MAĞRİB - TDV İslâm Ansiklopedisi

MAĞRİB

المغرب
Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: İBRAHİM HAREKÂTBölüme Git
    Doğu İslâm dünyasının (Meşrik) sınırı kabul edilen Mısır’dan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan Kuzey Afrika bölgesi ve Güney Sahrâ İslâm kaynaklarında...
  • 2/2Müellif: ENGİN BEKSAÇBölüme Git
    MİMARİ. Mağrib sanatının en önemli faaliyet sahası mimaridir. Mağrib mimarisinin en erken örnekleri ribâtlar olmasına rağmen dinî mimarinin temelini o...
1/2
Müellif: İBRAHİM HAREKÂT
MAĞRİB
Müellif: İBRAHİM HAREKÂT
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2003
Erişim Tarihi: 15.10.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/magrib#1
İBRAHİM HAREKÂT, "MAĞRİB", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/magrib#1 (15.10.2024).
Kopyalama metni

Doğu İslâm dünyasının (Meşrik) sınırı kabul edilen Mısır’dan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan Kuzey Afrika bölgesi ve Güney Sahrâ İslâm kaynaklarında Mağrib adıyla anılmaktadır. Günümüzde bu coğrafyada Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya devletleri bulunmaktadır. Mısır’ın batısında yer almasından dolayı bazı kaynaklarda Endülüs de Mağrib coğrafyasına dahil edilmektedir. Ortaçağ İslâm tarih ve coğrafyacıları Mağrib’i çeşitli şekillerde bölümlere ayırmıştır. Bunlar arasında en fazla kullanılanı Mağrib-i Aksâ (Uzak Mağrib), Mağrib-i Evsat (Orta Mağrib) ve Mağrib-i Ednâ (Yakın Mağrib) şeklindeki üçlü taksimdir. Bölgenin toplam yüzölçümü 6.146.441 km2, nüfusu 75 milyon civarındadır. Araplar, Berberîler (Emâzîğ) ve az sayıda zenci asıllılardan meydana gelen nüfusun % 98’i müslümandır.

Tarih. İslâm Öncesi. Milâttan önce 3000’li yıllarda Berberîler’in bir alt kolu olduğu ileri sürülen Lîbî kabilesi Libya’nın doğusunda bulunan Berka’ya yerleşmiş, Grekler bugünkü Libya topraklarına bu kabilenin adını vermişlerdi. Lîbîler’in nüfuzu Nil nehrinden Sirte körfezine kadar yayılmıştı. Daha sonra Romalılar’ın Berberîler adını verdikleri, kendi dillerinde “hür insanlar” mânasına gelen Emâzîğlar yoğun olarak Afrika’ya geldiler. Nil nehri civarıyla Sînâ yarımadasında Lîbî Emâzîğları’na ait bulunan eserlere dayanarak Berberîler’in Atlas dağlarından doğuya gelip yerleştiklerini iddia eden Batılı araştırmacılar, Mes‘ûdî ve İbn Haldûn gibi İslâm tarihçilerinin bunların Yemen veya Filistin’den buraya geldikleri yönündeki rivayetlerini reddetmişlerdir. Ancak Yemen’de yaşayan Berberîler’le Mağrib Berberîleri’nin kolayca anlaşmaları Batılılar’ın bu görüşünü doğrulamamaktadır.

Akdeniz’in doğu kıyısında birçok şehir medeniyeti kurmuş olan Fenikeliler, bölgeye ticaret için gelip milâttan önce 814 yılında Tunus’ta Kartaca ve Sûs, Libya’da Sabratha ve Leptis Magna, Cezayir’de Bicâye, Fas’ta Selâ ve Tanca şehirlerini kurdular. Berberîler, genelde ticarî faaliyetlerde bulunmakla birlikte tarım ve hayvancılıkla da uğraşan Fenikeliler’in etkisi altında kaldılar. Kartacalılar Sicilya, Sardinya ve Korsika adalarını ele geçirmek için milâttan önce VI. yüzyılda Grekler’le, milâttan önce 264 yılında ise Romalılar’la savaştılar. Bunikia adı verilen ve milâttan önce III ve II. yüzyıllar boyunca devam eden bu savaşlar sonunda Romalılar, Kartacalılar’ın Akdeniz adalarındaki hâkimiyetlerine son verdiler. Kartacalılar’ın kumandanı Hannibal milâttan önce 146 yılında Romalılar’a yenilince Kartaca şehri yerle bir edildi. Mısır Grekleri de Libya’nın Berka şehrini milâttan önce 132 yılında ele geçirdiler. Romalılar’ın Mağrib’deki hâkimiyeti milâttan sonra 439 yılına kadar devam etti. Romalılar, Mağrib’in kuzey bölgelerinde Fenikeliler’den kalma eski şehirlerin kalıntıları üzerinde birçok yerleşim merkezi kurdular ve Berberîler’e kısmen Hıristiyanlığı kabul ettirdiler. Ancak yerlilerin büyük bir kısmını idareleri altına alamadılar.

Bu dönemde Moritanya’nın kuzeyine göç eden Zenâte ve Sanhâce kabileleri, Batı Afrika’dan gelen altın ticaret yolunu ele geçirdikleri gibi nüfus dengesini de değiştirdiler. Bu arada Romalılar hâkim oldukları bölgelerde idarî düzenlemeler yaptılar. Mağrib, Roma’da taht kavgası çıkınca Afrika Kontu Univas’ın isteği üzerine Vandallar tarafından 429 yılından itibaren istilâ edilmeye başlandı. Kartaca 439’da Vandallar’ın eline geçti. Bölgedeki yerleşik Roma idarî sistemine karışmadan hâkimiyetlerini sürdüren Vandallar, Libya yerlileri tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Yerlilerle bölgenin en verimli topraklarını elde tutan Vandallar arasındaki iktidar kavgası Bizans donanmasının bölgeye müdahalesine yol açtı. Belisarius kumandasındaki Bizans orduları 533 yılında Kartaca’yı ve eski Roma müstemlekelerini işgal etti. Mağrib’de 646 yılına kadar süren Bizans hâkimiyeti İslâmiyet’ten önceki son yabancı idare oldu. İmparator Iustinianos’un baskıcı yönetimi giderek yerini uzun bir ihmal sürecine terketti. Bizanslılar yavaş yavaş sahile çekilirken Berberîler de göçebe hayatına geçtiler. Bizanslılar’a karşı baş gösteren ayaklanma ve kargaşalıklar müslüman Araplar’ın bölgeyi ele geçirmelerini kolaylaştırdı.

İslâmî Dönem. Mağrib’de İslâm fütuhatı, Hz. Ömer zamanında 22 (643) yılında Amr b. Âs kumandasında Mağrib-i Ednâ denilen Libya’dan başladı. Araplar 27’de (647-48) Afrika’nın ortalarına doğru ilerleyerek İfrîkıye denilen ve bugünkü Libya’nın batı bölgeleriyle Tunus’u içine alan bölgeyi Ukbe b. Nâfi‘ kumandasında 50 (670) yılında ele geçirdiler. Mağrib-i Aksâ’da bulunan Fas’ın fethi aynı kumandanın ikinci valiliği döneminde 62’de (682) tamamlandı. Ukbe b. Nâfi‘, Mağrib-i Evsat’taki Tunus’ta Kayrevan şehrini kurarak burayı Mağrib’in idarî merkezi yaptı. Ancak yerli halk Emevîler’e karşı ayaklanınca kanlı çatışmalar meydana geldi. Mûsâ b. Nusayr’ın bölgeye vali tayin edilmesiyle ayaklanmalar bastırıldı. Yeni vali Târık b. Ziyâd’ı Endülüs fethine yönlendirerek kendisine yardımcı oldu. Berberîler’i bölmeye çalışan Vali Ubeydullah b. Habbâb’ın idaresinin son aylarında bütün Mağrib-i Aksâ Hâricîler’in eline geçti (123/741). Emevî ve Abbâsî devirlerinde Kayrevan’a birçok vali tayin edilmiş, Vali İbrâhim b. Ağleb et-Temîmî döneminde 184 (800) yılında İfrîkıye’nin idaresi babadan oğula geçerek veraset şekline dönüşmüştür.

İslâm hâkimiyeti döneminde Mağrib’de birçok emirlik ve devlet kurulmuştur. Arap Emirlikleri. Şam Emevîleri’nin rızasıyla Mağrib’de ilk emirlik 80 (699) yılında Himyerî asıllı Benî Sâlih kabilesi tarafından kuruldu. Merkezi Alenkûr olan emirlik Mağribliler’in çoğunluğunun müslüman olmasıyla giderek güçlendi ve uzun süre ayakta kaldı. Merkezleri Fâtımîler tarafından tahrip edilen Benî Sâlih Emirliği 318 (930) yılında Mûsâ b. Ebü’l-Âfiye tarafından yıkıldı.

