II. TARİH
II. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizler, 1920’de kurdukları manda yönetimiyle Filistin’de başarılı olamadıklarını, bu toprakların geleceği yönünde önerdikleri planların sonuç vermediğini ve yahudi terörünün artık kendilerini de hedef almaya başladığını görmeleri üzerine konuyu Birleşmiş Milletler’e götürdüler (Şubat 1947). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 2 Nisan 1947’de Filistin için, hükümetsiz olmalarına rağmen yahudilere de söz hakkı tanınan özel bir oturum yapıldı. Ardından 15 Mayıs 1947 tarihinde 106 sayılı kararla Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi kuruldu. On bir üyeli komite (Avustralya, Kanada, Çekoslovakya, Guatemala, Hindistan, İran, Hollanda, Peru, İsveç, Uruguay, Yugoslavya) incelemeler sonunda biri çoğunluk (yedi üyenin benimsediği), diğeri azınlık (üç ülke) adıyla anılan iki ayrı rapor hazırladı (Avustralya her ikisine de çekimser kaldı). Azınlık raporu (Hindistan, İran, Yugoslavya) azınlık haklarının gözetildiği birleşik ve bağımsız bir Filistin’i, çoğunluk raporu ise iki ayrı devleti ve Kudüs için milletlerarası bir rejimi öngörüyordu. Raporların farklı yönleri bir alt komitede giderilerek Filistin’in Araplar ve yahudiler arasında taksim edilmesi görüşü benimsendi. Hazırlanan rapor 29 Kasım 1947’de genel kurulda on üçe karşı otuz üç oyla kabul edildi ve böylece meşhur “taksim kararı” alınmış oldu. Filistin’in Gelecekteki Yönetimi adını taşıyan 181 (II) sayılı bu karar, tavsiye niteliği taşımakla birlikte müstakbel İsrail Devleti için meşruiyet zemini oluşturmuş ve bu sebeple İngiliz manda idaresi döneminde kurulan ve bir kamu kurumu olarak yahudileri temsil eden siyonist örgüt Yahudi Ajansı tarafından desteklenirken Arap ülkelerince reddedilmiştir. Kararın çıkmasından sonra İngiltere 15 Mayıs 1948’de manda yönetimine son vereceğini açıkladı (1 Ocak 1948). Bunun üzerine siyonist terör örgütleri (Irgun, Stern), kararda yahudilere ayrılan toprakları ve mümkün olduğu kadar daha fazlasını belirlenen gün gelmeden ele geçirmek için harekete geçtiler ve özellikle Nisan 1948’de iyice şiddetlenen çatışmalarda Arap halkını yok etmeye yöneldiler. Deir Yassin katliamında (9 Nisan 1948) çoğu kadın ve çocuk 254 kişi öldürüldü. 14 Mayıs’a kadar siyonistler Taberiye, Safed, Samakh, Hayfa ve Yafa’ya hâkim oldular. İngiltere’nin Filistin’den çekilmesinden birkaç saat önce Tel Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi (Vaad Leumi) yayımladığı deklarasyonla İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığın ilânından on bir dakika, Sovyetler Birliği de bir gün sonra İsrail’i tanıdıklarını açıkladılar. Bağımsızlıkla birlikte David Ben Gurion başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu.
İsrail Devleti’nin kuruluşu Araplar tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve hemen ertesi gün Arap Birliği’ne bağlı Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan kuvvetlerinin Filistin’e girmesiyle ilk Arap-İsrail savaşı başladı ve önemli askerî başarılar elde eden İsrail, egemenliğindeki toprak miktarını genişletti. Bu arada Birleşmiş Milletler’in kurduğu bir mütareke komisyonu aracılığıyla Kudüs’te Arap ve yahudi kesimlerini ayıran bir sınır antlaşması yapıldı (20 Temmuz 1948). Mısır’ın Birleşmiş Milletler’in ateşkes çağrısını kabul etmesiyle duran çatışmaların arkasından İsrail savaşa katılan Arap ülkeleriyle ayrı ayrı görüşmeler yaparak Mısır’la 24 Şubat, Lübnan’la 23 Mart, Ürdün’le 3 Nisan ve Suriye ile 20 Temmuz 1949 tarihlerinde mütareke antlaşmaları imzaladı. Savaştan büyük kazançla çıkan İsrail, taksim kararının yahudilere bıraktığı toprakları en az yarısı kadar genişletmiş oldu. Diğer taraftan kararda Filistinli Araplar’a bırakılan Batı Şeria’yı Ürdün, Gazze’yi de Mısır işgal etti; ayrıca Kudüs 1967 savaşına kadar Ürdün’de kaldı.
