fransız, İspanyol hükümetleri, kendi gemilerini saldırıdan korumak için doğrudan dayılarla anlaşmalar yapmaya başlayınca Osmanlı merkezî hükümetinden tamamen kopmak söz konusu olmamakla beraber ocağın başına buyruk hareketleri biraz daha arttı.
1711’de dayılığa gelen Karamanlı Ahmed Bey, Osmanlı Devleti’nin şekilde kalmış olan beylerbeyi gönderme uygulamasını sona erdirdi ve dayılığın babadan oğula kalması geleneğini başlattı. Karamanlı hânedanını kurarak bir tür sultan nâibi niteliğini kazandı. Osmanlı Devleti’ne bağlılığı tam olarak kopmamıştı, İstanbul’dan emir geldiği zaman donanmayla katkısını devam ettiriyor, yeniçeri ve leventlerini İzmir üzerinden sağlama geleneğini de sürdürüyordu. Ancak iç ve dış politikalarında oldukça bağımsız davranabiliyordu. Trablus’un başlıca gelirini oluşturan, yabancı gemilerin serbest saldırıya uğramadan seyrüsefer yapmalarını güvenceye alan ve karşılığında bunların para ödemesini sağlayan antlaşmalar yapmakta serbest hareket edebiliyordu. Esasen bu yetkiler mahallî idarelere bırakılmıştı.
XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî idaresinin eyaletler üzerindeki kontrolünün giderek zayıflaması, Garp ocaklarının deniz akıncılığını kenara itip birbirleriyle uğraşma eğilimlerinin artmasına yol açtı. Ekonomik bunalıma ek olarak 1793’ten itibaren Karamanlı ailesi içinde başlayan iktidar çekişmeleri de Trablus’un gücünü azalttı. XIX. yüzyılın başında geçmiş yüzyılın tam aksi bir durum ortaya çıktı. İsveç, Amerika, Sardinya, Napoli, İngiltere ve Fransa ile çıkan çatışmalar sonunda yıllık haraç alma imkânı tamamen ortadan kalktığı gibi verilen zararların tazmini zorunluğu da ortaya çıktı. Silâh gücü yüksek modern gemiler karşısında Trablus gemilerinin dayanması mümkün olmuyordu. Tazminatları ödeyebilmek için Yûsuf Paşa sarraflarla anlaşmak ve borç almak zorunda kaldı. Bir yandan da askerin parası ödenemediğinden onların ayaklanmasını önlemek gerekiyordu. İngiliz, Fransız, Sardinya konsolosları eyaletin iç işlerini yönetir hale gelmişlerdi. Ayrıca Yûsuf Paşa’nın Batılılar’ın aralarındaki çekişmelerinde rol oynamaya kalkışması, Amerika ile savaşı (1802), Mısır’a saldırdığı sırada (1798) Fransa’nın tarafını tutması, Napolyon’un yenilgisi üzerine onun da istenmeyenler arasına konulması sonucunu doğurdu.
1827’de ülkedeki ekonomik bunalım son haddine varmıştı. Vergilerin affedilmesi gibi gerçekleştirilmesi güç bir vaadde bulunan Yûsuf Paşa daha sonra borçlarını karşılayabilmek için ağır vergiler koymak zorunda kaldı. Gözünü Afrika’daki Osmanlı topraklarına dikmiş olan İngiltere ile Fransa ayaklanan aşiretleri yanlarına çekmek için para ve silâh yardımına giriştiler. 1827’de Fransa’nın Cezayir’e karşı başlattığı saldırının yayılacağı anlaşılıyordu. Bu arada Karamanlı ailesi kendi içinde iktidar çekişmesinden vazgeçmiyordu. Daha 1792’de anarşinin arttığı, ticaretin bozulduğu dönemde Trablus şehrinin ileri gelenleri İstanbul’a başvurup Karamanlı ailesinden valiliğin alınmasını ve padişah tarafından bir valinin gönderilmesini istemişlerdi. Bütün Garp ocakları gemilerinin de katkısıyla oluşan Osmanlı donanması, Yunan isyanı sebebiyle Avrupa müşterek donanması tarafından 1827’de Navarin’de yakılmış olduğundan Bâbıâli Cezayir’e bir yardımda bulunamadığı gibi Trablus’a da bir şey yapamıyordu. Karamanlı ailesini barıştırıp meseleyi çözmeye çalıştılar. Ancak Karamanlılar’dan Ali Paşa ile Mehmed Paşa’nın çekişmesi bir türlü sona ermedi. Çevre aşiretleri de -Cebel tarafında Şeyh Guma, Fizan’dan Sirte’ye kadar Abdülcelîl reisliğinde- ikiye ayrılmış, rakipleri destekliyordu. Bu eylemlerinde bozulmuş olan sahil-çöl dengesini ikincinin lehine yeniden kurma arzusu da vardı. Aşiretlerin her zamanki gibi daha bağımsız olmayı arzulamalarına karşılık şehirliler, 1832’de İstanbul’dan gelen ara bulucuya devlete bağlanmayı istediklerini bildiren bir dilekçeyi verdiler.
Bâbıâli’nin gönderdiği yirmi iki kadırga ile 6000 asker Mayıs 1835’te Trablus Limanı’na girdi ve bölgenin merkeze bağlandığı ilân edildi. Şehirliler memnun oldularsa da aşiretler eylemlerini sürdürdüler. Abdülcelîl 1841’de yakalanıp idam edilinceye kadar çarpışmaya devam etti. Şeyh Guma’nın isyanının bastırılması zorlaşınca kendisine bazı imtiyazlar tanınarak anlaşmaya varıldı, arkasından da Guma tutuklanıp Trabzon’a sürüldü. Ancak 1854’te İngiliz konsolosunun yardımıyla tekrar Cebel’e döndüğünden ayaklanma yeniden başladı. 1856’da yakalanıp idam edilince yirmi bir yıl süren bir mücadeleden sonra bölge tamamen merkeze bağlanmış oldu.
Bölgenin merkeze bağlanmasını İngiliz ve Fransızlar, Karamanlı yöneticilerin Avrupalılar’dan aldıkları borçları Osmanlı Devleti’nin üstlenmesi şartıyla kabul ettiler. Bâbıâli, gelir getirmeyen ve üretimi olmayan Libya için gerekli ekonomik temeli oluşturmaya, kervan yollarının işlerliğini sağlamaya çalıştı. Fransa’nın Gat ve Gadâmis vahalarına göz koyduğu biliniyordu. Bâbıâli’nin tam bir çözülmeyi önlemek için kararlı davranmasından başka çaresi yoktu. Zira Osmanlı idaresini istemeyen bir kesim bulunsa da çoğunluk buna karşı değildi. Nitekim Orta Afrika’da siyahîler ülkesinin kilidi mesabesinde bulunan Gat kasabasının halkı 1849, 1854, 1858 ve 1862’de Fizan’daki Osmanlı kaymakamına başvurup sancak ve ordu gönderilmesini istemişlerdi. Önceleri ihtiyatlı davranan Bâbıâli, 1875’te Gatlılar’a ek olarak Tevarik (Tuareg) aşiretlerinden Ezgarlar’ın hepsinin ve Hükkârlar’ın (Hoggarlar) büyük kısmının müracaatı üzerine Gat’a Türk bayrağını çekti. Bunu Temasin, Tîbû ve Kavar halkının Osmanlı idaresini istemesi izledi.
Ekonomiyi geliştirme girişimleri ise çok daha büyük zorluklarla karşılaştı. Osmanlılar, Bilâdüssûdan ticaretinin kervanlarla Trablus’a varmasını güvence altına alıp ticarî gelişmeyi destekledi. Böylece en azından yüzyılın sonuna, Mısır ve Sudan İngiliz kontrolüne girinceye kadar Libya rahat bir dönem yaşadı. Ancak kendine yeterli bir ekonomik yapının oluşturulması mümkün olmadı. Eyalet merkeze vergi yollamadı, daima merkezden gelen ödeneklerle yaşayabildi.