Hz. Peygamber’in neslinden olup Mağrib’e sığınan İdrîs b. Abdullah, 172’de (789) Berberî Zenâteler’in de yardımıyla Hâricîler’in güçlü olduğu bölgede Miknâs şehrinin bir semti sayılan Velîlâ’da, aynı yıllarda kardeşi Süleyman da Tilimsân’da Sünnî birer emirlik kurdular. Birkaç yıl sonra siyasî, iktisadî ve kültürel olarak Tilimsân’la Sicilmâse’yi birbirine bağlayan Fas şehri tesis edildi. Ancak İdrîsîler’in hâkimiyetine bölgedeki diğer güç odakları ve Endülüs Emevîleri tarafından son verildi. Hânedan mensuplarını Endülüs Emevîleri’ne bağlı Âmirîler sürgüne gönderdi (375/985). Öte yandan Abbâsîler, İdrîsîler’in doğuya yönelmesini engellemek için 184 (800) yılında İfrîkıye Valisi İbrâhim b. Ağleb’in geniş yetkilerle Ağlebîler Emirliği’ni kurmasına izin verdiler. Libya’nın Berka şehrinden İbâzî Emirliği’ne kadar uzanan ve İfrîkıye’nın geniş bir bölümünü içine alan Ağlebî Emirliği’nin toprakları Sicilya adasının da fethedilmesiyle Avrupa sınırlarına ulaştı. Bölgenin kalkınmasına önem veren Ağlebîler, son hükümdarları Ziyâdetullah devrinde Fâtımîler’le müttefikleri Kutâme kabilesi tarafından yıkıldı (296/909).

Sanhâce ve Kutâme kabilelerinin yardımıyla bölgenin yönetimine hâkim olan Şiî Fâtımîler, Ağlebîler’in nüfuzu altındaki bütün toprakları ve Berka’yı ele geçirdiler. Mağrib-i Aksâ’ya da girerek bu bölgedeki müstakil emirlikleri ortadan kaldırdılar. Ancak sadece Şiî mezhebine itibar etmeleri Mâlikî, İbâzî ve diğer mezheplere mensup kabilelerin Fâtımîler’e karşı düşmanlıklarını arttırdı. Mağrib’deki son Fâtımî hükümdarı Muiz-Lidînillâh, 361’de (972) Mısır’a geçmeden önce Mehdiye şehrini Sanhâce kabilesine mensup Zîrî hânedanına teslim etti.

Hâricî Emirlikleri. a) Sufriyye. Meysere el-Medgarî tarafından Mağrib-i Aksâ’nın Atlantik sahillerinde 122 (740) yılında kurulan emirlik Murâbıtlar tarafından yıkılmıştır (453/1061). b) Nefûse İbâzîleri. Libya’da Nefûse dağı civarında yaşayan İbâzîler bölge tarihinin önemli bir toplumu olarak bugün de varlıklarını devam ettirmektedir. c) Midrârîler. Başlangıçta Sufriyye’ye mensup iken Ubeydîler tarafından iktidarlarına son verildikten sonra Mâlikî mezhebine geçtiler ve merkezleri Sicilmâse’de yaklaşık iki asır hüküm sürdüler (140-349/757-960). d) Rüstemîler. Aslen İranlı olan Abdurrahman b. Rüstem tarafından kurulan ve Cezayir’in Tâhert şehrinde 161-295 (778-908) yılları arasında hüküm süren Rüstemîler, Kayrevan’da yaşayanları da kendilerine bağlayarak Cezayir-Trablus arasındaki geniş bölgeyi idareleri altına aldılar. Mağrib’de kurulan bu hâricî emirlikleri doğrudan veya dolaylı olarak yabancı hâkimiyetini reddettikleri gibi yabancıların yerlilerin inançlarına, fert ve toplum haklarına ve mahallî idarelerine müdahalelerini önlemişler, ancak kendi aralarında da zaman zaman ihtilâfa düşmüşlerdir.

Berberî Sanhâce Emirlikleri. a) Zîrî Hânedanı. Sanhâce emirliklerinin ilkidir. Hânedan, Fâtımî orduları kumandanı olan Cezayir Sanhâceleri’ne mensup Zîrî b. Menâd tarafından kuruldu. Fâtımî Halifesi Muiz İfrîkıye’den Mısır’a geçerken tesis ettiği emirliğin idaresini 361 (972) yılında Bulukkîn b. Zîrî’ye verdi, onun kurduğu hânedan 555 (1160) yılında Muvahhidler tarafından yıkılana kadar devam etti. V. (XI.) yüzyılın başlarında Şîa mezhebini terkeden Zîrî hânedanını cezalandırmak isteyen Fâtımîler’in daha önce Yukarı Mısır’a yerleştirdikleri Benî Hilâl ve Benî Süleym adlı bedevî Arap kabilelerine 441’de (1049-50) İfrîkıye’nin kapılarını açmaları Mağrib’in siyasî ve iktisadî durumunun bozulmasına sebep oldu. Sahildeki önemli şehirler İtalya’dan gelen Normanlar’ın eline geçti. Bu arada Muvahhidler Zîrî hânedanına son verdi. b) Benî Hammâd Hânedanı. Bölgedeki bu ikinci hânedan Zîrîler’den ayrılan Hammâd b. Bulukkîn tarafından kuruldu. İfrîkıye Hükümdarı Mansûr’un kardeşi olan Hammâd’ın 405 (1015) yılında tesis ettiği hânedan kısa zamanda gelişti. Emirliğin başşehri Kal‘atü Benî Hammâd iktisadî ve kültürel bir merkez haline geldi. 547’de (1152) Benî Hammâd toprakları Muvahhidler tarafından ele geçirildi. c) Murâbıtlar Devleti. 448 (1056) yılında Mağrib-i Aksâ’da kurulan Murâbıtlar kısa zamanda Moritanya’dan Libya’ya kadar bütün Mağrib’i ve Endülüs’ü içine alan büyük bir devlet haline geldi. Devletin en meşhur şahsiyeti Yûsuf b. Tâşfîn’dir. Murâbıtlar, özellikle Endülüs’ün tavâif-i mülûk devrinde uğradığı dağınıklığa son vererek yıkılmakta olan bu İslâm ülkesinin yeniden canlanmasını sağladılar. Merakeş’i başşehir olarak kuran Murâbıtlar, Muvahhidler’in 541 (1147) yılında bu şehri ele geçirmelerinin ardından yıkıldı.

Muvahhidler Devleti. Devletin kuruluşunda büyük rolü olan İbn Tûmert’in Cezayirli öğrencisi ve ilk halifesi Abdülmü’min el-Kûmî, bölgede önemli güç haline gelen Sanhâce hânedanlarını ortadan kaldırdığı gibi Normanlar’ı Kuzey Afrika sahillerinden çıkardı ve Endülüs’ü nüfuzu altına aldı. Rabat şehrini kuran Ebû Yûsuf el-Mansûr, İfrîkıye ve Trablusgarp’ta yaşayan Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerine mensup binlerce bedevî Arap’ı Atlas Okyanusu sahillerine yerleştirdi. Ancak bunlar İfrîkıye Arapları’nın, özellikle de Murâbıt asıllı Benî Gāniye’nin büyük direnişiyle karşılaştılar. Balear adalarındaki donanmaya el koyan ve Cezayir’in bazı limanlarını geçici olarak zapteden Benî Gāniye, Mısırlılar’la iş birliği yaparak Libya’nın batısına doğru ilerledi ve Muvahhidler’in Mısır’a ilerlemesini durdurdu. Bütün bunlara rağmen Muvahhidler, Kurtuba ile Rabah Kalesi arasında hıristiyanlara karşı yaptıkları savaşı kazandılar (591/1195). 609’da (1212) Mağribliler’den 500-600.000 kişilik büyük bir ordu toplayarak hıristiyanların eline geçen kaleleri geri almak için savaşa giriştilerse de Endülüs’te yapılan bu savaşı kaybettiler. Muhammed en-Nâsır zamanında cereyan eden bu savaş Mağrib’i siyasî, iktisadî ve içtimaî bakımdan olumsuz etkiledi. Kısa bir süre sonra İfrîkıye merkezden koptu. Tilimsân’da kurulan Abdülvâdîler hânedanlığı Fas’taki Merînîler’e savaş açtı. İktisadî bakımdan çöken İfrîkıye bölgesine Hafsîler hânedanı hükümdarları yerleşince Fas’ta güç odakları çoğaldı. Merînîler 668’de (1269) yapılan savaşta Muvahhidler’e üstün gelip Merakeş’i ele geçirdiler. Böylece Muvahhidler Devleti sona ermiş oldu.