İsrail’de yapılan ilk genel seçimler (25 Ocak 1949) sonunda Mapai (İşçi Partisi) lideri David Ben Gurion dinci küçük partilerle koalisyon hükümeti kurarken devlet başkanlığına siyonist liderlerden Chaim Weizmann seçildi (16 Şubat 1949). Ülke 11 Mayıs 1949’da Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin olumlu oylarıyla Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edildi. Temmuz 1950’de çıkarılan dönüş kanununa göre dünyanın çeşitli yerlerinden İsrail’e göç eden yahudilerin sebep olduğu ekonomik ve siyasal problemler İsrail yöneticilerini zor durumda bıraktı. Hızlı nüfus artışının beraberinde getirdiği problemlerin yanında Filistinliler’le sürekli çatışma halinde olunması ve dış güvenlikten mahrum bulunulması askerî harcamaların artmasına yol açtı; yaşanan ekonomik sıkıntılar Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerde bulunan siyonist teşkilâtı şubelerinden sağlanan yardımlarla aşılabildi.
İsrail’in 1949 yılında komşu Arap ülkeleriyle mütareke antlaşmaları imzalamasına rağmen sınır bölgelerindeki çarpışmalar hemen hiç kesilmedi. Yahudilerin izlediği yıldırma politikası sonucu komşu ülkelere sığınan binlerce Filistinli’nin yanında Arap kamuoyunun ve liderlerinin de milletlerarası kuruluşların ve büyük devletlerin desteğiyle ortaya çıkmış olan İsrail Devleti’ne tahammül edememesi sürtüşmeleri sürekli hale getirmiştir. Mart 1951’de Suriye-İsrail sınırında başlayan silâhlı çatışma Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin müdahalesiyle son bulduysa da (15 Mayıs) İsrail’in Şeria nehri üzerinde bir hidroelektrik santral kurmaya kalkması üzerine 12 Eylül 1953’te Ürdün’ün de katılmasıyla yeniden patlak verdi ve İsrail 1 Ekim’de bu projeyi durdurmak zorunda kaldı. 1954 yılında Ürdün-İsrail sınırında başlayan çarpışmalar da 1955’te İsrail-Mısır sınırına sıçradı ve Mısır’ın Tiran Boğazı’nı Akabe körfezine gidecek gemilere kapatması (11 Eylül) gerginliği arttırdı. Bu sırada Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ın izlediği Arap milliyetçiliği politikası, Çekoslovakya’dan silâh alması ve Asvan Barajı’nın finansmanı için Süveyş Kanalı’nı millîleştirmesi Mısır-Batı ülkeleri ilişkilerinde ciddi krize dönüşürken İsrail ile Fransa ve İngiltere arasındaki ilişkilerin gelişmesine yol açtı. Kanal sorunuyla ilgili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine İsrail İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a saldırma kararı aldı (23 Ekim 1956). İsrail birlikleri 29 Ekim’de Sînâ’ya girdiler ve birkaç gün içerisinde bir koldan Süveyş Kanalı’na ulaşırken bir koldan da Gazze, Tiran ve Şarmeşşeyh’i ele geçirdiler; İngilizler’le Fransızlar da 5 Kasım’da kanala çıkarma yaptılar. Fakat Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve dünya kamuoyunun bu duruma çok sert tepki göstermesi üzerine istilâcılar tamamen geri çekilmek zorunda kaldılar. Amerika Birleşik Devletleri, saldırının kendisine haber verilmeden gerçekleştirilmesi sebebiyle İsrail’e silâh sevkiyatını durdurduysa da savaştan sonra ilişkiler düzeldi. Arap kamuoyunu kazanmaya yönelik olan Amerika’nın tepkisi, Eisenhower doktriniyle (5 Ocak 1957) Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın yerini almaya başladı.