Tanzimat’la başlatılan reformlar, Libya’da gerek nüfusunun azlığı (Trablus’ta 1908’de sadece 32.000 kişi vardı, bütün Libya’da nüfus 500-600.000 dolayındaydı), gerekse ekonomik gücünün sınırlılığına bağlı olarak yavaş ilerledi. 1840’larda eyalet sancak, kaza ve nahiyelere ayrıldı. Eyalet meclisi, sancak ve kaza idare meclisleri kurularak, hatta bazı bölgelerde yerlilerden kaymakam ve müdür tayin edilerek halkın yönetime katılmasında ilk adımlar atıldı. 1864’te Trablusgarp vilâyet, 1877’de Bingazi ayrı bir sancak oldu. 1877 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa el-Hemdânî, Süleyman Kapudan ve Hacı Ahmed Galib Bey Trablus adına katıldı. Tesisler ve imar açısından eskiden cami ve çarşıyla sınırlı olan girişimlerin yerini çağın ihtiyaçlarına uygun, idarî ve sosyal hizmetlere yönelik olanlar aldı. Süvari ve topçu kışlaları ilk adımı oluşturdu. 1860’larda ilk matbaa kuruldu ve ilk gazete vilâyetin Türkçe-Arapça gazetesi olarak Trablusgarb adıyla yayımlandı. 1877’de bir askerî, bir sivil rüşdiye ile on beş erkek, bir kız ilkokulu vardı. 1899’da Fünun ve Sanâyi Mektebi kuruldu. 1911’de İtalyan işgalinden önce şehre borularla su getirilmiş, kuyular açılmış, Trablus ve Bingazi limanlarının inşası için ilk adımlar atılmış, dut ağacı dikme kampanyası ile ipekçilik geliştirilmeye çalışılmış, karantina uygulaması başlamış, telgraf bağı kurulmuş, telsiz telgrafla İstanbul bağlantısı sağlanmış, bir ziraat okulu ile 160 ilkokul açılmıştı. Belediye örgütlenmesi gerçekleştirilmiş, belediye meclisi yerli halkın isteklerini yansıtacağı bir yer haline dönüşmüştü. 1908 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa Efendi (Hums), Ömer Mansur Paşa ve Yûsuf Şetvan Bey (Bingazi), Ferhad Bey, Sâdık Bey ve Mahmud Nâci Bey (Balkış) (Trablusgarp), Câmi Bey (Baykurt) (Fizan), Süleyman el-Bârûnî (Cebeligarbî) milletvekili olarak katılmışlardı.
1878’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi ve arkasından Tunus’un Fransa (1881), Mısır’ın İngiltere (1882) tarafından işgali, Afrika’nın tamamıyla paylaşılması pazarlıkları çerçevesinde Libya’nın talipleri arasında tartışmaların açık açık yapılması yeni bir dönemi başlattı. Afrika’daki bu son toprakları koruyabilmek için Osmanlı idaresinin çok daha ciddi planlar hazırlaması gerekiyordu. Osmanlı yönetimi, yerli halkın savaşa hazırlanması ve bir kara savaşında ihtiyaç duyulacak silâhları depo etme planını benimsedi. Böylece sahil boyunca Trablus’tan Sellûm’a kadarki bölgede silâh depoları teşkil edildi. Çoğunlukla kuloğullarından ve göçebe aşiretlerden Hamidiye alayları oluşturularak halkın askerliğe alıştırılmasına girişildi. Ancak Abdülhamid’in ihtiyatlı davranışı bu uygulamada da kendini gösterdi. Silâhların halka verilmesine müsaade edilmedi, depolarda merkezden gelen birliklerin kontrolünde tutuldu. Buna karşılık bölgenin ileri gelenlerini elde etmek için sistemli bir politika izlendi. Unvanlar, nişanlar dağıtıldı. Batılılar’ın genel bir İslâm ayaklanması korkusuyla panislâmcılık olarak nitelediği bu politika aslında eylemci değil sadece dayanışmacı idi. Bölgenin ileri gelenlerinden ve Medeniyye tarikatından Şeyh Zâfir danışman olarak İstanbul’a çağrıldı, bütün ileri gelenlerin oğulları İstanbul’da açılan aşiret mektebine aldırılarak bağlılıkları güçlendirilmeye çalışıldı. Diğer önemli bir girişim de 1837’de kuruluşundan yarım yüzyıl sonra zâviyelerinin sayısı 100’ü bulmuş olan Senûsiyye tarikatının Osmanlı tarafına çekilmesidir. Sultan Abdülaziz’in ferman verip zâviyelerine haklar tanıdığı Senûsîlik, Berka’dan Çad ve Bilâdüssûdan’a giden kervan yollarını kontrolüne alarak sadece dinî bir hareket olmadığını, bir fizikî güç de olabileceğini kanıtlamıştı.
Sömürge paylaşmasına pek geç giren İtalya, 1896’da Adve’de (Adwa, Adoua) Etiyopyalılar’a yenilince gözünü doğrudan Libya’ya dikti. Buranın İngilizler’in ya da Fransızlar’ın eline geçmesini istemiyordu. Onlar da Avrupa’da ittifak grupları arasındaki dengede güçlerini arttırmak için İtalya’nın Libya üzerindeki hakkını kabule yanaştılar. Resmî İtalyan açıklamalarında asla işgal arzusu ileri sürülmedi, sadece Libya’nın İtalyan imtiyaz bölgesi sayılacağı ve burada ticarî girişimlerde İtalya’nın onayının gerekli olduğu belirtildi. “Barışçı ekonomik sızma” adı verilen bu politika diğer Avrupalılar’ınkine nazaran daha az tehlikeli göründüğünden Abdülhamid, Avrupalılar’ın tek bir cephede birleşmesini önlemek için İtalya’ya doğrudan karşı çıkmadı, aksine dostça bir politika izledi; yalnız engellemelerini el altından sürdürmeye çalıştı. Ancak böyle bir hakka sahip olma fikri giderek İtalya’da Libya’yı doğrudan ele geçirme fırsatı olarak görülmeye başlandı.
Üretimi çok sınırlı olan, geliri giderini karşılayamayan vilâyetin ithalâtı (manifatura, demir, un, kereste vb.) daima ihracatından (devekuşu tüyü, halfa otu, fildişi, kırmızı biber, deri) daha fazlaydı ve Avrupa’ya ekonomik bağımlılığı artıyordu. 1883’te Trablus Limanı’na 163 buharlı Avrupa gemisine karşılık sadece otuz beş Osmanlı bandıralı gemi gelmişti. Anavatanla bağlantıyı dahi muntazam Avrupa gemileri sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomik zorlukları karşısında İtalya yavaş yavaş bu boşluğu doldurmaya yöneldi. Postahaneler açtı, Libya limanları arasında İtalyan posta seferleri düzenledi. Banco Di Roma’nın bir şubesini burada kurdu ve bunları gerçekleştirme yolunda işi savaş tehditlerine kadar vardırdı. Uzun süre direnen Osmanlı Devleti sonunda her birine teker teker izin vermek zorunda kaldı. Özellikle Banco di Roma yanına çekmek istediği yerli kesimi tatmin için para dağıtma, özel yatırımlara yardım etme açısından büyük faaliyet gösterdi. Vali ve kumandan Receb Paşa bu para oyunlarına karşı Ziraat Bankası’nı açtırmayı denedi, ancak kaynak zayıflığı İtalyan bankası ile yarışmaya imkân vermedi. Yerli halkla yöneticiler arasında beliren bu kopuş, kuloğullarının asırlardır sahip oldukları imtiyazların 1902’de iptal edilmesiyle yeni bir aşamaya girdi.
1890’ların ikinci yarısında eyaletin toplumsal yapısını çok etkileyecek bir oluşum ortaya çıktı. Toplu halde Trablus’a sürülen, bazıları da Fizan’a gönderilen özellikle tıbbiyeli ve harbiyeli Jön Türkler daha sonra vilâyetin çeşitli hizmetlerinde görevlendirildi. Bunlar, doktor, öğretmen, belediye memuru olarak toplumun çeşitli kesimleriyle kaynaştılar. Osmanlı Devleti bölgeyi terkettikten sonra işgalcilere direnen Libyalılar arasında bu kadro önemli rol oynadı.
1908’de Meşrutiyet’in ilânı Trablus’ta hiç görülmemiş nümayişlerin yapılmasına yol açtı. Sürgün Jön Türkler sokaklarda günlerce gösteriler yaptı. Genellikle onlardan hep uzak durmuş olan yerli halk bu gösterilere de katılmadı. Hatta belediye reisi Hassuna Paşa’nın önderlik ettiği bir kesim tepki bile gösterdi. Bunları bastırmak üzere İttihat ve Terakkî Mustafa Kemal’i görevlendirmek zorunda kaldı. Yerli aydınların bu heyecana katkısı ilk defa Trablus’ta bir basın patlaması şeklinde oldu. Avrupa saldırganlığına karşı bir İslâmî dayanışmayı savunan altı gazete çıkarıldı. Baş gösteren gerginlik ve gelişen olaylar sonucu İtalya Libya’yı doğrudan kontrolü altına almak için harekete geçti.