Hafsîler, Merînîler ve Abdülvâdîler (Ziyârîler). XIII-XVI. yüzyıllarda Trablusgarp’tan Cezayir’in doğusundaki bazı bölgelere kadar Hafsîler (1228-1574), Cezayir’in orta bölgelerinde Abdülvâdîler (1235-1550), buradan Atlas Okyanusu’na kadar Merînîler (1269-1464) hüküm sürdüler. Hafsî hânedanından Ebû Zekeriyyâ el-Hafsî 625’te (1228) İfrîkıye’de istiklâlini ilân etti. Halefi Muhammed el-Müstansır zamanında Fransız donanması başşehir Tunus’a bir saldırı düzenledi. Fransızlar, salgın hastalıklar sebebiyle çok sayıda askerin ölmesi üzerine Müstansır’ın ödemeyi kabul ettiği fidye karşılığında Tunus’u işgalden vazgeçtiler.

Berberîler’in Zenâte koluna mensup Merînîler ile Abdülvâdîler İslâm fethinden sonra Mağrib’de etkili olmuşlardı. VI. (XIV.) yüzyıla kadar göçebe hayatı yaşayan Merînîler 613 (1216) yılından itibaren Fas’ı nüfuzları altına almaya başladılar ve 668’de (1269) Merakeş’i ele geçirerek Muvahhidler’in nüfuzuna son verdiler. Merakeş’i merkez yaparak etrafına yeni Merakeş adlı ikinci bir şehir inşa ettiler. Ya‘kūb el-Mansûr, Ebü’l-Hasan ve Ebû İnân Merînîler’in önemli hükümdarlarıdır. Merînîler donanmaya önem verdikleri halde kendilerinden üstün hıristiyan donanması karşısında başarı gösteremediler. Sebte, Melile ve Tanca gibi limanları İspanyollar ve Portekizliler tarafından işgal edildi. Fas şehri halkı 869’da (1464) Merînîler’e karşı ayaklanarak bu devlete son verdi. Fas’ın idaresi Osmanlı hâkimiyetini kabul eden Vattâs hânedanının eline geçti. Bu hânedan İspanyol-Portekiz saldırılarından Mağrib limanlarını korumaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve 915’te (1510) yerini Sa‘dîler aldı.

Abdülvâdîler Devleti, Mağrib-i Evsat’ta 633 (1235) yılında yine Zenâte asıllı Yağmurasan b. Zeyyân tarafından kuruldu. Muvahhid Hükümdarı Abdülmü’min, göçebe hayatı yaşayan Abdülvâdîler’e Vehrân’ın batısında arazi vererek buraya yerleştirmeye çalıştı. Abdülvâdîler daha sonra Muvahhidler’in zaafından istifade ederek müstakil bir devlet haline geldiler. Toprakları birkaç defa Merînîler’in ve Hafsîler’in eline geçmesine rağmen 957 (1550) yılına kadar ayakta kaldılar. 911-918 (1505-1512) yılları arasında İspanyol donanması Abdülvâdîler’in elinde bulunan Tilimsân şehrini, Müstegānim ve Bicâye gibi önemli limanları işgal etti. Bu tarihten itibaren karşılarında Osmanlı donanmasını bulan İspanyollar, Oruç Reis ve Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar. Abdülvâdîler hânedanına Osmanlılar tarafından son verildi.

Osmanlı Dönemi ve Sonrası. Osmanlılar Akdeniz’de bir güç olarak ortaya çıktığında İspanyol ve Portekizliler, Trablusgarp’tan Atlas Okyanusu’na kadar bütün limanları ele geçirmişlerdi. Bu dönemde Osmanlı donanması ile Avrupa donanmaları arasında Akdeniz’in güneyinde büyük bir mücadele başladı. Mağrib’de ilk olarak Cerbe adasını ele geçiren Barbaros Hayreddin Paşa 1517’de Cezayir şehri civarını İspanyollar’dan kurtardı. 950 (1544) yılına kadar Cezayir’in tamamını hâkimiyeti altına aldı. 1524 yılından itibaren Tunus’a müdahale etmeye başlayan Osmanlı donanması, Turgut Reis kumandasında 958’de (1551) Trablusgarp’ı ele geçirerek Osmanlı idaresini bütün Libya’da hâkim kıldı; sadece Sebte, Melile ve Fas’ın kuzeyindeki bazı limanlar Avrupalılar’ın elinden kurtarılamadı. III. Murad ile Merakeş Sultanı Mansûr arasındaki yardımlaşma bölgeye altın çağı yaşattı. Türkler’in himayesindeki Mağrib Fransız istilâsına kadar geniş bir serbestlik içinde yaşadı. Fransa 1830 yılında Cezayir şehrini istilâ ederek burayı kendi mülkü ilân etti. Tunus 1881’de himaye adı altında işgal edildi. Fransa’nın işgalleri bu iki eyaletle sınırlı kalmadı, 1908 yılına kadar Fas’ı ve Moritanya’yı da ele geçirdi.

Libya’nın doğusundaki Berka’da merkez zâviyesini kuran Müstegānimli Şeyh Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin 1843’te başlattığı tarikat faaliyeti kısa zamanda bütün Mağrib’de ve Afrika’nın iç bölgelerinde yaygınlık kazandı. Fransızlar Afrika kıtasında karşılarında en büyük engel olarak Senûsîler’i gördüler. İtalyanlar’ın 1911’de başlayan Libya’yı işgal süreci ancak 1930’lu yıllarda tamamlanabildi.

Hz. Peygamber’in soyundan gelen Sa‘dî ve Alevî hânedanlarından ilki 915’ten (1510) 1069 (1658) yılına kadar, onun yerine geçen diğeri (Fas Devleti) günümüze kadar Mağrib-i Aksâ’da iktidarını muhafaza etmiştir. Vattâsî sultanlarının Fas üzerindeki hâkimiyetine son veren ve Portekizliler’i Agādîr ve Sûs sahillerinden uzaklaştıran Sa‘dîler (915/1510), bölgeye hâkim olduktan sonra nüfuz kavgasına girdikleri doğu komşuları Osmanlılar’la zaman zaman savaşmak zorunda kaldılar. Ancak daha sonra bu hânedanın en önde gelen sultanı Ahmed el-Mansûr ez-Zehebî Osmanlılar’la yakın ilişkiler kurdu. Bugünkü Mali Devleti’nin doğusunda hâkim olan Songay Sultanlığı topraklarını ele geçirerek buradan elde edeceği bol miktardaki altın sayesinde ve anlaştığı İngiliz ve Hollandalılar’ın yardımıyla Endülüs’ü yeniden fethetmek istedi. Fakat elde etmeyi umduğu altını bulamadığı, Avrupalı devletler de sözlerinde durmadığı için bu isteğini gerçekleştiremedi. Ölümünden sonra oğulları arasında çıkan taht kavgaları sırasında Avrupalılar Mağrib limanlarına saldırılar düzenlediler. Bu dönemde Endülüs’ten kurtulabilen müslümanlar Rabat, Selâ ve Tıtvân limanlarına yerleştiler. Sa‘dîler’in yıkılmasından sonra bölgede Alevî hânedanı kuruldu. Portekiz ve İngilizler tarafından işgal edilen şehirleri kurtarmak isteyen Alevî sultanlarından Mevlâ İsmail ve torunu Muhammed b. Abdullah Mehdiye, Tanca ve Cedîde’yi geri aldılar. Ancak Sebte ve Melile’yi kurtaramadılar. Cezayir ve Tunus’u istilâ ederek bu iki ülkenin Mağrib ve İslâm medeniyetiyle bağlarını koparmaya çalışan Fransa daha sonra Fas’ı himayesine aldığını ilân etti. Böylece 1912 yılı Mart ayında bütün Mağrib ülkeleri resmen işgal edilmiş oldu.

Avrupa ülkeleri, işgallerini sadece liman şehirleriyle sınırlı tutmayıp Mağrib’in tamamını ele geçirmeye koyuldular. Fransa 1830-1962 yılları arasında Cezayir’i, İspanya 1834-1975 arasında Batı Sahrâ’yı sömürgeleştirdi. İtalya 1911’de Libya’yı işgale başladığında Fransa da Moritanya’yı istilâ etti. II. Dünya Savaşı’na kadar İtalyan sömürgesi olan Libya bağımsızlığını kazandığı 1951 yılına kadar İngiliz ve Fransız mandası altında kaldı. Moritanya 1960’ta bağımsızlığını elde etti. 1881’de Tunus’u, 1912’de Fas’ı himayesine aldığını ilân eden Fransa bu ülkelere ancak 1956 yılında bağımsızlık verdi. Sömürge döneminde Mağrib’in her tarafında işgalci Batılılar’a karşı direnişler ve ayaklanmalar meydana geldi. Cezayir’de Abdülkādir el-Cezâirî’nin, Fas’ta Abdülkerîm el-Hattâbî’nin, Libya’da Ömer el-Muhtâr’ın mücadelesi bu ülkelerin kurtuluşu yolunda önemli direniş hareketleridir. XX. yüzyılın ikinci yarısında bağımsızlık yolundaki direnişlere mahallî liderlerin, millî partilerin ve halk kitlelerinin siyasî mücadeleleri eklendi. Fransızlar’ın Fas Sultanı V. Muhammed’i 1953 yılında sürgüne göndermeleri Arap ülkeleri tarafından uluslararası bir sorun haline getirildi. İtalya’nın II. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğraması Libya’nın bağımsızlığını elde etmesini sağladı. Cezayir devrimi (1954) Mağrib ülkelerinin bağımsızlığını kazanma yolunda önemli bir adım oldu.