Arap dünyasıyla İsrail’i üçüncü defa karşı karşıya getiren 1967 savaşının öncesinde İsrail’i meşgul eden en önemli konu, Filistin sorununun ancak kendi mücadeleleriyle çözümlenebileceğine inanan Filistinliler’in 1955’ten itibaren teşkilâtlanmaya başlamış olmalarıydı. el-Fetih’in İsrail hedeflerine planlı saldırıları başlamış ve 1962’den sonra giderek artış göstermişti. 1964’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1967’de el-Fetih’in kontrolüne geçmesi ise çok ciddi bir gelişmeydi. 1965’te Ürdün topraklarından İsrail’e yöneltilen hücumlar artarken 1966’da saldırılar İsrail-Suriye sınırında yoğunlaştı. Mayıs 1967’de İsrail ile Suriye ve Mısır’ın ilişkileri giderek gerginleşti. Bu ülkeler sınıra asker yığarken Ürdün de olağan üstü tedbirler aldı. 1956 savaşının kumandanı Moşe Dayan Savunma bakanı yapılarak geniş yetkilerle donatıldı. İsrail’in 5 Haziran 1967 günü Mısır havaalanlarına saldırıp 280 uçağı yerde imha etmesiyle Altı Gün Savaşı da denilen 1967 savaşı başladı. Aynı gün Ürdün ve Suriye’ye de saldıran İsrail yine Arap kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Bu üçüncü savaşta İsrail Sînâ yarımadası, Golan tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgal ederek topraklarını üç kat arttırdı. Savaş Araplar için tam bir hezimet, İsrail için ise büyük bir zafer oldu ve İsrail-Arap ilişkilerinde yeni bir safha başladı. O güne kadar Araplar için temel hedef İsrail’i ortadan kaldırmak iken artık İsrail’in işgal ettiği yerleri geri almak başlıca amaç haline geldi. Başbakan L. Eshkol, savaş öncesindeki duruma hiçbir zaman dönülmeyeceğini açıkça söylemekteydi. 1967 savaşında ele geçirdiği topraklarla İsrail manda dönemindeki Filistin’e tamamen sahip olmuş, yani Birleşmiş Milletler’in Filistinli Araplar’a bıraktığı toprakların hepsini hâkimiyeti altına almış bulunuyordu. Birleşmiş Milletler’in çabalarıyla 10 Haziran 1967’de duran savaş, bu savaşın ortaya çıkardığı Filistinli mülteciler ve Kudüs meseleleri Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun olağan üstü toplantısında (27 Haziran - 21 Temmuz) görüşüldüyse de herhangi bir karara varılamadı ve konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne havale edildi. Güvenlik Konseyi, 22 Kasım 1967’de İsrail’in ele geçirdiği bütün topraklardan çekilmesine dair karar aldı. Fakat sorunun çözümüne bu kararın bir katkısı olmadı; çünkü Araplar önce İsrail’in çekilmesini savunurken İsrail önce barış yapılması ve devletlerinin resmen tanınması hususlarında direndi. Suriye ve Mısır ise bu kararı kabul etmediler.
1967 savaşı ikinci bir mülteci dalgasına yol açtı ve Batı Şeria’dan 400.000, Gazze Şeridi’nden 50.000 kişi yerlerini terketti. Hartum’da toplanan Arap zirvesi (28 Ağustos 1967) İsrail’le hiçbir şekilde barış yapılmaması ve Filistinliler’in haklarından tâviz verilmemesi kararı aldı. Savaştan sonra İsrail silâh sanayiini geliştirmeye önem verdi. Kendisinin ürettiği nükleer başlık da atabilen füzelerin yanında Amerika Birleşik Devletleri’nden aldığı askerî yardımlarla ordusunu güçlendirerek bölgenin konvansiyonel ve nükleer silâhlara sahip önde gelen ülkesi oldu. Araplar’ın ve Filistinliler’in politikaları da giderek sertleşti. el-Fetih, hem işgal altındaki topraklarda hem de dışarıda gerilla savaşı başlattı; İsrail de bu örgütle iş birliği yapanları şiddetli şekilde cezalandırma yoluna gitti. Bunun üzerine el-Fetih merkezini Ürdün’e nakletti; ancak 1970 ve 1971 yıllarında Ürdün yönetimiyle aralarında patlak veren kriz sonunda Filistinli militanlar bu ülkeden ayrılarak Lübnan’a sığınmak zorunda kaldılar, bu durum İsrail’in Lübnan politikasını etkileyen temel unsur oldu.
Dördüncü Arap-İsrail savaşının (Yom Kippur Savaşı) patlak verdiği tarihe kadar (6 Ekim 1973), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı çerçevesinde başlatılan barış çabaları sonuçsuz kaldı. Bir yanda Mısır’ın, diğer yanda İsrail’in bulunduğu kanal bölgesinde devamlı yıpratma çatışmaları meydana geliyordu. Nihayet Mısır ve Suriye birliklerinin harekete geçmesiyle savaş başladı. İlk günlerde Arap kuvvetleri bazı başarılar elde ettilerse de sonunda İsrail duruma hâkim oldu ve hem Sînâ’da hem Golan tepelerinde topraklarını genişletti. Savaşın en önemli sonucu Araplar’ın İsrail’e destek veren ülkelere petrol ambargosu uygulamalarıdır.