İtalyan İşgali Dönemi (1911-1943). 29 Eylül 1911’de Libya’nın liman şehirlerini bombalayan İtalya savaşı başlattı. Çok güçlü bir donanmanın desteğinde ilk hamlede 35.000 asker cepheye sevkedildi ve kısa zamanda sayıları 100.000’i buldu. Bütün vilâyetteki Osmanlı ordusu ise bir kısmı Yemen’deki ayaklanmayı bastırmak üzere çekilmiş olduğu için 5500 kişiden ibaretti. İtalyanlar, belediye reisi Hassuna Paşa ile yandaşları ve azınlıklardan destek görmekle birlikte genel olarak yerli halk tarafından iyi karşılanmadı. Tarihte ilk defa uçakla bombardımanın yapıldığı bu savaşta İtalyanlar’ın donanma toplarının eriştiği menzilden daha içerilere girememeleri ve sahilde sıkışıp kalmaları bütün dünyayı şaşkına çevirdi. Bâbıâli, bir savaşa girişmesi halinde Balkan devletlerinin saldırısına uğrayacağını bildiğinden işi barış yoluyla çözmenin yollarını arıyordu. Buna karşılık genç İttihatçı subayların izinli sayılarak Libya’ya gitmeleri ve direnci örgütlemelerine müsaade edildi. Bunlar arasında Trablus kumandanı kurmay albay Neş’et Paşa, kurmay binbaşı Ali Fethi (Okyar), Yüzbaşı Nuri (Conker), Bingazi kumandanı Enver Paşa, Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk), Süleyman Askerî ve Eşref Kuşçubaşı gibi daha sonra önemli roller oynayan isimler sayılabilir. Başarılı Trablusgarp savaşıyla İtalyanlar sahil boyuna hapsedildi.
Bu ortamda dışarıda ve içeride meydana gelen olaylar devletin varlığını tehlikeye sokunca Osmanlı hükümeti Temmuz 1912’de İtalya ile gizli barış görüşmelerine başladı. Ekim ayının başında Balkan devletleri birbiri ardından savaş ilân edip saldırıya geçince barış görüşmeleri hızlandırıldı ve 18 Ekim 1912’de Uşi (Ouchy/Lozan) Antlaşması imzalandı. İtalyan hâkimiyetinin kabulüne karşılık müslüman kesim için bir sultan nâibinin Libya’da bulunması kabul edildi. Ancak bunun hiçbir idarî yetkisi olmayacaktı. Osmanlı Devleti savaşçılara yardımlarını kesecek ve askerlerini geri çekecekti. Balkan Savaşı dolayısıyla Libya cephesindeki genç subaylar da geri döndü.
Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı’nın ilk yılında İtalya’yı İngiliz-Fransız-Rus ittifakına kaptırmamak arzusuyla bir süre Osmanlı Devleti, Libya’da yerli halkın Ahmed Şerîf es-Senûsî liderliğinde sürdürdüğü dirence yardım yapamadı. Gerçi Uşi Antlaşması tam uygulanmıyordu. Libya milletvekilleri ve âyan üyeleri Osmanlı Parlamentosu’nda görevlerine devam etmekteydiler. Esas hedef İngiltere, Fransa ve Rusya olduğundan Ahmed Şerîf’ten Mısır tarafına saldırması istendi. Böylece Süveyş tehdit edilirken İngiliz ordusunun iki ateş arasında kalması arzulanıyordu. Senûsî liderleri “Afrika için emîrü’l-mü’minîn” unvanını kullanmaya başladılar. Osmanlı belgelerinde ise Trablusgarp ve Bingazi “nâibü’s-sultanî” diye anıldılar. Âyan üyesi Süleyman el-Bârûnî, Mısrâte bölgesinde padişah adına vali ve kumandan sıfatıyla idareyi ele aldı. Az sonra Enver Paşa’nın kardeşi Nûri Bey Trablus bölgesindeki savaşı yönetmek üzere gönderildi. Şehzade Osman Fuad da Afrika grupları kumandanı olarak görevlendirildi. Bu mücadele sonunda Hums, Trablusgarp, Züvâre limanları dışında bütün Trablusgarp’tan başka Fizan yerli güçlerin kontrolü altına girdi. Ancak Senûsî ailesinden Seyyid İdrîs’in İngiliz ve İtalyanlar’la anlaşarak savaşı bırakması daha fazla başarı sağlanmasını engelledi. İtalyanlar’ın uzlaşma önerisini reddeden Ahmed Şerîf denizaltı ile İstanbul’a getirildi ve VI. Mehmed’e Eyüp’te kılıç kuşatma görevi ona verilmekle ne derece itibarlı sayıldığı ortaya konmuş oldu.
Mondros Mütarekesi görüşmelerinde ön şartlardan biri de Libya’daki Türk birliklerinin ve subaylarının teslim olmasıydı. Şehzade Osman Fuad’ın geri çekilmesi sorunlar doğurdu, bir kısım subay da şahsî tercihleri iddiasıyla savaşı sürdürmek üzere kaldılar. 1919’da Mısrâte’de kısa süre yaşayan Trablus Cumhuriyeti’ne katkıda bulunanları oldu, ancak artık Türkiye ile bağlantı kurma imkânı yoktu. Esasen Sevr Antlaşması ile de Osmanlı Devleti’nin bu eski topraklarıyla ilgilenme hakkı kaldırılmış ve buranın İtalya’ya bağlanması kesinleşmişti.
İtalya’nın Ankara’daki Büyük Millet Meclisi hükümetiyle ilişkisi, Libya meselesinden bağımsız olarak sadece Anadolu’daki çıkarları çerçevesinde gelişti. Tek endişesi, Ankara’nın hizmetinde “irşad” görevinde çalışan Ahmed Şerîf’in Libya’ya dönmesini engellemeye yönelikti. Esasen Mussolini’nin faşist rejimi iyice katılaşmadan önce Libya halkına bir ölçüde özerklik tanıyan bir rejim uygulandığından onların da şikâyetleri olmuyordu. 1923’ten itibaren özellikle Graziani’nin askerî kumandan tayin edilmesinden sonra ırkçılığa dayalı bir tasfiye hareketi sürat kazandı. Aynı yıl Tunus sınırı bölgesinde ve 1929’da Fizan’daki bütün direnç kırıldı. Ömer el-Muhtâr’ın sürdürdüğü Sirte’deki son direniş de onun esir alınıp 16 Eylül 1931’de idam edilmesiyle sona erdi. Yerli halk çölde tel örgülerle çevrili toplama kamplarında toplandı, onbinlerce kişi öldü. Libya’nın İtalyan anavatanı ilân edilmesine geçildi (1939) ve ilk kafile olarak 30.000 İtalyan köylüsü Trablus ve Bingazi yakınındaki ekim yapılabilir topraklara yerleştirildi. Yerlilerin İtalyanlaştırılmasına da hız verildi.
Bugünkü Libya. II. Dünya Savaşı’nda Afrika’daki çatışmaların büyük kısmı Libya topraklarında cereyan etti, ülke baştan başa harap oldu, halk bir defa daha büyük sıkıntı çekti. 1943’te İtalyan-Alman kuvvetleri tamamen yenilip Libya’dan çıkınca İtalyan göçmenleri de kaçtı. Barış antlaşmaları imzalanıncaya kadar Trablus ve Bingazi İngiliz, Fizan Fransız askerî idaresine bırakıldı. Birleşmiş Milletler’in Libya’nın geleceğine dair karar verme aşamasında Türkiye-Libya ilişkileri yeniden gündeme geldi. İtalyan kolonilerinin kaderini belirlemek için oluşturulan komisyonda Türk delegesi Türk hükümetinin, Libya’nın galiplerinin himayesine verilmesine karşı olduğunu ve bir bütün olarak bağımsızlığının tanınmasını savundu. Bu husustaki kararın Libya halkının kendisi tarafından alınmasını istedi. Berka’da geçici bir devlet kuran Şeyh İdrîs es-Senûsî, o yıllarda yeni oluşturulan bürokrasisi için Türkiye’den uzmanlar almaya başladı, hatta bunlardan biri (Sâdullah Koloğlu) başbakanlığa kadar yükseldi. Mutlak bağımsızlığı isteyen ve yabancı himayesini reddeden sınırlı bir grup da daha kötü çözümlere düşmemek için gerektiğinde Türkiye ile birleşmeyi öngören Hizbü’l-ittihâdı Trablusı Türkî adıyla bir parti kurdu. Bu çabaların da ürünü olarak Birleşmiş Milletler 21 Kasım 1949’da Libya’nın Trablus, Bingazi ve Fizan’dan müteşekkil bağımsız bir devlet olarak kurulmasını ve bunun en geç 1 Ocak 1952 tarihinde gerçekleşmesini kabul etti. Bu çerçevede üç bölgenin temsil edildiği bir parlamento oluştu ve 24 Aralık 1951’de Kral I. İdrîs es-Senûsî devletin kurulduğunu ilân etti. O sırada dünyanın en fakir ülkesi ilân edilen Libya İngiltere’ye 1953, Amerika’ya 1954 anlaşmalarıyla verdiği askerî üslerin tazminatı ile yaşamak durumundaydı. Bu esnada Arap Birliği’ne de üye olmuştu (1953), fakat hem güçsüzlüğü hem Batı dünyasına bağımlılığı sebebiyle bir varlık gösteremedi. Esasen iç politikada da partilere dayanan bir kampanya söz konusu değildi, dolayısıyla rejimin tartışılması düşünülmüyordu. 1959’da çok zengin petrol yataklarının bulunması ülkenin ve toplumun hayatında birdenbire önemli bir değişiklik meydana getirdi. Aynı zamanda o vakte kadar varlığını önemsemeyen Arap Birliği tarafından daha çok dikkate alınmaya başlandı. Mısır’daki Arap milliyetçiliği hareketi ve özellikle Cemal Abdünnâsır’ın etkisi 1950’lerin başından beri toplumda hissedilmekteydi, ancak çoğunluğu harekete geçirebilecek bir güç kazanmamıştı. Zenginliğin artmasının yanı sıra savaşı yaşamamış nesiller ortaya çıktıkça Arap milliyetçiliği davası toplumu giderek daha çok etkilemeye başladı. Filistin’de yahudiler karşısında alınan yenilgilere hareketsiz kalan yönetime tepki arttı. 1 Eylül 1969’da Kral İdrîs Türkiye’de bulunurken yapılan darbe ile krallık yıkıldı, genç subaylar iktidarı ele geçirdiler ve cumhuriyeti kurdular. İhtilâl Kumanda Konseyi’nin başı olan Albay Muammer Kaddâfî başlangıçta babası saydığı Cemal Abdünnâsır’a bağlı iken onun ölümünden sonra kendi teorisini oluşturma çalışmalarına girişti. Giderek konseyin diğer üyelerini tasfiye etti ve 1973’ten itibaren “rehber” olarak ülkeyi yönetti. Ülkede hiçbir muhalefete izin verilmedi.