Bağımsızlığın ardından Tunus ve Fas’ta sömürge öncesi hânedan yapısı korunurken Libya’da Osmanlı sonrası idarî boşluk meydana geldi. Sömürge sürecinde Türk askerleriyle birlikte İtalyan işgaline karşı direnen Senûsî tarikatı şeyhi I. İdrîs adıyla kral ilân edildi. 1957’de Tunus’ta, 1969’da Libya’da tek partili cumhuriyet yönetimleri kuruldu. Fas’ta ise Alevî hânedanı iktidarını sürdürdü. Cezayir’de Fransız sömürgesi sonrası Millî Bağımsızlık Partisi tek partili sistemle uzun müddet ülkeyi idare etti. Son yıllarda çoğulcu bir sisteme geçme denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı. 1960 yılında bağımsızlığa kavuşan ve birçok askerî darbeye mâruz kalan Moritanya’da son yıllarda demokrasiye geçildi. 1980’li yıllarda siyasî, iktisadî ve içtimaî bakımdan birlik çabası gösteren Mağrib ülkeleri bugüne kadar bunu başaramadılar. Bölge ülkelerinin kendilerine mahsus tavırları, iç meseleleri, Fas’ın Batı Sahrâ’yı sınırlarına katması, Cezayir’deki iç kargaşa, Tunus ve Libya’da çoğulcu demokrasiye geçilememesi birliğin önündeki önemli engeller olarak görülmektedir. Ülkeler arasında üst seviyede birlik sağlanamasa da kurumlar arası iş birliği giderek gelişmektedir.

Tunus ve Fas’ta yabancı sermaye teşvik edilerek çeşitli sanayi alanlarında yatırım yapmaları sağlanmıştır. Ekonomik alanda liberal sisteme geçilmiş, ancak bölgenin kalkınmasını sağlayacak bir hamle henüz gerçekleşmemiştir. Gelir düzeyi artan Libya gelişmiş devletler arasında sayılmaktadır. Özellikle Cezayir, Libya ve Tunus’ta petrol üretimi sayesinde ekonomik ve sosyal bakımdan gelişme açıkça görülmektedir. Bölgede dünyanın en zengin fosfat madeni bulunmaktadır. Zengin demir madenine sahip olan Moritanya hariç Mağrib’in geri kalan kısımlarında verimli topraklar bulunmakta olup özellikle Fas son yıllarda Avrupa’ya sebze ve meyve ihraç eden bir ülke haline gelmiştir. Bunlara çeşitli deniz ürünleri ve turizm gelirleri ilâve edilince bölgenin kalkınması için sadece yeni kanunî düzenlemelerin yapılması kalmıştır.

Mağrib’de Fransız sömürgesi döneminde halk kültürü ve sanatı üzerinde araştırmalar yapılarak bunların günümüze aktarılması sağlanmıştır. Bölgede hem Araplar hem de Berberîler’in benimsediği Endülüs ezgileri ve halk dansları yaygındır. Moritanya halk şiirinde hayatın keder ve gamları hâkimdir. Berberî şiirinin zarif, içli ve insan hayatını ve çevresini birer tablo gibi tasvir eden bir özelliği vardır. Plastik sanatlarda başarılar elde edilmektedir. Türkler’in mirası olan halıcılık ve kilimcilik gibi el sanatları gelişmiştir. Eğitim alanında da önemli gelişmeler görülmektedir. Klasik Arap müziğine ve halk müziğine önem veren Mağribliler üzerinde Endülüs mûsikisinin etkisi kendini hâlâ hissettirmektedir. Turizme katkı sağlamak amacıyla eski eserlerin sergilendiği müzeler henüz ihtiyacı karşılayacak düzeyde değildir.


BİBLİYOGRAFYA

İbn Abdülhakem, Fütûḥu İfrîḳıyye ve’l-Endelüs, Cezayir 1948, s. 34-144.

Bekrî, el-Mesâlik (nşr. M. G. de Slane), Paris 1965, s. 90-98.

Dercînî, Ṭabaḳātü’l-meşâʾiḫ bi’l-Maġrib, Kosantîne 1974, I, 40-94.

Abdülvâhid el-Merrâküşî, el-Muʿcib fî telḫîṣi aḫbâri’l-Maġrib (nşr. M. Saîd el-Iryân – Muhammed el-Arabî), Kahire 1368/1949.

İbn İzârî, el-Beyânü’l-muġrib, Beyrut 1950, I, 1-165.

İbn Ebû Zer‘, el-Enîsü’l-muṭrib, Rabat 1973, s. 15-102, 172-261.

Ebû Abdullah ez-Zerkeşî, Târîḫu’d-devleteyni’l-Muvaḥḥidiyye ve’l-Ḥafṣıyye (nşr. M. Mâdûr), Tunus 1386/1966.

Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, Aʿmâlü’l-aʿlâm, Dârülbeyzâ 1964, II, 14-50, 171-179.

İbn Haldûn, el-ʿİber, Beyrut 1959, VI, 349-365; VII, 148-309, 454.

İbnü’l-Kattân el-Merrâküşî, Naẓmü’l-cümân (nşr. Mahmûd Ali Mekkî), Beyrut 1410/1990.

Ebü’l-Kāsım ez-Zeyyânî, et-Tercümânü’l-kübrâ, Rabat 1967, s. 79.

Ch.-A. Julien, Histoire de l’Afrique du Nord: Tunisie-Algérie-Maroc, Paris 1952, I, 135-154; II, 33-75.

G.-H. Bousquet, Les Berbères, Paris 1957, s. 25-26, 40.

H. R. Idris, La Berbérie orientale sous les Zīrīdes Xe-XIIe siècles, Paris 1962.

O. du Guigaudeau, Le passé maghrebin de la Mauritanie, Rabat 1962.

Philip Refle – Ahmed Sâmi Mustafa, Coġrâfiyyetü’l-vaṭani’l-ʿArabî, Kahire 1965, s. 105-183.

İbn Ebû Dînâr, el-Müʾnis fî aḫbâri İfrîḳıyye ve Tûnis (nşr. Muhammed Şemmâm), Tunus 1387/1967, s. 130-179.

Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, Ḫulâṣatü Târîḫi Tûnis, Tunus 1968, s. 16.

D. Paulme, el-Ḥaḍârâtü’l-İfrîḳıyye (trc. Nesîm Nasr), Beyrut 1974, s. 16-17, 19, 22.

İbrâhim Harekât, et-Teʾs̱îrü’l-ʿOs̱mânî fi’l-Maġrib, Tunus 1974, s. 27.

a.mlf., el-Maġrib ʿabre’t-târîḫ, Dârülbeyzâ 1993, I, 71-108, 233-374; II, 66-67, 99-192.

Ahmed Ebû Ayyâşî, Ḥarbü’r-Rîf et-Taḥrîriye, Tance 1974-75.

Tâhâ Bâkır, ʿUṣûr mâ ḳable’t-târîḫ fî Lîbyâ, Beyrut, ts. (Dârü’ş-Şark), s. 9, 32-41.

H. Gueneron, La Libye, Paris 1976, s. 9, 20-38, 52, 70.

Abdurrahman b. Muhammed el-Cîlâlî, Târîḫu’l-Cezâʾiri’l-ʿâm, Cezayir 1982, I, 141-258; II, 16.

Süleyman el-Bârûnî, el-Ezhârü’r-riyâżiyye, Tunus 1986.

eş-Şarḳu’l-evsaṭ, Riyad 13.06.1997.

Journal l’Opinion, Rabat 18.06.1997.

G. Yver, “Magrib”, , VII, 142-143.

“Lîbyâ”, , mülhak I, 173.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 314-318 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
2/2
Müellif: ENGİN BEKSAÇ
MAĞRİB
Müellif: ENGİN BEKSAÇ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2003
Erişim Tarihi: 15.10.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/magrib#2-mimari
ENGİN BEKSAÇ, "MAĞRİB", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/magrib#2-mimari (15.10.2024).
Kopyalama metni

MİMARİ. Mağrib sanatının en önemli faaliyet sahası mimaridir. Mağrib mimarisinin en erken örnekleri ribâtlar olmasına rağmen dinî mimarinin temelini oluşturan ulucamiler gözde eserlerdir. Kayrevan Ulucamii ile Kurtuba Ulucamii plan şeması ve mimari elemanlarıyla Mağrib’de inşa edilen bütün camiler üzerinde etkili olmuştur. Mağrib mimarisinin gelişimini beş dönem halinde incelemek mümkündür.