İsrail bu savaştan sonra Araplar’a ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı daha da sertleşerek Arap ülkeleriyle ayrı ayrı görüşmeyi ve barış yapmayı savunmaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in mekik diplomasisi sonunda Mısır-İsrail (18 Ocak 1974) ve Suriye-İsrail (5 Haziran 1974) arasında askerlerin cephelerden ayrılmasını öngören antlaşmalar yapıldı. Ardından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimmy Carter’in teşebbüsleriyle Başbakan Menahem Begin, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’la Camp David’de bir araya geldi (5 Eylül 1978) ve buradaki görüşmeler sonunda İsrail’le Mısır arasında barışın çatısını kuran Camp David antlaşmaları adı verilen iki çerçeve antlaşması imzalandı (17 Eylül 1978). Bunlara göre İsrail Sînâ’dan çekilmeyi ve Ortadoğu barışı için Filistin sorununun önemli bir faktör olduğunu kabul ediyordu. Ardından Washington’da başlayan (12 Ekim 1978) İsrail-Mısır görüşmeleri yine bir barış antlaşmasının imzalanmasıyla sona erdi (26 Mart 1979). Böylece İsrail ilk defa bir Arap ülkesiyle barış yapmış ve ele geçirdiği bölgeden (Sînâ) çekilmeyi kabul etmişti. Antlaşmanın uygulanmasında bazı problemlerle karşılaşılmış olmakla birlikte İsrail ve Mısır arasında büyükelçi teâtisi gerçekleşmiş (26 Şubat 1980) ve İsrail Sînâ’dan tamamen çekilerek burayı Mısır’a geri vermiştir (26 Nisan 1982). 1979’da başlayan Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın özerkliği görüşmeleri ise İsrail’in buralarda yeni yahudi yerleşim merkezleri kurmayı hızlandırması, Doğu Kudüs’ü ilhak kararı alması (Mayıs 1980) ve Irak’taki bir nükleer reaktörü bombalaması (8 Haziran 1981) gibi sebeplerle neticesiz kaldı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından (6 Ekim 1981) 30 Haziran 1981’deki seçimlerden sonra yeniden başbakan olan Menahem Begin hükümeti Golan tepelerini ilhak kararı aldı (14 Aralık 1981). Böylece yeni bir düşmanlık süreci başladı ve İsrail ile Araplar’ı birbirlerine yaklaştırmak için Avrupa Topluluğu planı, Fehd planı, Reagan planı, Fez planı gibi dışarıdan yapılan öneriler de bir fayda sağlamadı.
İsrail’in kuzey komşusu Lübnan’la ilişkileri 1970’lere kadar genelde sorunsuz geçti. 1967 savaşından sonra Ürdün’e gelen Filistinli gerillaların 1970 ve 1971’de bu ülkeden çıkarılmaları üzerine çoğu Lübnan’a gitmişti. Bunların sınırdan sızarak saldırılar düzenlemeleri ilişkilerin bozulmasına yol açtı. İsrail, kuzey sınırını emniyet altına alma ve güvenli bir bölge oluşturma teşebbüsünde bulununca sorunlar çıktı. 1975-1976 iç savaşında Suriye ordusunun Lübnan’a davet edilmesine İsrail sert tepki gösterdi ve Arap caydırma gücüne dönüştürülen bu ordunun Lübnan’daki Litani nehrinin güneyine inmesine izin vermedi. 12 Mart 1978’de, bir gün önce Lübnan’dan gelerek otuz dört kişiyi öldüren Filistinli gerillaları cezalandırmak amacıyla harekete geçen İsrail ordusu Güney Lübnan’ı işgal etti. Haziran 1981’de de Güney Lübnan’daki Filistin kampları bombalandı. İsrail bir yıl sonra da Lübnan’ın tamamını işgale yönelerek (6 Haziran 1982) Filistin Kurtuluş Örgütü kuvvetlerinin bulunduğu her yeri bombaladı ve beş gün içerisinde Beyrut’a ulaştı. Doğu Beyrut’taki hıristiyanların desteklediği “Galile’ye barış operasyonu” adı verilen bu işgal hareketi sonunda Filistinliler, 7 Ağustos’ta ateşkes yapmayı ve Batı Beyrut’tan çıkmayı kabul etmek zorunda kaldılar (21 Ağustos 1982). On gün içerisinde Lübnan’dan ayrılan Filistin Kurtuluş Örgütü ve Filistinli mülteciler Tunus, Cezayir, Irak gibi Arap ülkelerine sığındılar. İki hafta sonra Lübnan Cumhurbaşkanı Beşîr Cemayel’in bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine müslümanların yaşadığı Batı Beyrut’a giren İsrail birlikleri, güneydeki Sabra ve Şatilla kamplarında bulunan yüzlerce Filistinli’nin hıristiyan Falanjistler tarafından öldürülmesine göz yumdular (16-17 Eyül 1982). Bu olay bütün dünyada büyük bir nefret uyandırmış ve İsrail yönetimi olayın sorumlularını yargılamak zorunda kalmıştır. İsrail, Lübnan ve Amerika Birleşik Devletleri arasında başlayan görüşmeler (28 Aralık 1982), İsrail’in sekiz on hafta içerisinde Lübnan’dan çekilmesini ve Güney Lübnan’da iki ayrı güvenlik bölgesi oluşturulmasını öngören bir antlaşmanın imzalanmasıyla sona erdi (17 Mayıs 1983).