Libya 1969’da İslâm Konferansı Teşkilâtı’na, 1975’te Arap Ekonomik Birliği Konseyi’ne üye oldu. 1976’da formüle edilen ve “Yeşil Kitap” adı verilen yayınlarda yer alan “dünya üçüncü teorisi”, liberallerin teorisi ve blokuyla Marksistler’in teorisi ve blokuna karşı bütün dünyayı birleştirmeyi hedeflemekteydi. Sosyal adaleti sağlamak ve sınıflar arası farkları ortadan kaldırmak için sosyalist uygulamayı, grup ve parti sömürücülüğüne karşı parlamentoyu kaldırıp halk komiteleri aracılığıyla halk iktidarını kurmayı, uluslararası alanda barış içinde bir arada yaşama ilkesine bağlı kalarak bağımsızlık ve tarafsızlığı korumayı, bu yolda ilerlerken bilimin temelini oluşturan Kur’an’a uygun davranmayı öneriyordu. Teoriyi gerçekleştirecek gücün İslâm’ın gerçek koruyucusu olan Arap milletinin birliği tarafından sağlanacağı inancındaydı. Filistin davasının Arap istekleri yönünde çözümlenmesi de başarının göstergesi olacaktı. “Siyasî sistemler hâkimiyeti bitti, halkın iktidarı başladı” sözleriyle cumhuriyetin yerine Libya Halk Sosyalist Arap Cemâhiriyesi’nin kurulduğu ilân edildi. Böylece “kütlelerin devleti” anlamına gelen “cemâhiriye” kelimesi ilk defa 1976 yılında Arapça’da belirdi. Ülkenin adına 1986 yılında “Büyük” kelimesi eklendi.
Yeni teorinin ilk uygulaması, ülkedeki bütün özel mülkiyetin kaldırılması ve iş yerleri sahipliğinin oralarda çalışanlara devredilmesi oldu. Uluslararası alanda da devrimin Libya’yı sadece petrol ihracatçısı olmaktan çıkarıp halk ihtilâlleri ve dünya üçüncü teorisinin ihracatçısı durumuna getireceği belirtildi. Bu andan itibaren Libya, büyük petrol gelirlerinin gücüne dayanarak iki alanda dünya politikasında rol oynamaya girişti; İsrail’e destek veren Amerika’ya ve Batı blokuna karşı sosyalist blokla bütünleşti, Arap dünyasındaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için yeni gruplaşma denemelerine başladı. Libya’nın Birleşik Mağrib (1969), Mısır ve Sudan (1970), Suriye (1971), Mısır (1973), Tunus ile bütünleşme girişimleri beklenen sonuçları vermedi.
Arap dünyası içinde istediği birliği sağlayamayan, aksine doğurduğu tepki sonucu giderek yalnızlaşan Libya’nın 1980 sonrasında petrol gelirleri de önemli ölçüde azaldı (1980’de 22 milyar, 1986’da 5 milyar dolar). Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkileri gittikçe bozulan Libya 1981, 1983 ve 1984’te Amerikan kuvvetlerinin bombardımanlarına mâruz kaldı. Bazı Arap ülkeleriyle de ilişkilerinin iyi gitmemesi üzerine Afrika içinde etkili olarak uluslararası alanda güçlenmeyi denedi. Çad ve Fas ile başarısız birleşme denemeleri yaptı. 1985’te Rusya ile Amerika’nın nükleer silâhlanmayı ve genel savaş ihtimalini engelleme yolunda anlaşmaları Kaddâfî politikasının uluslararası alanda da desteksiz kalmasına yol açtı. Ülke ekonomisi Birleşmiş Milletler tarafından Mart 1992’de ambargo uygulanması ve Aralık 1993’te yurt dışındaki mal varlıklarının dondurulmasıyla kötüleştiyse de 1997’de ambargonun kalkması tekrar bir canlanmaya yol açtı.
Asıl ilgisi Arap dünyasına yönelik olan Kaddâfî’nin Türkiye ile ilişkileri önceleri zayıf iken Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a askerî müdahalesiyle iki ülke arasında bir yakınlaşma dönemi başladı. Kıbrıs hareketini müslümanların savunması olarak algılayan Kaddâfî Türkiye’ye askerî yardımda bulundu. 1975’te İktisadî İşbirliği ve Ticaret Antlaşması imzalanarak Türk firmalarına büyük ihaleler verilmeye ve Türk teknisyen ve işçilerin çalışmalarına imkân sağlandı. Libya’daki Türk işçilerinin sayısı 50.000’e varırken Türkiye’nin bu ülkeye ihracatı giderek artmış, Türk şirketlerine verilen inşaat ihalelerinin toplamı da 11 milyar doları aşmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Muhammed b. Halîl Galbûn, Târîh-i İbn Galbûn der Beyân-ı Trablusgarb (trc. Mehmed Nehîcüddin), İstanbul 1284.
Sâlnâme-i Trablusgarb, Trablusgarp 1305.
Mahmud Naci, Trablusgarb Vilâyeti, İstanbul 1328.
Aziz Samih İlter, Şimali Afrikada Türkler, İstanbul 1936, tür.yer.
E. Rossi, La cronaca araba Trepolina di Ibn Galbun, Bologna 1936.
R. Graziani, Pace Romano in Libia, Milano 1937.
Fevzi Kurtoğlu, Turgut Reis, İstanbul 1938, tür.yer.
G. Volpe, L’Impresa di Tripoli: 1911-12, Roma 1946.
Celâl Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960.
J. L. Miege, L’imperialisme colonial italien de 1870 à nos jours, Paris 1968.
M. Degl’Innocenti, Il socialismo Italiano ela guerra di Libia, Roma 1976.
Mohammad al Wafi, Charles Féraud et la Libye: 1876-1884, Tripoli 1977.
Orhan Koloğlu, Müẕekkerâtü’ż-żubbâṭi’l-Etrâk ḥavle maʿreketi Lîbyâ (trc. Vecdi Gedik), Trablus 1979.
a.mlf., Mustafa Kemal’in Yanında İki Libya’lı Lider: Ahmet Şerif-Süleyman Baruni, Ankara 1981.
a.mlf., Islamic Public Opinion During the Libya War, Tripoli 1988.
Akīl Muhammed el-Berber, ʿÖmer el-Muḫtâr, Trablus 1981.
1911-1912 Osmanlı-İtalyan Harbi ve Kolağası Mustafa Kemal, Ankara 1985.
R. Simon, Libya Between Ottomanism and Nationalism, Berlin 1987.
Târîḫu’l-ḳuvveti’l-müsellaḥati’t-Türkiyye: ed-Devrü’l-ʿOs̱mânî, Halep 1988.
M. Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989, tür.yer.
Ahmed Atıyye Müdellel, el-Muḳāvemetü’l-Lîbiyye żıdde’l-ġazvi’l-Îṭâlî, Halep 1989.
T. W. Childs, Italo-Turkish Diplomacy and the War Over Libya, Leiden 1990.
A. Martel, La Libye: 1835-1990, Paris 1991.
J. Claude Zeltner, Tripoli carrefour de l’Europe et des pays du Tchad: 1500-1795, Paris 1992.
Ali Abdullatif Ahmida, The Making of Modern Libya, New York 1994.
İsrafil Kurtcephe, Türk-İtalyan İlişkileri: 1911-1916, Ankara 1995, tür.yer.
Ettore Rossi, “Trablus”, İA, XII/1, s. 445-452.
R. J. I. ter Laan, “Lībiyā”, EI2 (İng.), V, 758-759.
https://islamansiklopedisi.org.tr/libya#3-kultur-ve-medeniyet
1. Dinî Hayat, Mezhepler ve Tarikatlar. Arap asıllı müslümanlar İslâm fetihlerinin ardından bölgeye yerleşmeye başladılar. Bölgenin yerli halkı Berberîler, İfrîkıye Valisi Mûsâ b. Nusayr döneminde İslâmiyet’i kabul ettiler. Hâricîliğin en mutedil kolu olan İbâzıyye, II. (VIII.) yüzyılın başlarına doğru bütün Kuzey Afrika’ya olduğu gibi Trablus bölgesine de yayılmaya başladı. Mâlikî mezhebi Zîrî emîrlerinden Muiz b. Bâdîs’in gayretiyle bölgede yaygınlık kazandı. Osmanlılar’ın Libya’ya hâkim olmasından sonra Anadolu’dan gelen Türkler vasıtasıyla Hanefî mezhebi bölgeye girmiş oldu. İtalyan işgaline kadar (1912) gayri müslim nüfus, sayıları fazla olmamakla birlikte ticaretle uğraşmaları dolayısıyla etkili olan yahudiler, burayı vatan edinen Maltalı Katolikler ve Osmanlı tebaası Ortodoks Rumlar’dan ibaretti. İşgalin ardından on binlerce İtalyan çiftçisi buraya getirilerek verimli topraklara yerleştirildi. Ancak ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra bunların büyük çoğunluğu ülkelerine geri dönmek zorunda kaldı.
Libya’da Kādiriyye, Ticâniyye, Arûsiyye, Halvetiyye, Derkāviyye ve Senûsiyye tarikatları yaygındı. Osmanlı idaresi zamanında Kuzey Afrika’da başlayan misyonerlik faaliyetlerine karşı en büyük mücadeleyi Senûsiyye tarikatı mensupları yürüttüler. Bu tarikat, bilhassa çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde ismen var olan Müslümanlığın yeniden günlük hayatın bir parçası haline gelmesini sağladı. Senûsî şeyhleri, kurdukları zâviyelerde Libya’da ve Afrika içlerindeki birçok bölgede İslâm’ı yaymakla kalmadılar, aynı zamanda dinî eğitimi ve ticarî hayatı da destekleyip yönlendirdiler. Çok sayıda mahallî idareci bu tarikata intisap ettiği için mensupları sömürgeciliğe karşı yapılan mücadeleyi geniş bir alanda yürütme imkânı buldular ve mücadelelerini Osmanlı Devleti’nin de desteğiyle XX. yüzyılın ilk yıllarında silâhlı olarak sürdürdüler. Senûsîler, Fransa’nın güneyden Çad ve Nijer’i işgaline, ardından İtalya’nın kuzeyden bütün Libya’yı ele geçirme planlarına karşı Osmanlı askerleriyle birlikte yürüttükleri savaşta büyük başarılar kazandılar. Senûsî zâviyeleri genelde kabile hayatının güçlü olduğu Sirenayka, Trablus civarı ve Fizan’da yaygındı. Muammer el-Kaddâfî’nin 1969 yılında yaptığı ihtilâlin ardından Senûsî zâviyelerine sınırlama getirildi; tarikatın pîri Muhammed es-Senûsî adına kurulan üniversite lağvedilerek buraya bağlı fakülte ve diğer bölümler Libya Üniversitesi’ne bağlandı.
1970’li yılların başında yayımladığı Yeşil Kitap’ta siyasî fikirlerinin dayanağının Kur’ân-ı Kerîm olduğunu söyleyen Kaddâfî döneminde dine ağırlık veren devlet politikası izlenmeye başlandı. Hz. Peygamber’in vefatını başlangıç kabul eden takvim benimsendi. Kur’an okulları ve medreseler millîleştirilerek yeni sistemin fikirleri buralarda da halka anlatıldı. 1973 yılı Kasım ayında hukuk düzenini İslâm hukukuna uygun hale getirmek için çalışmalar başlatıldı ve 1977 yılındaki büyük halk kongresinde bütün kanunların Kur’an’a uygun olacağı kararı alındı. Yaklaşık on yıl siyasal ve sosyal reformlarını Kur’an’a dayandırdığını söyleyen Muammer el-Kaddâfî’nin 1970’li yılların sonundan itibaren siyasî ve iktisadî amaçlar uğruna İslâm kültürüne eleştiriler yöneltmeye başladığı belirtilmektedir.
2. İlmî Hayat, Eğitim ve Öğretim. Libya’da tarih boyunca çok sayıda âlim yetişmiştir. İslâm dünyasının birçok bölgesinde okutulan el-Kâfî adlı kitabının yanında çok sayıda eseri bulunan Ebü’l-Hasan İbnü’l-Münemmir, Libya’nın ilk önemli şairlerinden, ed-Dürretü’l-ḫaṭîre fi’l-muḫtâr min şiʿri şuʿarâʾi’l-Cezîre adlı eserin sahibi Ebü’l-Hasan İbnü’l-Veddânî, şiirlerinin çok az bir kısmı günümüze ulaşan Ebü’l-Hasan el-Hevvârî et-Tarablusî, Risâletü’l-ḳıyâs ve Risâletü’l-cihâd adlı eserlerin yazarı Muhammed b. Ebü’d-Dünyâ, Arap dili ve edebiyatı yanında ensâb, hadis, fıkıh, kelâm alanlarında da yetişen ve özellikle Kifâyetü’l-müteḥaffıẓ adlı eseriyle lugat konusunda önemli bir kaynak bırakan Ebû İshak İbnü’l-Ecdâbî, kasidelerden oluşan divanıyla tanınan mutasavvıf şair Ahmed b. Hüseyin b. Ahmed el-Behlûl, Amr b. Âs zamanından Ahmed Karamanlı dönemine kadar (1150/1737) Libya’nın tarihini ele alan et-Teẕkâr fî men meleke Ṭarâblus ve mâ kâne bihâ mine’l-aḫbâr adlı eserin müellifi ve aynı zamanda şair Muhammed b. Halîl Galbûn, Vali Ahmed Râsim Paşa devrine kadar geçen uzunca bir dönemin tarihini ve yetmiş kadar önemli şahsiyetin biyografisini ihtiva eden el-Menhelü’l-ʿaẕb fî târîḫi Ṭarâblusġarb ve Nefeḥâtü’n-nisrîn ve’r-reyḥân fî men kâne bi-Ṭarâblus mine’l-aʿyân adlı eseriyle tanınan Ahmed en-Nâib el-Ensârî, başta el-Bâḥis̱ ve’l-faḳīhu’l-muṣliḥ olmak üzere fıkıh ve tasavvuf alanında yirmiden fazla eser yazmış olan Ali b. Abdüssâdık, el-Fetâvâ kâmiliyye fi’l-ḥavâdis̱i’ṭ-Ṭarâblusiyye adlı kitabın müellifi Trablusgarp müftüsü Kâmil b. Mustafa, Endülüs asıllı olup son dönem Trablus şairleri arasında yer alan ve bir divanı bulunan Mustafa b. Zikrî bunlar arasında sayılabilir. Libya’da yetişen âlimler hakkında başlıca müracaat kaynakları içinde İbn Galbûn ve Ahmed en-Nâib el-Ensârî’nin yukarıda adı geçen eserleri dışında Ali Mustafa el-Mısrâtî’nin Aʿlâm min Ṭarâblus ve Tâhir Ahmed ez-Zâvî et-Tarablusî’nin Aʿlâmü Lîbyâ adlı eserleri anılabilir.