1. Yarı Bağımsız Emirlikler Dönemi (777-926). Bu devirde sanat faaliyetleriyle ilgili göze çarpan en önemli hânedan Ağlebîler olmuştur. Tunus’ta merkezlerini kuran Ağlebîler’in camileri, geniş iç avlu etrafında gelişen bir plana sahip çok katlı, köşeli minareleri ve ağır başlı mimari tezyinatıyla dikkat çekmektedir. Kayrevan şehrinde yer alan ulucami (Sîdî Ukbe Camii), Mağrib’in ilk valisi Ukbe b. Nâfi‘ tarafından I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olmakla birlikte daha sonra Ağlebîler zamanında son şeklini almıştır. Kayrevan Ulucamii’nde görülen plan ve mimari özellikler hemen hemen diğer Ağlebî camilerinde de uygulanmıştır (bk. SÎDÎ UKBE CAMİİ). 235 (849) yılına tarihlenen Sefâkus (Sfaks) Ulucamii, Zîrî devrinde ve Tunus’taki Osmanlı idaresi zamanında önemli ölçüde tamir ve tâdilâta mâruz kalarak büyük değişiklikler geçirmiştir. Bununla birlikte kıble duvarına dikey nefleri, mihrap önü kubbesi ve aynı eksende avlu yönündeki ikinci kubbesiyle asıl cami hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Örtü sistemi değiştirilmiş olmasına rağmen bu örtü sistemini taşıyan at nalı kemerleri ve özellikle mihrap ekseninde yer alan minaresi Kayrevan Ulucamii’ni hatırlatmaktadır. 850-851 yılına tarihlenen Sûse Ulucamii de aynı özellikleri göstermektedir. Büyük ölçüde tamirat görmüş olmakla birlikte iki kubbesi, dikey nefleri ve diğer mimari hususiyetleri ilk yapı hakkında bilgi vermektedir (bk. SÛSE ULUCAMİİ). Tunus şehrinde bulunan Zeytûne Camii (Tunus Ulucamii), Ağlebî emîrleri Muhammed b. Ahmed ve kardeşi İbrâhim b. Ahmed tarafından 250’de (864) yaptırılmıştır. Orta nefin avluya açıldığı kısımdaki ikinci kubbe ve avlu etrafındaki revaklar 990-995 yılları arasında Zîrî devrinde tamamlanabilmiştir. Daha sonraki dönemlerde de tamir görmüş ve ilâveler yapılmıştır. Ana unsurlarıyla tam bir Ağlebî eseri olma niteliğini taşıyan caminin minaresi farklı bir biçimde, daha çok Fas minarelerini hatırlatan bir özelliktedir (bk. ZEYTÛNE CAMİİ). Kayrevan şehrinde bulunan 252 (866) tarihli Üç Kapılı Cami, Tunus üzerindeki Endülüs tesirleri kadar bu devrin mimari tezyinat anlayışı hakkında da örnek teşkil eden bir yapıdır. Muhammed b. Hayrûn el-Meâfirî adlı bir Endülüslü tarafından inşa ettirilen caminin iç teşkilâtı XV. yüzyıldaki tamirat esnasında değiştirilmişse de binanın giriş cephesi tertip ve tezyinatıyla esas şeklini önemli ölçüde korumuştur. Ağlebî dönemi sivil mimari örnekleri çok harap durumdadır. Günümüze gelebilenler arasında en önemlileri Kayrevan şehri dışında bulunan Rakkāde ile Abbâsiye harabeleridir. Her iki harabe de Ağlebî saraylarının kalıntılarını ihtiva etmektedir. Ağlebîler’in askerî mimari örnekleri içinde en çok dikkat çekenleri şüphesiz ribâtlardır. Ribâtların dinî gaye ile birlikte askerî bir konuma sahip olup kale şeklinde kullanıldıkları bilinmektedir. Tunus ve Libya’daki İslâm mevcudiyetinin ilk zamanlarından itibaren değişik mahallerde çeşitli ribâtlar yapılmıştır. Tripoli, Sefâkus, Manastır, Bizerte ve Sûse’de inşa edilen ribâtlar Ağlebîler tarafından kullanılmıştır. Bunların içinde en iyi durumda günümüze ulaşabilen Sûse’deki ribât, köşelerinde ve her duvar bölümünün ortasında bulunan yarım daire biçiminde kulelerle takviye edilmiş kare planlı bir bina olup dörtgen bir iç avlunun etrafında teşekkül eden iç bölümlerden meydana gelmiştir. Girişi güneydoğu istikametinde olan bina 821 tarihinde tamamlanmıştır (bk. SÛSE RİBÂTI).

2. Mahallî Devletler Dönemi (909-1152). Âbidevî bir görünüm, sade, vakur bir ifade biçiminin mevcut olduğu bu dönem mimarisinin en güzel örneklerini Fâtımîler yaptırmıştır. Daha sonraları Mısır’da inşa edecekleri muhteşem mimari eserlerin habercisi olan Mehdiye Ulucamii 916’da tamamlanmış olup bölgenin en dikkat çekici eserlerinden biridir. Şiî İsmâilî mezhebinden olan Fâtımîler’in, bir bakıma Sünnî Mâlikî Kayrevan’da Ağlebî idaresi esnasında yaptırılan Kayrevan Ulucamii’ne karşı kendi güçlerini ispat etmek için inşa ettirdikleri Mehdiye Ulucamii, Fâtımî imamlarının Kayrevan’ı terkederek yeni başşehirleri Mehdiye’yi kurmalarından sonra yapılmıştır. Ana hatlarıyla Kayrevan Ulucamii’nin plan özelliklerini sürdüren Mehdiye Ulucamii’nin en belirgin özelliği, dışarıya doğru çıkıntı yapan bir zafer takı görüntüsüne sahip cümle kapısı ve bu kapının bulunduğu dış cephenin iki köşesinde yer alan minareleridir. Ağlebî camileri ve diğer Mağrib camilerinin minarelerinden tamamen farklı bir hususiyet gösteren bu minareler, Mısır’da inşa edilen Fâtımî eserlerinde görülmekle beraber Mağrib mimarisinde tekrarlanmamış ve sadece Fâtımî mimarisine dahil bir özellik olarak kalmıştır. Mahallî devletler döneminde yapılan eserlerin önemli bir kısmı büyük saray, kale ve şehir harabeleri şeklinde günümüze ulaşmıştır. Hem dinî hem sivil hem de askerî mimari elemanların bir arada bulunduğu külliyeler halinde teşekkül eden eserlerin harabeleri Fâtımîler ve onların müttefiki olarak Kuzey Afrika’yı yöneten Zîrîler ve Zîrîler’in bir kolu olan Hammâdîler’in sanatı hakkında önemli fikirler vermektedir. Bu harabelerde yapılan arkeolojik çalışmalar sayesinde devrin mimarisi ve hayat tarzına dair değerli bilgiler elde edilmiştir. Fâtımî, Zîrî ve Hammâdî yerleşmeleri arasında hiç şüphesiz en önemli olanlar, Tunus’ta Fâtımîler’den kalan Mehdiye ve Mansûriye şehirleriyle Libya’daki Ecdâbiye harabeleri, Zîrîler’in Asîr Sarayı ve Hammâdîler’in Kal‘atü Benî Hammâd harabeleridir. Asîr sarayı, özellikle Mehdiye Ulucamii cümle kapısının teşkilâtını hatırlatan giriş kapısıyla olduğu kadar giriş kapısıyla aynı eksen üzerinde bulunan ve yatay uzun dikdörtgen bir kabul salonuyla irtibat kurulan, üç tarafı nişli ve üstü kubbeyle örtülü taht odasının teşkilâtıyla hemen dikkat çekmektedir. Dikdörtgen plana sahip olan saray (X. yüzyıl ikinci yarısı), iç avlu etrafında oluşmuş bir merkezî kısım ve bunun iki tarafında bulunan kanatlardan meydana gelmiştir. Kanatlar da kendi içlerinde küçük avlular etrafında şekillenmiştir. Kuzey tarafında bulunan taht odası ana saray bünyesinin dışına taşırılarak dışarıdan belli olacak şekilde inşa edilmiştir. Hammâdîler’in iskân merkezi Kal‘atü Benî Hammâd bir kule, çeşitli saraylar, âbidevî bir mimariye sahip olan cami gibi kısımlardan oluşmuş ağır tahkimatlı küçük bir şehirdir. Bu şehir içinde yer alan Dârülbahr Sarayı revaklı avluları, idarî ve özel hayata ayrılmış kısımları, hamam ve sarnıcıyla bir külliye teşkil etmektedir. Asîr Sarayı’ndan farklı olarak daha mahallî hususiyetler gösteren bu saray ve Kal‘atü Benî Hammâd’ın diğer bölümleri içinde bilhassa camide Mağrib mimarisinin özellikleri hâkim durumdadır. Planıyla tipik bir Mağrib camisi hususiyetini gösteren yapıda 25 m. yükseklikteki minare Fas’la çok yakın bir irtibatın varlığına işaret eder.