Lübnan’ın işgali, İsrail yönetimini dışarıda olduğu gibi içeride de çeşitli zorluklarla karşı karşıya bıraktı. Silâhlanma ve askerî harcamaların artması ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları daha da ağırlaştırdı ve denetim altına alınamayan yüksek seviyedeki enflasyon halkta huzursuzluk doğurdu. Menahem Begin’in başbakanlıktan istifa etmesi üzerine Herut Partisi başkanı Izak Şamir hükümet kurdu (10 Ekim 1983). 23 Temmuz 1984’te yapılan genel seçimlerden sonra İşçi Partisi ile Likud anlaşmaya vararak Şimon Peres başkanlığında bir millî birlik hükümeti oluşturdular. Bu hükümet döneminde en önemli sorun ülkenin ekonomik alanda içine düştüğü kötü durum ve Lübnan’da bulunan askerî güç idi; geri çekilme ancak Haziran 1985’te tamamlanabildi. Koalisyon ortakları arasında işgal altındaki yerlerde yahudi yerleşim merkezleri kurulması konusunda ciddi görüş ayrılıkları belirdi; İşçi Partisi bu merkezlerin sınırlandırılmasını savunurken Likud sürdürülmesini istiyordu. Diğer taraftan işgal altındaki topraklarda 9 Aralık 1987’de ve 1993’e kadar devam eden ilk “intifâda” hareketi yönetimi zor duruma düşürdü. İsrail güvenlik güçlerinin silâhlarına taşlarla karşı koyan Filistinli gençler büyük bir direniş sergilediler. Bu hareketle birlikte alınan İsrail mallarına boykot ve resmî işlerde çalışmama gibi kararlar ülke ekonomisi için ciddi bir problem oldu. Haziran 1990’da Izak Şamir liderliğinde kurulan İsrail tarihinin en katı hükümeti intifâdaya son vermek için acımasız tedbirler uyguladı. Yine 1990’da Sovyetler Birliği’nin yahudilerin göçünü serbest bırakması üzerine İsrail’e akın eden göçmenleri yerleştirmek için işgal altında tuttuğu topraklardaki yahudi yerleşim merkezlerinin sayısını arttırmayı temel hedef olarak belirledi.
1991’deki Körfez Savaşı, İsrail’in dışarıdan daha çok ekonomik ve askerî yardım almasını sağladı. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri çok miktarda silâh vererek Arap-İsrail güç dengesinin İsrail lehinde olmasına dikkat etti. Aynı yıl İsrail, Etiyopya’da komünist yönetimin çökmesinden istifade ederek bu ülkedeki Falaşa yahudilerinin 18-20.000 kadarını bir hava köprüsüyle ülkeye taşıdı.
1980’lerin sonlarında Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde oluşmaya başlayan yeni dünya düzeni Arap-İsrail çatışmasının 1990’lardaki gelişmelerinin temel çerçevesini teşkil etti. Nitekim birinci intifâda sonrasında girilen yeni barış sürecine bazı yazarlarca “Amerikan barışı” denilmektedir. Barış sürecine katkıda bulunan diğer bir etken ise intifâda sırasında hem ülke içinde hem uluslararası kamuoyunda iyice yıpranmış olan sağcı Likud Partisi’nin 1990’ların başında yirmi yıllık iktidarını solcu İşçi Partisi’ne terketmesi ve -daha sonra Arafat’la Nobel barış ödülünü paylaşan (1995)- Izak Rabin’in Şimon Peres ile birlikte bölgede barışı sağlamak için özel gayret sarfetmesidir. Bu gelişmelere bağlı olarak 1992’de Oslo’da İsrail ve Filistin yetkililerinin gizlice yürüttükleri diplomatik çalışmalar 13 Eylül 1993’te meyvesini vermiş ve I. Oslo Antlaşması adıyla tarihe geçen antlaşma, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton’ın ev sahipliğini yaptığı Beyaz Saray’da Rabin, Peres ve Arafat’ın katılımıyla gerçekleşmiştir. İsrailli barış severler bu antlaşmaya “siyonizm tarihinin en büyük ikinci başarısı” derken karşı görüştekiler “Oslo felâketi” demişler, aynı şekilde Filistin kamuoyunun önemli bir kısmı (% 61) bunun bağımsız Filistin Devleti için atılmış büyük bir adım olduğunu düşünürken muhalifler ve özellikle intifâda sırasında Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’ne alternatif bir liderlik geliştiren Hamas ve İslâmî Cihad gibi örgütler, Filistin davasına yapılmış en büyük ihanet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durum şiddet olaylarının artmasına sebebiyet vermiş ve 25 Şubat 1994 sabahı Halîl şehrinde Haremülhalîl’e giren şiddet yanlısı Kahane grubu üyesi Amerikan kökenli bir yahudi doktorun cemaate makineli tüfekle açtığı ateş ve peşinden çıkan olaylar sonucu altmış yedi kişi hayatını yitirmiş ve 300 kişi yaralanmıştır. Yine Hamas ve İslâmî Cihad örgütlerinin büyük şehirlerde yaptıkları intihar saldırıları ve bunlara İsrail ordusunun misillemelerde bulunması ülkedeki terör havasını sürdürmüştür.