Libya’da tarih boyunca Mâlikî âlimleri Trablus şehri ve çevresindeki yerlerde bulunan medreselerde, İbâzî âlimleri ise İbâzîliğin Kuzey Afrika’daki başlıca merkezlerinden Cebelinefûse’de eğitim görmüşlerdir. Endülüs’ün düşmesinden sonra Libya’ya göç eden müslümanlar arasındaki âlimlerin bölgenin bir ilim merkezi olmasına büyük katkıları oldu. Başşehir Trablus yanında özellikle Mısrâte şehrindeki medreselerde ve zâviyelerde çok sayıda âlim yetişti. Mağribli âlimler hac seferleri sırasında Şeyh Ahmed Zerrûk Medresesi, Abdullah el-Mahcûb Medresesi gibi önemli ilim kurumlarına uğrayarak ders verdiler. Osmanlı idaresinin kuruluşundan İtalyan işgaline kadar geçen dönemde birçok bölgede medreseler açıldı. Trablus’un 1835’te İstanbul’a tekrar doğrudan bağlanmasıyla birlikte eğitim faaliyetlerine daha fazla ilgi gösterilmeye başlandı. Trablus’a i‘dâdî-i mülkî, erkek ve kız öğrenciler için ilkokul ve rüşdiye, Maarif Nezâreti’ne bağlı Mekteb-i İrfân, Seydî Mısrî’de Ziraat Mektebi ve dârülmuallimîn bu dönemde açıldı. Ülkede gazetecilik de bu devirde başladı. Trablusgarp’ta biri Türkçe, diğerleri Arapça olmak üzere toplam sekiz gazete ve haftalık dergi neşredildi. Mekteb-i Fünûn ve Sanayi Matbaası ile Vilâyet Matbaası bu dönemde kuruldu. Vali Nâmık Paşa, Trablus’ta 1313 (1895) yılında Medresetü’l-fünûn ve’s-sanâyii’l-İslâmiyye adıyla bir okul açtı. Bu okul, el sanatları ve diğer meslek kollarında Libya’da günümüze kadar hizmet vermeye devam eden en önemli eğitim kurumlarından biridir. İtalyan işgalini takip eden yıllarda Anadolu’ya ve Suriye’ye göç eden çok sayıda Libyalı üst rütbeli asker, âlim ve devlet adamı gittikleri yerlerde çeşitli görevlere getirildi.
İtalyanlar, işgalden sonra ilk olarak 1936 yılında Trablusgarp’ta yönetimde görev alabilecek yerlileri yetiştirmek amacıyla Arapça eğitim veren bir okulun açılmasına izin verdiler. Bu okula öncelikle kendi idarelerinde çalışmayı kabul eden görevlilerin çocukları alındı. 1939’da ilk ve ortaokullarda 6754 Arap, 5297 İtalyan çocuğu öğretim görüyordu. Bağımsızlık sonrası 1950-1951 yıllarında okula giden çocuk sayısı 32.000’e yükseldi.
Bingazi’deki Beydâ’da bulunan Senûsî Zâviyesi 1952’de Dinî Araştırmalar Enstitüsü’ne dönüştürüldü. Başlangıçta sadece Edebiyat Fakültesi’nden ibaret olan Libya Üniversitesi ilk defa 1956 yılında Bingazi’deki melik sarayında İngiliz, Amerikan ve Mısırlı on profesör ve otuz üç öğrenciyle eğitime açıldı. Aynı şehirde 1958’de İktisat Fakültesi, Trablus’ta Bilim Fakültesi, 1962’de yine Bingazi’de Hukuk Fakültesi öğretime başladı. 1961’de Kral I. İdrîs, Bingazi Dinî Araştırmalar Enstitüsü’nü üniversiteye dönüştürerek dedesi Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin adını verdi. Ülkede belli başlı üniversite ve yüksek öğretim kurumları şunlardır: Fâtih (Bingazi), el-Arab Tıb, Teknoloji, Kār Yûnus (Garyanus), Sebha, Tehaddî, Ömer el-Muhtâr, Nâsır, el-Cebelü’l-garbî ve Derne üniversiteleri, Millî İdarî Enstitüsü (Trablus), Millî Posta ve Telekomünikasyon Enstitüsü (Trablus).
3. Dil ve Edebiyat. Aslen Cezayirli olduğu halde hac dönüşünde Fransız işgalinden dolayı ülkesine dönemeyen ve Libya’daki Osmanlı idarecilerinin büyük desteğini gördüğü için buraya yerleşen Muhammed b. Ali es-Senûsî, tarikat pîri ve işgalcilere karşı direniş hareketinin lideri olmanın yanı sıra edebî eserleriyle de tanınmıştır.
XIX. yüzyılda Libya edebiyatında iki isim öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki İtalyanlar’a karşı Trablusgarp savaşına katılan Senûsî halifesi Muhammed es-Sünnî, diğeri devlet adamlığı vasfı yanında Kuzey Afrika tarihinin İslâmî dönemi alanında yazdığı eserleri ve şiirleriyle tanınan Süleyman Paşa el-Bârûnî’dir. Muhammed b. Zikrî’nin II. Abdülhamid’e ve Mehdî es-Senûsî’ye methiye olarak yazdığı şiirleri onun eski Arap şiiri geleneğine bağlılığını göstermektedir. Aşka dair şiiri ise muhteva ve şekil bakımından dönemin Libya şiiri için bir yenilik sayılmaktadır.
İtalyan işgaliyle iki dünya savaşı arasındaki dönemde yetişen şairlerin çoğu geleneksel öğretim dışında İtalyan okullarında İtalyanca ve Türkçe eğitim gördüler. Ortaöğrenim sırasında bu iki dilden birinin edebiyatını ve özellikle şiirini okudular. Arap dilinin o dönemdeki meşhur temsilcilerinden Ahmed Şevkī, Ma‘rûf er-Rusâfî ve Zehâvî’nin eserlerinden etkilendiler. Millî duyguları ağırlıklı olarak şiirlerine yansıtan bu dönem şairlerinden İbrâhim el-Usta Ömer, Ahmed eş-Şerîf ve Ahmed Refîk el-Mehdevî ülkelerinin İtalyan işgali süresince sürgünde yaşadıklarından bu durum şiirlerine de yansıdı; bunlar daha çok sömürgeciliğe karşı konuları işlediler.
Osmanlılar’ın son döneminde ve Trablusgarp savaşının ardından İstanbul’a çok sayıda Libyalı âlim ve devlet adamı gelmişti. İçlerinden geri dönenler varsa da çoğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Bunlardan Senûsî şeyhi ve âlim Abdülazîz el-Îsâvî; el-Feteva’l-Kâmiliyye adlı eserin müellifi Trablusgarp müftüsü Kâmil b. Mustafa; tarih, felsefe, edebiyat ve hukuk dallarında Türkiye’deki gazetelerde yazıları ve şiirleri yayımlanan, cami ve medreselerde ders veren Ahmed b. Şetvân; II. Abdülhamid’e yakınlığıyla bilinen ve onun izniyle yaptırdığı tekke ve konağında tasavvuf erbabını toplayan Şeyh Zâfir el-Medenî; Libya’da modern müziğin öncülerinden olan ve 1923’te Türkiye’ye yerleştikten sonra bestekârlık ve eğitimcilik yapan Abdullah Cemâleddin el-Mîlâdî; Türkçe, Arapça ve Farsça yayımlanan Âlem-i İslâm dergisi müdürü Yûsuf b. Şetvân; Trablus’ta çıkarmaya başladığı Rakîb gazetesini savaştan sonra İstanbul’da devam ettiren Mahmûd Nedîm b. Mûsâ; yine Türkiye’deki gazetelerde yazıları yayımlanan Osman el-Kīzânî önde gelen isimlerdir.
Ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra şiir yanında edebiyatın diğer alanlarında da eser veren yeni bir nesil yetişti. Bu neslin öncülerinden Ali Sıdkī Abdülkādir’in Afrika’da ve Arap ülkelerinde sömürgeciliğe karşı görüşlerini yansıtan şiirleri yanında aşk, hayat, kardeşlik, hürriyet konularını ele alan şiirleri de vardır. Muhammed el-Mehdî, Râşid Zübeyr es-Senûsî, Hâlid Zağbiye, Beşîr el-Hâşimî, Lutfî Abdüllatîf, Ali el-Fezzânî ve kadın şair Kevser Necm bu neslin diğer temsilcileri arasında yer almaktadır.
II. Dünya Savaşı öncesinde bazı denemeler bulunmakla birlikte hikâye türü Fuâd el-Kâ‘bâzî, Mustafa el-Uceylî, Saîd es-Serrâc ve Ahmed Kınâbe’nin hikâyeleriyle Libya edebiyatına gerçek anlamda bu dönemde girdi. Aynı devirde yetişen Halîfe et-Tekbelî, Kâmil Hasan el-Makhûr, Ali Mustafa el-Mısrâtî, Beşîr el-Hâşimî, Yûnus eş-Şerîf, İbrâhim el-Kûnî, Abdullah Gûyirî gibi yazarlar hikâyelerinde genellikle ülkenin ve halkın sorunlarını ele aldılar. Libya edebiyatının ilk romanı ise Muhammed Abdülkâfî’nin Beyne ḳalbeyn adlı eseridir (Beyrut 1967).
4. Mimari. Libya mimarisi üzerinde Fenike, Grek, Roma, Bizans ve İslâm medeniyetlerinin tesiri açıkça görülür. Sahil şeridinde İslâm öncesi döneme ait medeniyetlere dair eserlerin harabelerine rastlanmakta, arkeolojik kazılarla bazı eserler ortaya çıkarılmaktadır. Fizan’da Garamant kavminin merkezi konumundaki Cerma’da önemli tarihî eser kalıntılarına rastlanmıştır. Libya’da İslâmî döneme ait eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Bunun başlıca sebebi, Fâtımîler’in merkezlerini Kahire’ye taşımalarının ardından Kuzey Afrika’da kendilerine bağlı hânedanların bağımsızlıklarını ilân etmeleri üzerine bunları cezalandırmak için bölgeyi tahrip etmeleridir. Yukarı Mısır’da yaşayan Benî Hilâl ve Benî Süleym gibi bedevî Arap kabileleri, Fâtımîler’in tahrikiyle Berka’dan batıya doğru ilerleyip girdikleri her yeri yıktılar. Böylece bütün Kuzey Afrika’da olduğu gibi Trablusgarp’ta da dört asırda oluşan Berberî-İslâm medeniyetinin güzel örnekleri ortadan kalktı. Eyyûbîler döneminde Trablusgarp bölgesine gönderilen emîrlerden Şerefeddin Karakuş’un seferleri esnasında da büyük zarar gören Libya, asıl yıkımı Sicilya’dan gelen Normanlar ve Endülüs’ün düşmesinden sonra bilhassa başşehir Trablus ve civarını işgal eden İspanyollar zamanında gördü.
Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarda Akdeniz sahilinde Fâtımîler dönemine ait Medînetüssultân ve Ecdâbiye’de IV. (X.) yüzyıl eseri bir cami ve kale kalıntısı bulunmuştur. Bu camide mevcut hat örnekleri halen Sirenaika (Şahhât) Müzesi’nde sergilenmektedir. Antik Leptis Magna şehrinin güneyindeki tepe üzerinde yer alan ve halk arasında Kasrü’l-hammâm denilen hisarda mevcut kitâbeden burasının bedevî Araplar’ın istilâsına karşı mahallî bir idareci tarafından Roma-Bizans dönemine ait bir yapı üzerinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Şerefeddin Karakuş’un bugün Kargariş (Kırkkarış) adıyla bilinen, başşehre birkaç mil uzaklıktaki köyde yaptırdığı hisarın kalıntıları zamanımıza ulaşmıştır. Ülkenin diğer bölgelerinde de farklı mimari özelliklere sahip tarihî eser örneklerine rastlanmaktadır. Trablusgarp bölgesinde bulunan 862 (1458) tarihli bir türbenin taşı Libya’daki en eski kitâbe olarak kabul edilir. Berka bölgesinde yer alan iki mermer sütun parçasındaki kitâbeler bunların Fâtımî eserlerinin kalıntıları olduğunu göstermektedir. Amr b. Âs’ın Trablus’a kadar geldiği ve ülkedeki en eski eserlerden biri sayılan Nâka Camii’ni inşa ettirdiği rivayeti yaygındır. Bu caminin Fâtımîler devrinde yapıldığı da nakledilmektedir.
Libya’da günümüzde mevcut mimari eserlerin tamamına yakını Osmanlı dönemine aittir. Libya mimarisi coğrafî konumu gereği bir taraftan Osmanlılar vasıtasıyla doğudaki müslüman Araplar’dan, diğer taraftan buraya göç eden Endülüslüler’den ve Mağrib ülkeleri içinde kendine mahsus yeri olan Tunus’tan etkilenmiştir. Osmanlılar’ın Libya’daki inşa faaliyetleri buraya gönderilen ilk vali Hadım Murad Ağa tarafından başlatıldı. Murad Ağa idarî merkez haline getirdiği Tâcûrâ’da kale, burç, cami, medrese ve su kuyusu yaptırdı. 1551-1912 yılları arasında yaklaşık dört asır boyunca Osmanlılar Trablusgarp eyaletine çok sayıda cami, medrese, çarşı, han, hamam ve hastahane, kale ve burç inşa ettiler. Libya’nın esaslı şekilde imarına daha çok Dayılar döneminde (1603-1711) önem verildi. Mehmed Dayı ile Osman Dayı zamanında şehir tahkim edildi ve ikişer katlı binalar yapıldı. Türk Çarşısı’nın inşası da Mehmed Dayı döneminde tamamlandı. Şehre yeni bir cami yapıldı ve diğer çarşılar düzenlendi. Karamanlı hânedanı devrinde de (1711-1835) Trablusgarp eyaletinde çok sayıda mimari eser inşa edildi. Bu dönemi başlatan Ahmed Bey kendi adına cami, medrese ve han yaptırdığı gibi buralara içme suyu da getirtti.
Trablusgarp’ın 1835 yılında doğrudan İstanbul’a bağlanmasıyla inşa faaliyetleri daha da arttı. Kale, kışla ve koğuş, karakol, burç gibi askerî mekânlar; medrese, mektep, rüşdiye, idâdî, ilkokul gibi eğitim kurumları; karantina, askerî hastahane ve II. Abdülhamid’in emriyle 1898 yılında yaptırılan Gurebâ Hastahanesi gibi sağlık tesisleri; cami, tekke ve türbe gibi dinî yapılar; yol, liman, posta ve telgraf gibi ulaşım ve taşımacılık yatırımları; ticarî, ziraî ve meslekî alanlarda eyaletin ihtiyaç duyduğu binalar yapıldı.
Osmanlı dönemi Libya mimarisinde büyük bir değişiklik meydana getirdi. Cami ve mescidlerde merkezî yapı ve merkezî kubbe esas alınarak mekân birliği sağlanması, taş işçiliği, mermer ve alçı süsler, ahşap oyma sanatı Osmanlı mimari unsurlarıdır. Libya’daki tarihî eserler, doğrudan İstanbul’daki cami ve mescidlerden etkilenmekle birlikte geleneksel Mağrib mimarisine ve diğer eyaletler arasındaki etkileşime de işaret etmektedir. Camilerin mihrapları renkli taş işlemeciliğinin güzel örneklerini yansıtır. Camiler birer külliye olarak planlanmış, etraflarında medreseler, hamamlar, türbeler ve dükkânlar yapılmıştır. Minareler farklı mimari tarzlarda inşa edilmiştir.
Bölgenin ticaret merkezlerinden Trablus’ta ticarî hayatın en önemli mekânları olan hanlar (bedestenler) Osmanlı döneminde XVIII-XIX. yüzyıllarda yapılmıştır. Bu mekânlar giriş eyvanı ve kemerlerle çevrili avludan ibaret iki katlı binalardı; birinci kat daha ziyade depo için kullanılmakta, üst katta tüccarların odaları bulunmaktaydı. İş yerleri avluya bakacak şekilde sıralanmıştı. Eski şehrin caddeleri dar ve çok düzgün olmayan taş döşeli olup iki yanda çarşılar ve dükkânlar yer almaktadır. Türkler tarafından yapılan evler genelde geniş iç avlulara sahiptir.