3. Murâbıtlar ve Muvahhidler Dönemi (1056-1269). Berberî asıllı bu iki devletin idaresi altında Mağrib sanatı en tipik eserlerini vermiştir. Bu devirde Endülüs’ün de Murâbıtlar’ın idaresine girmesiyle Mağrib hem sanat hem kültür bakımından Endülüs’le tam bir irtibat kurmuştur. Murâbıtlar devrinde (1056-1146) başlayan bu anlayış bazı ufak değişikliklere rağmen büyük ölçüde Muvahhidler (1130-1269) tarafından da kabul edilmiştir. Murâbıt ve Muvahhidler’in sade, vakur tezyinatla göz dolduran ve yalnız mimari unsurlarla sağlanan bir süslemeyle yetinen anlayışları bütün Mağrib mimarisinin temelini oluşturmuştur. Bu mimarinin merkezi de bu devirden itibaren Fas olmuştur. Kaburga kemerli kubbeler, atnalı veya yuvarlak kemerler, mukarnaslı dirsekler ve çok dilimli kemer şekillendirmeleriyle birlikte bitkisel stuko tezyinat, kare planlı yüksek minareler ve heybetli kapılar bu devir mimarisi için belirleyici unsurlardır. Özellikle devâsâ ölçülerdeki minareler Mağrib mimarisi için karakteristik bir biçim almıştır. Endülüs mimarisi ve bilhassa Kurtuba Ulucamii’nden derin tesirler alan Murâbıt ve Muvahhid mimarisi Kayrevan Ulucamii’nde ortaya çıkan planla da irtibatını koparmamıştır. Murâbıt mimarisinin en önemli camilerinden olan Tilimsân Ulucamii’nin inşasına şehrin kurucusu Yûsuf b. Tâşfîn tarafından 475’te (1082) başlanmış ve cami, Ali b. Yûsuf’un 530 (1136) yılında yaptırdığı ilâvelerle ana görünümünü almıştır. XIII. yüzyılda avlu ve minare eklenmiştir. Plan itibariyle Kurtuba Ulucamii II. Hakem bölümünü hatırlatan cami, mihrap istikametine dik uzayan neflere sahip olup ortadaki nefin mihrap önünde ve avlu istikametinde iki kubbesi bulunmaktadır. Kaburga kemerli kubbeler çift kubbe şeklinde yapılmış ve dış kubbe pencereli olarak inşa edilmiştir. İç kubbe zengin bir stuko tezyinata sahip olup mihrap önündeki maksûre kısmının etkisini arttırmaktadır. Kubbeler dışında kalan bölümlerde çatı geniş orta nefte at nalı ve yanlarda yuvarlak kemerler tarafından taşınan oymalı dirsekler üzerinde yükselen kirişlere oturmaktadır. Minaresi XIII. yüzyıldan kalma olan caminin avlusu daha eski örneklere göre küçük olup üç dört nefli revaklarla çevrilidir. Bu tipin başka bir örneği olan Cezayir Ulucamii 1096’da tamamlanmıştır. Mihrap istikametine dik olarak uzayan nefli camide kubbe bulunmamaktadır. Diğer bir Murâbıt devri eseri olan Fas’taki Karaviyyîn Camii, Fas’ın olduğu kadar bütün Mağrib’in en güzide eserlerinden biri olup dinî ilimlerin tahsil edildiği bir medrese olması bakımından önemlidir (bk. KARAVİYYÎN CAMİİ). Bir çeşme olarak yapıldığı düşünülen Merakeş’teki Kubbetü’l-Berûdiyyîn’in, Ali b. Yûsuf tarafından 514’te (1120) inşa ettirilen Merakeş Cuma Camii ile irtibatı bulunan bir bina olması mümkündür. Dikdörtgen planlı ve kubbeli bu küçük yapı kubbesinin teşkilâtı, mimari unsurların kullanılışı ve tezyinata dönük hususiyetleriyle Murâbıt mimarisi için değerli bir örnek teşkil etmektedir. Cami bugün mevcut değildir. Murâbıt devri askerî mimarisi için XI. yüzyıla tarihlenen Fas civarındaki Amargu Kalesi ile Endülüs’te Mürsiye’deki (Murcia) Monteagudo Şatosu’nu zikretmek mümkündür.

Muvahhidler’in sadeliğe önem veren anlayışlarını en iyi biçimde aksettiren Tinmel Ulucamii 1153-1154’te Abdülmü’min el-Kûmî tarafından tamamlanmıştır. Kayrevan ve Mehdiye ulucamilerini hatırlatan özellikler gösteren yapı, mihrap duvarına paralel bir nefle buna dikey olarak uzayan dokuz neften oluşan bir plana sahiptir. Bunlardan ortadaki ve iki yan uçtaki nefler diğerlerinden daha geniş olup kıble yönünde yatay nefle kesişmektedir. Neflerin kesiştiği bu kısımlarda mukarnaslı tonozlar görülmektedir. Harap durumda olan caminin diğer kısımlarındaki örtü sistemi yıkılmıştır. Girişleri yanlarda olan caminin dörtgen planlı minaresi değişik bir konumda olup mihrabın tam üstünde bulunmaktadır. Endülüs özellikleri gösteren mihrap sekiz kenarlı ve kemeri at nalı biçimindedir. Avluda yalnızca iki yanda iki sıralı revaklar yer almaktadır. Muvahhid mimarisinin en meşhur eseri Merakeş’teki Kütübiyye Camii ve bu caminin minaresidir. Muvahhid Halifesi Abdülmü’min el-Kûmî tarafından 552 (1157) ve 553 (1158) yıllarında yaptırılan iki bitişik camiden kuzeydeki ortadan kalkmış, güneydeki günümüze ulaşmıştır (bk. KÜTÜBİYYE CAMİİ). 567-572 (1171-1176) yılları arasında Ebû Ya‘kūb Yûsuf b. Abdülmü’min tarafından yaptırılan İşbîliye Ulucamii ve daha sonra Ebû Yûsuf el-Mansûr devrinde tamamlanan minaresi Melviye (Giralda) Muvahhid sanatının en güzel örneklerinden olmakla beraber Endülüs sanatı içinde kalmaktadır. İslâm âleminin en büyük camilerinden biri olarak planlanan, fakat tamamlanamadan kalan Rabat’taki Hassân Camii Muvahhidler’in mimari anlayışı hakkında önemli fikir veren bir eserdir. Ebû Yûsuf el-Mansûr’un 587 (1191) yılında yapımını başlattığı cami 595’te (1199) onun ölümüyle yarım kalmıştır. 139 × 183 m. ölçülerindeki bir sahayı kaplayan camide mihrap duvarına paralel neflerin sayısı üçe çıkarılmış olup yirmi bir dikey nef bu bölüme doğru uzanmaktadır. Ortadaki nef diğerlerinden daha geniştir ve üç yatay nefi keserek mihrap önüne kadar devam etmektedir. Yapıda ibadet mekânının içinde mihraba dik yerleştirilmiş olan yan avlular Mağrib ve İslâm mimarisi için çok değişik bir durum göstermektedir. Dikdörtgen avlunun ucunda mihrapla aynı eksen üzerinde bulunan ve Burcu Hassân diye anılan minare 60 m. yüksekliğiyle tamamlanamadan kalmış olmasına rağmen dikkati çekmektedir. Yine Ebû Yûsuf el-Mansûr tarafından Merakeş’teki Kasba Camii 585-591 (1189-1195) yıllarında inşa ettirilmiştir. Caminin ibadet mekânı, mihraba dik on bir nefle bunları mihrap yönünde kesen yatay bir nefe sahiptir. Yatay nefte maksûre kubbesiyle bunun solunda yer alan ikinci bir kubbe daha vardır. Avlunun ibadet mekânının karşısına gelen revakında mihrapla aynı eksende yer alan bir birimin üzeri de kubbeyle örtülüdür. Muvahhidler devrinde Mağrib mimarisi için önem arzeden örneklerinin başında XII. yüzyılın sonlarına tarihlenen Rabat şehrinin surları ve kapıları gelmektedir. Bâbü’l-Udâye kabartma tezyinatı ve değişik görünümüyle göz alıcı bir eserdir. Rabat’taki Bâbü’r-Ruvâh ve Merakeş’teki Bâb Agnav iki kuleyle müdafaa edilen ve içinde karmaşık bir planı olan müstahkem kapılar olup özellikle kabartma ve mimari unsurlarla meydana getirilmiş tezyinatlarıyla tanınmıştır.