28 Eylül 1995’te imzalanan Taba (Taybe) Antlaşması ile görünürde bağımsız Filistin Devleti için bir adım daha atılmış ve antlaşma uyarınca İsrail ordusu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki bazı şehirlerden geri çekilerek Filistin otoritelerine kısmî özerklik verilmiştir; artık bu şehirlerde İsrail karşıtı örgütlerin faaliyetleri onlar tarafından kontrol edilecek ve iç güvenliği Filistin polis teşkilâtı sağlayacaktır. Ancak antlaşma her iki tarafta da tepkiyle karşılanmış ve İsrail askerleri çekilmeye başladıktan birkaç gün sonra Başbakan Izak Rabin muhafazakâr bir yahudi suikastçı tarafından 4 Kasım 1995’te öldürülmüştür.
Nisan 1996’da Hizbullah’ın Güney Lübnan’da gerçekleştirdiği İsrail karşıtı şiddet hareketlerine misilleme yapan İsrail uçakları Beyrut’taki bazı sivil hedefler de dahil olmak üzere pek çok yeri vurmuş ve bunun sonucunda çok sayıda insan ölmüş, binlerce insan da yerlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Gerek yahudilerin gerek uluslararası kamuoyunun tepkisini çeken bu saldırılar sonucunda Rabin’in ölümünden sonra başbakanlığa getirilen Peres seçimi kaybetmiş ve iktidara Benyamin Netanyahu başkanlığında Likud Partisi geçmiştir (29 Mayıs 1996). Netanyahu hükümeti, 23 Eylül 1996’da ağlama duvarının bitişiğinden başlayan ve ucu antik şehrin müslüman kesimine kadar uzanan bir tüneli açmaya karar verince büyük bir kriz daha yaşanmış ve çıkan çatışmalar sonucunda elli altı Filistinli ile on beş İsrail askeri hayatını kaybetmiştir. Şubat 1997’de patlak veren diğer bir kriz ise Kudüs’le Beytlehem arasında yer alan Har-Homa adındaki yeni yerleşim merkezi sebebiyledir. Her iki taraftaki muhaliflerin varlığına ve bütün şiddet olaylarına rağmen Başkan Clinton’ın gayretleriyle, kesintiye uğrayan barış süreci tekrar canlandırılmış ve Netanyahu ile Arafat bir araya gelerek 28 Ekim 1998’de Wye Antlaşması’nı imzalamışlardır. Antlaşmanın temel maddeleri İsrail’in çekileceği toprakların miktarını belirlemek (% 13,1), buna mukabil Filistin’in özerk yönetimini güçlendirmek ve Hamas’ın faaliyetlerini kontrolünde tutmasını sağlamak olarak belirlenmiştir. Görüşmeler sırasında İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ile de gizli bir antlaşma yaparak muhtemel İran, Irak ve Suriye füze saldırılarına karşı korunma garantisi almıştır. Aynı dönemlerde İsrail, bölgedeki güvenliğini arttırmak için Türkiye ile de askerî antlaşmalar yapma yoluna gitmiştir.
Ekim 2000’de Sabra ve Şatilla katliamlarının sorumlusu Ariel Şaron’un Kudüs’te yahudilerin Mâbed tepesi dedikleri, içinde Ömer Camii ve Kubbetü’s-sahre’nin bulunduğu Harem-i şerif’i ziyaret etmesi yeni ve çok önemli bir krizin başlangıcı oldu. Barış sürecinden ve Ehud Barak liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin politikalarından hayal kırıklığına uğrayan Filistinli ve İsrailli Araplar galeyana gelerek “el-Aksâ intifâdası” diye adlandırılan ikinci direniş hareketini başlattılar. Şaron’un ziyaretinin arkasından ilk cuma günü çıkan İsrail karşıtı gösterilerde yedi Filistinli’nin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi, hareketin çok kısa sürede bütün Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne yayılmasına ve birinci intifâda sırasında pasif kalan İsrail Arapları’nın yaşadığı Yafa, Nâsıra ve Hayfa gibi şehirlere de sıçramasına yol açtı. Çıkan olaylar sonucunda 500’e yakın insanın hayatını kaybettiği ikinci intifâdanın ülke içindeki ve uluslararası etkilerinden endişelenen İsrail hükümeti, bir yandan yaptığı bazı misillemelerle ülkenin bütünlüğü için gerektiğinde her türlü şiddeti kullanabileceği mesajını verirken bir yandan da olayların büyümemesi için gayret göstermeye çalıştı. Bu gelişmeler sonunda iyice zayıflayıp meşruiyet krizine giren Barak hükümeti erken seçime gitmek zorunda kaldı ve 6 Şubat 2001’de yapılan seçimleri % 60 gibi yüksek bir oy oranı ile Ariel Şaron kazanarak başbakan oldu.