1890 tarihli Trablusgarp eyaleti salnâmesine göre burada dokuz cami, on sekiz mescid ve yirmi iki tekke bulunmaktaydı. Bütün camiler içerisinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen Bingazi’deki Osman Buklâvuz ve Atik Camii merkezî tek kubbeli yapılarıyla diğerlerinden ayrılmaktadır. Bu eyalette Osmanlı öncesi döneme ait önemli camilerin başında, dört sütun üzerine oturan iki kubbeli ve mihrabı ile Mağrib mimarisinin güzel örneğini yansıtan Trablusgarp’taki Hârûbe Camii gelmektedir. Osmanlı devrinde yapılan veya tamir edilen belli başlı camiler şunlardır: Nâka Camii. 916’da (1510) İspanyollar tarafından tamamen yıkılmış, 1019’da (1610) eski mimarisine uygun tarzda beylerbeyi Sefer Dayı tarafından kırk iki kubbeli olarak yeniden inşa edilmiştir. Murad Ağa Camii. Tâcûrâ’da bulunan camiyi Hadım Murad Ağa yaptırmıştır. Mağrib mimarisiyle karışık tarzı ve çok sayıda kubbesiyle bölgenin en büyük camisi olup yanındaki medreseyle birlikte bir külliye oluşturur. Turgut Reis Camii. Turgut Reis, 958’de (1551) Trablusgarp’ta cami ile hamam ve dükkânlardan oluşan bir külliye inşa ettirmişti. Cami 1013’te (1604) Ali Bey tarafından yeniden yaptırılırken ilk özelliğini kaybetmiştir. Bununla birlikte “T” şeklindeki mimarisiyle Anadolu camilerinin bir örneğini temsil etmektedir. II. Dünya Savaşı esnasında tahrip edilen cami, bağımsızlığın kazanılmasından sonra yapılan restorasyon çalışmaları sırasında da mimari özelliklerini kaybetmiştir. Cami bugün son derece bakımsız bir haldedir. Kabristanında bulunan Turgut Reis Türbesi önemli ziyaretgâhlardandır. Osman Paşa Medresesi ve Camii. Turgut Reis Camii’nin bulunduğu cadde üzerinde yer alan medrese ve camiyi Trablusgarp Valisi Sakızlı Osman Paşa 1065’te (1655) inşa ettirmiştir. Hamamı, türbesi, hanı, mezarlığı ve diğer vakıf eserleriyle bir külliye oluşturmaktadır. Mehmed Paşa Camii. 1110’da (1698-99) Mehmed Paşa tarafından Trablusgarp’ta inşa ettirilen caminin kapıları ince taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Karamanlı Ahmed Bey Camii ve Medresesi. Karamanlı hânedanının kurucusu Ahmed Bey’in yine Trablusgarp’ta 1736-1738 yıllarında yaptırdığı cami diğer unsurlarıyla birlikte bir külliye niteliği taşımaktadır. Günümüzde başşehrin en güzel camisidir. Mescidü’l-atîk (Câmiu’l-kebîr). Karamanlı hânedanından Mehmed Bey’in Derne’de 1735’te inşa ettirdiği caminin kırk iki kubbesi ve kırk beş mermer sütunu bulunmaktadır. Osmanlı döneminde Libya’da yapılan en büyük camidir. Câmiu’l-atîk (Câmiu’l-kebîr). Bingazi’de XVI. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen cami Vali Tâhir Paşa (1893-1904) tarafından yeniden inşa ettirmiştir. Reşîd Camii (1884). Bugün Mescidü’l-magār olarak bilinen camiyi Bingazi Valisi Reşîd Paşa eski Ebû Garâre Camii’nin yerine yaptırmıştır. Gürcü Camii. XIX. yüzyılın başlarında Trablusgarp’a yerleşen Gürcü asıllı tüccar Mustafa Bey tarafından 1833 yılında inşa ettirilen caminin minaresi Türk mimari tarzının güzel örneklerindendir.
Roma dönemi kalıntıları üzerinde yapılan Trablusgarp Kalesi (Sarâyü’l-hamrâ) birbirine kemerli koridorlarla bağlı farklı kısımlardan oluşmaktadır. İçeride çok sayıda avlu olup ortalarında taştan çeşmeler, bir kısmı Roma ve Bizans kalıntısı kemerle çevrili revaklar bulunmaktadır. Kale Osmanlı döneminde Turgut Reis tarafından tamir ettirilmiş, XIX. yüzyılda Vali Aşkar Ali Paşa ve Ahmed İzzet Paşa dönemlerinde büyük onarımlar geçirmiştir.
1835’te Karamanlı hânedanına son verilerek Trablusgarp’ın idaresinin İstanbul’a doğrudan bağlanması üzerine buraya tayin edilen valiler çeşitli binalar yaptırdılar. 1868 yılında Vali Ali Rızâ Paşa Trablus’a bir muvakkithâne, suyu şehir dışından getirilen büyük bir çeşme ve Urfella kazasına bir köşk; Vali Ahmed İzzet Paşa eyalet merkezine sanat okulu, Gurebâ Hastahanesi, rüşdiye mektebiyle limandaki feneri ve Hamidiye adlı kapalı çarşıyı inşa ettirdi. Uzun yıllar burada vali olarak kalan Ahmed Râsim Paşa (1878-1893) askerî rüşdiye binasını yaptırdı, ilk defa borularla şehre su getirtti. Sıbyan mektebi, kız mektebi, şehir dışında altmış sekiz dükkânlık Hamidiye Çarşısı, Hums, Cifâre, Sûkne ve Şâtî’deki hükümet konakları, askerî kışlalar, çeşmeler ve vilâyet merkezindeki 100 yataklı Gurebâ Hastahanesi onun inşa ettirdiği çok sayıdaki eser arasında zikredilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Ahmed Bek en-Nâib el-Ensârî et-Tarablusî, el-Menhelü’l-aẕb fî târîḫi Ṭarâblusġarb, İstanbul 1317, tür.yer.
Mahmud Nâci – Mehmed Nûri, Trablusgarb, İstanbul 1330, s. 69-72, 102-103, 135, 138, 141, 151, 158-159.
E. E. Evans-Pritchard, The Sanusi of Cyrenaica, Oxford 1949, tür.yer.
Zeynelâbidîn Mûsâ, el-Lîbiyyûn fî Sûriyâ, Dımaşk 1952, tür.yer.
Celâl Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 119, 124, 157-158, 165, 168-169, 395.
A. L. Tibawi, Islamic Education: Its Traditions and Modernization into the Arab National System, London 1972, s. 149-157.
G. Missana, el-Miʿmârü’l-İslâmî fî Lîbyâ (trc. Alî es-Sâdık Hüseyin, nşr. Mustafa el-Acîlî), [baskı yeri yok] 1973.
Noureddine Sraieb, “Introduction à la connaissance de la littérature libyenne contemporaine”, La Libye nouvelle rupture et continuité, Paris 1975, s. 231-258.
J. M. Cuoq, Les musulmans en Afrique, Paris 1975, s. 45-55.
A. Hutt – G. Michell, “Old City of Tripoli”, Islamic Art and Architecture in Libya, London 1976, s. 5-7.
Ali Mustafa el-Mısrâtî, Libya ve Türkiye Arasındaki Tarihi ve Sosyal Bağlar (trc. Vecdi Gedik), Ankara 1981, s. 33-36, 42-43.
a.mlf., Aʿlâm min Ṭarâblus, Bingazi 1986, tür.yer.
Mahmud Ali, Trablusgarp’ta Osmanlı İnşa Faaliyetleri: 1850-1911 (doktora tezi, 1982), İÜ Ed.Fak., tür.yer.
Teysîr b. Mûsâ, Kifâhü’l-Lîbiyyîn es-siyâsî fî bilâdi’ş-Şâm (1925-1950), Trablus 1983, tür.yer.
Enîs Servet el-Asyûtî, “Coran conte le Coran: A propos du mariage selon le livre vert de Mu’ammer al-Qaddâfî”, Le Maghreb musulman en 1979 (ed. C. Souriau), Paris 1983, s. 13-39.
H. Bleuchot, “Notice sur les awqâf libyens de 1969 à 1978”, a.e., s. 397-400.
F. Burgat, l’Islamisme au Maghreb: la voix du Sud, Paris 1988, s. 170-182.
M. Hiskett, The Course of Islam in Africa, Edinburgh 1994, s. 48-50.
M. K. Deeb, “Militant Islam and Its Critics: The Case of Libya”, Islamism and Secularism in North Africa (ed. J. Ruedy), Washington 1996, s. 187-197.
J.-L. Triaud, La légende noire de la Sanûsiyya: Une confrérie musulmane saharienne sous le regard français (1840-1930), Paris 1996, I-II, tür.yer.
Ali Mes‘ûd el-Belûşî v.dğr., Mevsûʿatü’l-âs̱âri’l-İslâmiyye fî Lîbyâ, Trablusgarp 1998, II, tür.yer.
R. B. St. John, Historical Dictionary of Libya, London 1998, s. 48.
Nâsırüddin Muhammed eş-Şerîf, el-Cevâhirü’l-iklîliyye fî aʿyâni ʿulemâʾi Lîbyâ mine’l-Mâlikiyye, Amman 1999, tür.yer.
Ammâr Cühaydir v.dğr., Medresetü’l-fünûn ve’ṣ-ṣanâʾiʿi’l-İslâmiyye bi-Medîneti Ṭarâblus fî miʾeti ʿâm, Bingazi 2000, tür.yer.
R. Allen, An Introduction to Arabic Literature, Cambridge 2000, s. 8, 188.
Ali Saim Ülgen, “Trablusgarp’ta Turgut Reis Mimârî Manzûmesi”, VD, sy. 5 (1962), s. 87-92.
A. Lézine, “Sur deux château musulman d’Ifriqiya”, REI, XXXIX (1971), s. 87-103.