4. Merînîler Dönemi (1196-1465). Bu dönemde daha önceki devrin büyük ve sade binalarından farklı olarak küçük ölçülerde eserler yapılmış olmasına rağmen çok zengin bir tezyinat benimsenmiştir. Tilimsân yakınlarında Mansûre’de Ebû Ya‘kūb Yûsuf tarafından 702 (1303) yılında inşasına başlanan ve ancak otuz yıl sonra tamamlanabilen Mansûre Camii hiç şüphesiz en önemli Merînî camilerinden biridir. Harap durumda olan yapı, mihrap duvarına paralel üç yatay nef ve bu neflere dikey olarak uzanan on üç dik nefli plana sahiptir. Mihrabın önünde üçer nefin kesiştiği alanda kare bir maksûre vardır. Mihrab ekseni üzerinde 40 m. yükseklikteki minare altında yer alan cümle kapısı ile dikkat çekicidir. Minare üstünde Merînî mimarisi için alışılmış olan zengin çini tezyinatın izlerini gösteren çini parçaları bulunmaktadır. Merînî cami mimarisi için dikkat çekici bir diğer örnek olan Tilimsân yakınlarındaki, Ebü’l-Hasan el-Merînî tarafından inşa edilen Sîdî Bû Medyen Camii (Ubbâd), Sîdî Bû Medyen Türbesi’yle irtibatı bulunan bir eserdir. 739 (1339) tarihli cami mukarnaslı kubbesi, zengin stuko ve çini tezyinatıyla göz doldurmaktadır. Merînî mimarisinin özelliği olan zengin tezyinatın en üst seviyeye çıktığı eserler medreselerdir. Fas’ta çok sayıdaki Merînî medreseleri arasında özellikle ikisi çok meşhurdur. 723-725 (1323-1325) yıllarında Ebû Saîd Osman’ın yaptırdığı Attârîn Medresesi, içindeki mescidi ve revaklı avlusuyla Mağrib medreselerinin en güzel örneklerinden olup ihtişamlı tezyinatı, oyma ahşap çatısı ve bronz kapı kanatlarıyla eşsizdir. Merînî mimarisinin olduğu kadar Mağrib mimarisinin de baş eserlerinden olan Bû İnâniyye Medresesi de en güzel örneklerdendir. 751-756 (1350-1355) yıllarında Ebû İnân el-Merînî tarafından inşa ettirilen medrese geniş bir avlu etrafında teşekkül etmiş bir plana sahiptir. Kıble tarafında bulunan mescid beş kemerle kıble duvarına paralel iki nefe ayrılmıştır. Önünden geçen bir su kanalı ile mescid avlunun bütünlüğüne çok değişik bir biçimde katılmaktadır. Su kanalı ve havuzuyla tam bir Endülüs havası taşıyan mermer kaplamalı avlunun yanlarında oymalı paravanlar ve kapılarla gizlenmiş öğrenci odaları, yan kısımların ortasında sağ ve solda olmak üzere iki dershane mevcuttur. Bu dershanelerin üstü kaburga kemerli ahşap kubbelerle örtülüdür. Çini, stuko, mermer ve ahşap malzemeyle yapılan, mukarnaslı ve değişik kabartma desenlerin hâkim olduğu medrese aynı zamanda cuma camii olarak da kullanılmak üzere inşa edilmiştir. Günümüze çok sayıda örneği gelen Merînî türbelerinden en önemli ve değişik olanı hükümdarların türbelerini ihtiva eden Şellâh Külliyesi’dir. Ebû Ya‘kūb Yûsuf’un vefatının ardından 710’da (1310) yapımına başlanan külliye, Ebü’l-Hasan el-Mansûr-Billâh tarafından 739 (1338-39) yılında tamamlanmıştır. İslâm mimarisi içinde bu tür türbe teşkilâtlarının en değişik örneklerinden biri olan eser bir zâviye, iki cami, minareler ve defin için ayrılmış değişik bölümlerden meydana gelmiş olup hariçten ağır bir askerî tahkimata sahip duvarlarla çevrelenmiştir. Külliyenin dışarıyla irtibatını sağlayan kapı da Mağrib askerî mimarisinin özelliklerini taşımaktadır ve heybetli iki yuvarlak kule arasında yer alan sivri kemerli bir giriş olarak yapılmıştır. Merînî askerî mimarisi için fikir verebilecek olan bu külliyeden başka en güzel örnek olarak Fas’taki Bâbü’l-Mahzen’i zikretmek mümkündür.

5. XVI. Yüzyıl ve Sonrası. XVI. yüzyıl başlarından itibaren Mağrib İslâm sanatı iki bölgeye ayrılmıştır. Bunlardan biri, 1511’den itibaren 1830 yıllarına kadar Osmanlı idaresi altında kalan Libya, Tunus ve Cezayir’deki mahallî anlayışla Osmanlı anlayışının teması neticesinde ortaya çıkan sanat çevresidir. Diğeri ise bu çevrenin dışında daha batıda kalan ve Endülüs etkileriyle kendi geleneksel anlayışını devam ettiren Fas’tır. Fas’ta yapılan bazı eserler bu devrin temsilcisi olarak gösterilebilir. Fas, XVI. yüzyıldan başlayarak önce Sa‘dî şerifleri ve ardından Filâlîler (Aleviyye) hânedanı tarafından yönetilmiştir. Sa‘dî şerifleri devri mimari faaliyeti içinde en dikkat çekenlerden biri, Karaviyyîn Camii avlusuna eklenen ve Benî Ahmer devri Endülüs sanatının takipçisi olan iki köşk ve kanallarla bağlı havuz teşkilâtıdır. Bunun dışında, 972 (1564-65) yılında Mevlây Abdullah’ın Merakeş’teki Bin Yûsuf Medresesi’nde gerçekleştirdiği tâdilât ve tamirat önemlidir. Bu esnada yapılan oyma stuko ve çini mozaik süslemeler Merînî anlayışı ile Endülüs sanat üslûbunu takip etmektedir. Aynı anlayışı gösteren tezyinatıyla göz dolduran Sa‘dîler Türbesi (Darîhu’s-Sa‘diyyîn) Sa‘dî şerifleri devrinin en önemli eserlerinden biri olup Merakeş’te bulunmaktadır ve 986 (1578) tarihli Muhammed eş-Şeyh ile Ahmed el-Mansûr tarafından yaptırılan türbeden gelişen bir külliyedir. On iki sütunlu türbe mekânı ve ona bağlı mescidden meydana gelen ikinci bölüm 1012 (1603) yılında tamamlanmış olup zengin ahşap, çini ve stuko tezyinatıyla göz doldurmaktadır.

Aleviyye hânedanı sanatı için fikir verebilecek mimari eserlerin başında Mevlây İsmâil’in başşehri Miknâs’ta bulunan yapılar gelmektedir. Ağır bir askerî tahkimata sahip üç kat surla çevrili şehrin kapıları ve içinde bulunan saray önemlidir. Şehir dahilinde ayrıca bir cami ve Mevlây İsmâil’in türbesi mevcut olup şehir depoları, ahırları, garnizon mahalleri, hapishaneleri ve geniş bahçeleriyle bir bütün teşkil etmektedir. Camide çini ve stuko tezyinat dikkat çekicidir. Şehir, XVII. yüzyılın sonundan XVIII. yüzyılın başlarına kadar devam eden bir sürede meydana gelmiştir.

Osmanlı idaresi altında gelişen Mağrib eserleri arasında, 1613-1631 yıllarında Hammûde Paşa tarafından yaptırılan Kayrevan’daki Sîdî Sâhib Türbesi’yle Tunus’taki 1655 tarihli Hammûde Paşa Camii ve Türbesi dikkat çekicidir. Cami harimi mihraba dik yedi nefli olup bunlar mihrap önünde yatay bir nefle kesilmiştir. Türbe kare planlı ve sivri çatılıdır (bk. HAMMÛDE PAŞA CAMİİ ve TÜRBESİ). Tunus’ta Osmanlı devri eserleri arasında önemli bir yeri olan diğer bir yapı da 1086 (1675) tarihli Sîdî Mahrez Camii’dir (bk. SÎDÎ MAHREZ CAMİİ). Cezayir’de bulunan Dalyan Camii mahallî anlayışla Osmanlı sanatının bir arada bulunduğu önemli eserlerdendir. Mihrap istikametine dikey uzanan üç bölümden meydana gelen caminin mihrap önündeki bölümden önceki orta kısmının üstünü Osmanlı tipi bir kubbe örtmektedir. Caminin minaresi tamamen mahallî görünüştedir.