İsrail-Arap çatışmasının arka planında tartışılan iki önemli konu vardır. Bunlardan birincisi Kudüs’ün bölünmesi yani Kudüs’ün yönetimi, ikincisi geri dönme hakkı, yani bir zamanlar günümüz İsrail topraklarında yaşayan şu anki Filistinli mültecilerin eski yerlerine dönme haklarıdır. Bu iki konu, hükümetler arasındaki ve toplumdaki temel ayırt edici noktayı oluşturmaktadır. Barış taraftarı liberal-seküler gruplar, Kudüs’ün ikiye bölünerek Doğu Kudüs’te sınırlı bir Filistin yönetiminin kurulmasını savunurken muhafazakâr kesim buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Aynı şekilde Filistinliler’e -sayılarının 1 milyonu geçtiği tahmin edilmektedir- kısmen de olsa geri dönme hakkı verilmesini isteyen liberal kesime yine muhafazakârlar karşı çıkmaktadır. Son seçimlerde İsrail halkının Şaron’u desteklemesinin ardındaki temel sebeplerden biri onun bu iki konuda tâviz vermeyişidir.
Dış politikada İsrail’in en büyük destekçileri Amerika Birleşik Devletleri ile diğer Batı ülkeleridir. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin her yıl yaptığı dış yardımlardan en büyük payı İsrail almaktadır. İsrail’in özellikle Filistinliler’e uyguladığı baskı politikası sebebiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde aleyhinde alınan hemen bütün kararlar Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto edilerek geçersiz hale getirilmiş, bu yüzden Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı tavsiye niteliğindeki kararların da fazla bir etkisi olmamıştır. İsrail’in Rusya ile ilişkisi, bilhassa Sovyetler zamanında yahudilerin göçüne izin verilmemesi yüzünden sorunlu olmuş ve bu sorun ilişkilerin yeniden kurulduğu 1990’a kadar devam etmiştir.
İsrail’in Asya ülkeleriyle ve özellikle müslümanlarla ilişki kurması çok zor olmuştur. Asya ülkelerinden sadece Filipinler, Birleşmiş Milletler’in taksim kararına olumlu oy vermiştir. Hindistan 1950’de, Japonya 1952’de, Burma ve Çin Halk Cumhuriyeti de 1956’da bu ülkeyi tanıyarak diplomatik ilişki kurmuşlardır. Müslüman ülkelerden ilk defa Türkiye İsrail’i resmen tanıyarak (28 Mart 1949) büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişki kurmuştur. Daha sonra şah döneminde İran “de facto” tanıma yaparak ekonomik ve teknik iş birliğine gitmiştir. Arap dünyasından ise sadece Mısır resmen tanımış (1977) ve barış antlaşması imzaladıktan sonra büyükelçilik seviyesinde diplomatik ilişki kurmuştur (26 Şubat 1980).
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler, Türkiye’nin Arap dünyasına ve Batı ülkelerine olan politik yaklaşımının etkisinde şekillenmektedir. Filistin’in taksimiyle ilgili karara olumsuz oy veren Türkiye, Arap dünyasının itirazlarına rağmen İsrail Devleti’nin kurulup Birleşmiş Milletler tarafından üyeliğe kabul edilmesi üzerine tanıma yoluna gitmiş ve diplomatik ilişki kurduktan sonra da bir ticaret ve ödeme antlaşması imzalayarak (1950) ticarî yakınlık geliştirmiştir. İsrail Mısır’a saldırıp 1956 savaşını başlatınca Türkiye karşıt tutum almış ve işgal edilen toprakların boşaltılmasını isteyerek Tel Aviv’deki büyükelçisini geri çektiği gibi (26 Kasım 1956) bu tarihten sonra da elçi göndermeyerek sadece maslahatgüzar seviyesinde bir diplomatik misyon bulundurmuştur. 1965’lerden sonra Arap ülkeleriyle geliştirilmeye çalışılan ilişkilere bir engel teşkil eden İsrail faktörünün devreden çıkarılması ihtiyacı duyulmuştur. Çünkü Arap ülkeleri devamlı surette Türkiye’yi İsrail’le ilişki kurmuş olduğundan dolayı eleştirmiş ve bu ilişkilerin İslâm dayanışmasına uymadığını söyleyerek kesilmesini istemiştir. Bu sebeple Türkiye İsrail’le mevcut ilişkilerini en aza indirmek mecburiyetinde kalmış ve bu ortamda 18 Mart 1960 tarihinde yenilenmiş olan ticaret ve ödeme antlaşmasını 16 Nisan 1969’da uygulamada karşılaşılan ve gittikçe artan güçlükler çıktığı gerekçesiyle feshetmiştir. 1967 savaşında Araplar’dan yana tavır alan Türkiye, bu tarihten itibaren İsrail’in kuvvet kullanımı yoluyla toprak kazanmasının veya siyasî avantajlar sağlamasının karşısında olmuş ve işgal ettiği yerlerden çekilmesini savunmuştur. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin halkının tek meşrû temsilcisi sayarak Filistinliler’in devlet kurma da dahil bütün meşrû haklarının tanınmasını dile getirmiştir. 1980’de İsrail Kudüs’ü ilhak edince bu kararı tanımayarak diplomatik misyonun seviyesini ikinci kâtipliğe indirmiş ve bunu Tel Aviv’de tutmayı sürdürmüştür. 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğunun açıklanması üzerine de bu devleti ilk tanıyanlardan biri olmuştur.
1990 Körfez Savaşı sonrasında Irak ve Suriye’nin PKK’ya verdikleri desteği gerekçe gösteren Türkiye, İsrail’le ilişkileri geliştirmeye yöneldi. 1992 yılında Ortadoğu barışı için bir adım olan Oslo süreci Türkiye-İsrail ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı. Türkiye bu sürecin ardından Filistin’le eş zamanlı olarak İsrail’le diplomatik ilişkilerini büyükelçilik düzeyine çıkardı. 1993’te Türkiye Dışişleri bakanının ilk defa İsrail’i ziyaret edip bir dizi antlaşma yapması, yine ilk defa İsrail cumhurbaşkanının Türkiye’yi ziyareti ilişkilerin gelişmesinin başlangıcını teşkil etti. 1994’te karşılıklı yoğun ziyaretler, 1995 ve 1996’da başta askerî alanlarda olmak üzere yapılan antlaşmalar ve iş birliği iki ülke arasındaki ilişkileri en üst düzeye çıkardı. 1996 yılında imzalanan, Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin eğitim için birbirlerinin hava sahasını kullanmalarına imkân veren antlaşma Arap ülkelerince tepkiyle karşılandı. Buna rağmen askerî stratejik diyaloglar devam etti. Ekim 1999’da kırk bir yıl aradan sonra İsrail Başbakanı Ehud Barak Türkiye’yi ziyaret etti. 1990’lı yıllar, Türkiye açısından Ortadoğu politikalarında İsrail’le ilişkilerin düzeldiği yeni bir dönem olarak yansır.
BİBLİYOGRAFYA J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, Princeton-London 1958, II, 18-22, 23-25, 106-111, 219-226, 234-235, 281-295, 299-304; N. F. Howard, “State of Israel”, The Middle East: Its Governments and Politics, California 1972, s. 349-376; B. B. Gupta, Arab-Israeli Relation, New Delhi 1978; A. L. Tibawi, Anglo-Arab Relations and the Question of Palestine 1914-1921, London 1978, s. 1-33, 281-320; R. P. Stevens, “İsrail ve Afrika”, Siyonizm ve Irkçılık (trc. Türkkaya Ataöv), Ankara 1982, s. 183-194; Abdülmalik Audah, “İsrail, Güney Afrika ve İran”, a.e., s. 195-198; R. Garaudy, Siyonizm Dosyası (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1983, s. 17-42, 115-199; J. Neyer, “The U. N. Partition Resolution of November 1947”, The Middle East Reader (ed. M. Curtis), New Brunswick-Oxford 1986, s. 287-293; M. Curtis, “The Evolution of Israeli Politics”, a.e., s. 307-311; a.mlf., “Africa, Israel and the Middle East”, a.e., s. 415-432; A. S. Klieman, “Zionist Diplomacy and Israeli Foreign Policy”, a.e., s. 313-319; D. V. Segre, “Israel and the Third World”, a.e., s. 467-475; J. M. Landau, “Israel”, The Middle East: Handbooks to the Modern World (ed. Michael Adams), New York-Oxford 1988, s. 395-409; R. Halloum (Abu Firas), Belgelerle Filistin: Dün-Bugün-Yarın, İstanbul 1988, tür.yer.; Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Ankara 1989; İrfan Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Ankara 1989, s. 93-120; M. Lutfullah Karaman, Uluslararası İlişkiler Çıkmazında Filistin Sorunu, İstanbul 1991 s. 11-66, 129-180, 219-250; Bülent Aras, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, İstanbul 1997; M. Prior, Zionism and the State of Israel, London 1999; E. Said, Peace and Its Discontents, New York 1995; Alptekin Dursunoğlu, Stratejik İttifak: Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, İstanbul 2000; “Judaization of Palestine”, The Muslim World League Journal, X/3, Makkah 1983, s. 21-23; Davut Dursun, “Filistin Sorunu’nun Ortaya Çıkışı”, UÜ İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi Dergisi, VI/2, Bursa 1985, s. 193-200; M. Greene, “Israel”, EAm., XV, 424
e-424
h; “Israel”, EBr., XII, 697-700; “Israél”, EUn., IX; Abdüsselâm Uluçam, “Halîl”, DİA, XV, 307-309.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul'da basılan 23. cildinde, 184-188 numaralı sayfalarda yer almıştır.