Mimari Tezyinat ve Küçük El Sanatları. Mağrib mimarisinin tezyinat anlayışı, mahallî anlayışın Tunus üzerinden Abbâsî mimarisinin tezyinatıyla ve Endülüs mimarisinin kendi tezyinî anlayışından tesir aldığı bir çevrede meydana gelmiştir. Mağrib mimarisinin tercih ettiği tezyinî unsurlar için kullanılan malzeme genellikle stuko ve taş oymalardır. Bunların ardından ahşap malzemenin boyalı ve kakmalı oymalarla kullanıldığı görülmektedir. Diğer bir tezyinî malzeme olarak çiniler erken devirde daha sınırlı biçimde kullanılırken ikinci devirde büyük bir önem ve yaygınlık kazanmış, Mağrib mimarisinin stukoyla birlikte en çok kullanılan tezyinî malzemesi haline gelmiştir. Mağrib mimari geleneğini sürdüren çevrelerde bugün dahi çini önemini korumaktadır. Mimari tezyinatı iki devrede ele almak mümkündür: Merînî devrine kadar geçen süre (VIII-XIII. yüzyıllar), Merînîler devri ve onları takip eden dönem (XIII. yüzyıldan sonra). İlk devrin en önemli temsilcilerinden olan Ağlebî mimarisi genel olarak sade ve süssüz ihtişamlı dış cepheler, mihrap, minber ve maksûre kısmında ağırlık taşıyan taş, stuko, çini, ahşap oyma ve kabartma tezyinatıyla dikkat çeken eserlerle temsil edilmektedir. Ayrıca at nalı biçimi ve çok dilimli kemerlerin kullanımıyla mimari tezyinat zenginleştirilmiştir. Ağlebî mimarisinin de kabul ettiği sade dış cepheler ve bina içinde mihrabın önemini belirtmek için bu kesimde tezyinatın ağırlık taşıması bütün Mağrib mimarisinin tercih ettiği bir husus olmuştur. Bu durum Fâtımî, Zîrî ve Hammâdî anlayışında da kendini göstermiş olup sade, vakur dış cephelerde dikine uzayan at nalı veya yuvarlak kemerli nişlerin kullanımıyla dikkat çeken yeni bir anlayış doğmuştur. Fâtımîler ve müttefiklerinin mimari anlayışına hâkim olan en dikkat çekici husus zafer takı biçiminde cümle kapılarında kendini göstermiştir. Mağrib mimari anlayışının sadeliğe önem veren tavrı Murâbıtlar ve Muvahhidler devrinde en üst seviyesine çıkmıştır. Murâbıt mimarisi için daha zengin olan tezyinî hususiyetler, Muvahhidler’in “geniş tezyinat” (geniş stil) olarak adlandırılan geniş mimari elemanların kullanılmasıyla sağlanan süslemesiyle yer değiştirmiştir. Murâbıt mimarisinde lüks stuko tezyinat maksûre kubbelerinde kaburga tonozlarla birlikte yer alırken Endülüs’ten alındığı belli olan mukarnaslı kubbeler de mimariye girmiştir. Bunun dışında, at nalı veya sivri uçlu kemerlerin yuvarlak kemerlerle birlikte kullanıldığı binaların dış cephelerinde aynı tip kemerlerin tezyinî olarak kullanımı yaygınlaşmış, bu tip kemerlere sahip pencereler ve nişler görülmeye başlanmıştır. Mimari elemanların tezyinî hususiyet kazanarak binaların bütün süslemesine temel teşkil etmesi özellikle Muvahhidler tarafından teşvik edilmiş ve dış cephelerde kapılar ve pencerelerin etrafında olduğu gibi devâsâ minarelerin cephelerinde de kendini göstermiştir.

Mağrib mimarisinin tezyinî bakımdan ikinci dönemi Merînîler’le başlamıştır. Tamamen Endülüs’ün muhteşem tezyinî malzemeleri ve bu malzemelere biçim veren anlayışına açılan Merînî eserleri mukarnaslı ve kaburga tonozlu kubbelerden başka avlu cepheleri, oda içleri ve diğer mimari bölümlere yayılan stuko ve çini tezyinatıyla göz alıcı bir hususiyet kazanırken ahşap oyma örtü sistemlerindeki zengin boya, kakma ve madenî kaplama unsurlar da çoğalmıştır. Mukarnasın tezyinî eleman olarak hâkim bir unsur olduğu bu dönemde oyma stukolar ve sırlı mozaik çiniler gösterişli mekân teşekkülüne sebep olmuştur. Bu zenginlik ve lüksün tezyinata hâkim olduğu anlayış Sa‘dî şerifleri ve Aleviyye devirlerinde de mevcut olup halen varlığını devam ettirmektedir. Fas merkezli bu sanat muhitleri dışında kalan Osmanlı idaresindeki bölgelerde de çok renkli tezyinî unsurlara duyulan alâka kendini göstermiş olup özellikle renkli mermer ve çinilerin kullanıldığı eserlerle temsil edilen bir tezyinat hâkimiyetini sürdürmüştür.

Mağrib’de el sanatları sahasında önemli bir faaliyet ve aynı zamanda önemli bir alâka mevcuttur. Fas’ta görüldüğü gibi şehirlerde yaşayanlarla bedevî hayat süren kabilelerin el sanatları kendine has nitelikler taşımaktadır. Bu durum bütün Mağrib el sanatları için geçerlidir. Tarih boyunca Mağrib el sanatları bu medenî ve bedevî cemaatlerin arz ve taleplerine cevap verecek bir temayüle sahip olmuştur. Mahallî Berberî ruhunun hâkim olduğu bedevî eserleriyle Endülüs sanatının derin etkilerini taşıyan şehirli sanatkârların yaptığı eserler bu farklı temayülleri çok güzel yansıtmaktadır. Özellikle Fas’ta çinicilik önemli bir faaliyet alanı bulmuştur. Endülüs’teki atölyelerde geliştirilen çinicilik daha sonra Fas’ı etkilemiştir. Yeşil rengin genel olarak hâkim olduğu çok renkli mozaik ve karo çinilerle süslü binalar bu çevrenin alışılmış geleneksel ruhunu aksettirir. Çiniciliğe bağlı olarak gelişen seramik ve çömlekçilik önemli ölçüde Endülüs’le irtibatlı olup Suriye, Irak, İran ve Mısır’da yapılmış olanlardan da etkiler almış bulunmaktadır. Fakat mahallî anlayış bütün tesirleri birleştiren en önemli âmil olarak mevcudiyetini göstermektedir. Beyaz, mavi, yeşil ve kahverengi gibi renklerin hâkim olduğu seramik eserlerin en tanınmışları beyaz üzerine mavi renkte yapılmış olup geometrik ve bitkisel desenlerle yazı, işaret ve şekillerin bulunduğu örneklerdir. Dokumalar, halılar ve kilimlerle birlikte tanınmış sanat kollarından biri de sepetçilik olmuştur. Madenî el sanatları içinde bilhassa kuyumculuk çok gelişmiştir. Ahşap oymacılık ve mobilyacılığın da önem taşıdığı Mağrib el sanatlarının en meşhurlarından biri de dericilik olup özellikle kunduracılığıyla Fas büyük bir övgü kazanmıştır. Mağrib sanat ve kültür mirasının bugünkü sahipleri olan Fas, Cezayir, Tunus ve Libya, bağımsız devletler olarak sanat miraslarıyla irtibatlarını sürdürmelerine rağmen dış dünyaya açık canlı bir sanat faaliyetini desteklemektedir.


BİBLİYOGRAFYA

W. Marçais – G. Marçais, Les monuments arabes de Tlemcen, Paris 1902.

J. de la Nezière, Monuments mauresques du Maroc, Paris 1924.

H. Terrasse, Art hispano-mauresque, Paris 1932.

a.mlf., “La reviviscene de l’acanthe dans l’art hispano-mauresque sous les almoravides”, al-Andalus, XXVI/2, Madrid 1961, s. 426-435.

H. Basset – H. Terrasse, Sanctuaires et forteresses almohades, Paris 1932.

L. Torres Balbás, Arte Almohade - Arte Nazarí - Arte mudéjar, Madrid 1949, tür.yer.

a.mlf., “Nuevas perspectivas sobre el arte de al-Andalus bajo el dominio de los almorávides”, al-Andalus, XVII/2, Madrid 1952, s. 411-424.

G. Marçais, L’architecture musulmane d’occident: Tunisie, Algérie, Maroc, Espagne, Sicilie, Paris 1955.

a.mlf., Architecture de l’Ifraqiye, Paris 1966.

J. D. Hoag, Western Islamic Architecture, New York 1963.

M. Sijelmassi, Les arts traditionnelles au Maroc, Paris 1974.

D. T. Rice, Islamic Art, London 1975, tür.yer.

D. Hill, Islamic Architecture in North Africa, London 1976, s. 40-69, 91-134.

A. Hutt, Islamic Architecture: North Africa, London 1977.

Architecture of the Islamic World (ed. G. Michell), London 1984, tür.yer.

O. Grabar, İslam Sanatının Oluşumu (trc. Nuran Yavuz), İstanbul 1988, tür.yer.

M. Muhammed Kahlâvî, Mesâcidü’l-Maġrib ve’l-Endelüs fî ʿaṣri’l-Muvaḥḥidîn, Kahire, ts.

Maurice S. Dimand, “Studies in Islamic Ornament: I. Some Aspects of Omaiyad and Early ‘Abbāsid Ornament”, , sy. 4 (1937), s. 293-337.

E. Lambert, “L’art de l’Islam occidental”, Annales de l’universite de Paris, XXIII, Paris 1953, s. 383-393.

J. M. Bloom, “The Origins of Fatimid Art”, Muqarnas, III, Leiden 1985, s. 20-38.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 318-322 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER