- 1/6Müellif: ŞERAFETTİN TURANBölüme GitI. HAYATI Manastır’ın Kocacık nahiyesinden olan gümrük memuru Ali Rızâ Bey ile Langazalı Zübeyde Hanım’ın dördüncü çocuğu olarak Selânik’te doğdu. Ası...
- 2/6Müellif: HASAN ERENBölüme GitII. ATATÜRK ve TÜRK DİLİ Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâplar arasında dil inkılâbı özel bir yer tutar. Yazı veya alfabe reformu denilen reform da d...
- 3/6Müellif: HAKKI DURSUN YILDIZBölüme GitIII. ATATÜRK ve TÜRK TARİHİ Atatürk, milletleri millet yapan ve onların varlıklarını sürdürmelerinde önemli bir unsur olan kültürün dil ve tarihe daya...
- 4/6Müellif: SEMAVİ EYİCEBölüme GitIV. ATATÜRK ve TÜRK SANATI Atatürk, Türk tarihi ve Türk dili kadar Türk sanatına da önem veren bir devlet adamıdır. 16 Mart 1923’te Adana’daki bir kon...
- 5/6Müellif: TALİP KÜÇÜKCANBölüme GitV. ATATÜRK ve DİN Mustafa Kemal’in çocukluk ve gençlik yıllarında dönemin geleneklerine uygun olarak ailede, çevrede ve okulda yeterli dinî eğitim ald...
- 6/6Müellif: DİABölüme GitMUSTAFA KEMAL ATATÜRK KRONOLOJİSİ 1881Selânik’te doğumu 1886Öğrenime başlaması 1893Babası Ali Rızâ’nın ölümü, Selânik Askerî Rüşdiyesi’ne girmesi Oca...
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#1-hayati
I. HAYATI
Manastır’ın Kocacık nahiyesinden olan gümrük memuru Ali Rızâ Bey ile Langazalı Zübeyde Hanım’ın dördüncü çocuğu olarak Selânik’te doğdu. Asıl adı Mustafa’dır. Babası Ali Rızâ’nın ailesi Kızıl-Oğuz ya da Kocacık yörüklerindendir. Sofuzâdeler’den olan Zübeyde Hanım’ın ailesi de Anadolu’dan göç ettirilen Konyarlar’a mensuptur. Mustafa’nın nüfus kaydında doğum tarihi olarak 1296 yazılmıştır. Bu yılın karşılığı 13 Mart 1880 - 12 Mart 1881 arasına rastlar. Bu sebeple Cumhuriyet döneminde doğumu önceleri 1880 gösterilmiş, fakat sonraları 1881 kabul edilmiştir.
Altı yaşına geldiğinde annesinin isteğine uyularak önce Fatma Molla Kadın Mektebi’ne kaydedildi. Birkaç gün sonra oradan alınıp Şemsi Efendi Mektebi’ne gönderildi. Babasının ölümü üzerine (1893) annesi ve kendisinden küçük kardeşi Makbule ile Lapka Çiftliği’nde kahyâlık yapan dayısı Hüseyin’in yanına gitti. Fakat çok geçmeden halasının desteğiyle Selânik’e döndü ve Mülkiye Rüşdiyesi’ne kaydoldu. Bir kavgaya karışması yüzünden müdür yardımcısından dayak yiyince okulu terkederek Selânik Askerî Rüşdiyesi’ne girdi. Burada matematikteki başarılarından dolayı öğretmeni Mustafa, “Bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” diyerek ona Nâmık Kemal’den esinlenen ikinci bir ad verdi. 1896 Ocağında askerî rüşdiyeyi bitirince Manastır Askerî İdâdîsi’ne girdi. İdâdîde sınıf arkadaşı Ömer Nâci’nin etkisiyle şiir ve edebiyatla ilgilendi, ancak kompozisyon öğretmeninin bunun askerlikle bağdaşmayacağı uyarısı karşısında bu defa tarihe merak sardı. 1898 Kasımında idâdîyi bitirerek İstanbul’da Harbiye’ye yazıldı. 13 Mart 1899’daki kaydı “Selânik Koca Kasım mahallesi gümrük memurlarından müteveffa Ali Rızâ Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi, Selânik (96)” diye yapılmıştı. 10 Şubat 1902’de teğmen olarak Harbiye’yi bitirdi ve kurmay sınıfına geçti. 1903’te üsteğmenliğe yükseldi ve 21 Ekim 1904’te kurmay yüzbaşı oldu.
Harbiye yıllarında ülke sorunlarıyla ilgilenmeye başladı. Arkadaşlarıyla beraber gizlice çıkardığı dergiyi Harp Akademisi’nde de sürdürdü. Bu sebeple yakın arkadaşı Ali Fuat’la (Cebesoy) birlikte gizli örgüt kurdukları iddiasıyla tutuklandı. Sonuçta suçsuz oldukları anlaşıldı, fakat her ikisinin de başşehirden ve Makedonya’dan uzak bir yere gönderilmesi uygun görüldü. Özlük dosyasındaki kayda göre “11 Ocak 1905 Çarşamba günü Erkân-ı Harbiyye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunûf-ı selâsede bölük idare ve kumanda etmek üzere atik Beşinci Ordu’ya memur edilmişti.” Orada özgürlükçü düşünceleri yüzünden Şam’a sürülmüş olan Mustafa Cantekin ile tanıştı ve onun kurmuş olduğu Vatan adlı cemiyeti Vatan ve Hürriyet ismiyle yeniden örgütlemeye çalıştı. Arkasından gizlice Selânik’e geçtiğinde bu adla bir cemiyetin kurulmasına ön ayak oldu. Bir süre sonra bu cemiyet İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne katıldı (27 Eylül 1907). Makedonya’ya dönmek için uğraşması sonucunda Selânik’teki Üçüncü Ordu Karargâhı’na atandı (30 Eylül 1907). Arkadaşı Fethi Bey’in (Okyar) aracılığı ile İttihat ve Terakkî’ye girdi (Şubat 1908), ancak cemiyette ikinci planda tutuldu. Bir ara Selânik-Üsküp demiryolu müfettişliği görevi verildi. Meşrutiyet’in ilânından sonra Trablusgarp’ta baş gösteren bir karışıklığı yatıştırmak için oraya gönderildi.
19 Ekim 1908’de Trablusgarp Garnizonu’ndaki askerlere Meşrutiyet’e bağlılık yemini ettiren Mustafa Kemal, bu defa Avusturya’nın resmen kendi topraklarına kattığı Bosna’daki durumu incelemekle görevlendirildi. Otuzbir Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu içinde tümen kurmay başkanı olarak görev almıştı. Fakat cemiyetin 1909 yılındaki kongresinde askerlerin politika ile uğraşmaması gerektiğini savunması tepkiyle karşılanınca İttihat ve Terakkî’den kopmuş ve Üçüncü Ordu Tâlimgâh Komutanlığı’na atanmıştı. Burada iken eğitim çalışmalarına ağırlık verdi, Alman Generali Litzman’ın eserini Takımın Muharebe Talimi adıyla Türkçe’ye çevirdi, Cumalı’da yapılan bir tatbikata ait izlenimlerini Cumalı Ordugâhı: Süvari Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları ismiyle kitap haline getirdi. Bu sırada Fransız ordusunun Picardie’de yapacağı manevrayı izlemeye çağrılan heyette görev almıştı. Oradan dönüşünde görev yeri sık sık değiştirildi. 15 Ocak 1911’de 5. Kolordu Karargâhı’na atandı, çok geçmeden başşehirde Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Karargâhı’na alındı (27 Eylül 1911). Bu esnada İtalyanlar’ın Trablusgarp’a saldırmaları karşısında bazı genç kurmaylar gibi oranın savunmasına katılmak istedi. Sonuçsuz kalan iki girişimden sonra 15 Ekim’de İstanbul’dan hareketle Mısır üzerinden Bingazi’ye ulaştı (9 Aralık 1911). Derne komutanlığına atandığından Enver Bey’in kumandası altına girdi. Bu arada binbaşılığa yükseltilmişti (27 Kasım). Trablus savunması sürerken sağ kolundan yaralandı, bir süre de gözlerinden tedavi gördü. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı hükümeti Uşi antlaşmasıyla (18 Ekim 1912) burasını İtalya’ya bırakınca 24 Ekim 1912’de Derne’den ayrıldı.
İstanbul’a döndüğünde Bolayır’daki Akdeniz Boğazı Kuvâ-yi Mürettebesi Harekât Şubesi müdürlüğüne getirildi (21 Kasım 1912). Edirne Bulgar kuşatması altında bulunurken Bâbıâli’nin basılarak bir hükümet darbesi yapılmasını (23 Ocak 1913) doğru bulmayan Mustafa Kemal’in Fethi Bey’le birlikte sadârete ve genelkurmay başkanlığına yazdıkları mektup tepkiyle karşılandı. Fethi Bey önce İttihat ve Terakkî genel sekreterliğine, arkasından Sofya elçiliğine, Mustafa Kemal de Sofya ataşemiliterliğine atandı (27 Ekim 1913). Kendisine Bükreş, Belgrat ve Çetine ataşelikleri de verildi. Bir süre sonra yarbaylığa terfi etti (1 Mart 1914). I. Dünya Savaşı başladığında ısrarla cephede görev almak isteyince yeni oluşturulacak olan 19. Tümen’in komutanlığına getirildi (20 Ocak 1915). Tekirdağ’da tümenini hazırlayan Mustafa Kemal umumi ihtiyat olarak Bigalı’da görev aldı. 18 Mart’ta boğazı geçmeye muvaffak olamayan İngilizler ve Fransızlar 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkarma yapıp Conkbayırı istikametinde ilerleyince emir beklemeden hemen harekete geçti. Cephaneleri bittiğinden geri çekilmekte olan askerlerle karşılaşınca onlara süngü taktırtıp yere yatırdı, bunu gören düşman birlikleri de duraklayıp mevzilendi. Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak birliklerine verdiği emirde de (8 Mayıs 1915), “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” diyerek vatan savunmasının can pahasına yapılacağını açıklamıştı. 1 Haziran’da albaylığa yükseltildi. İngilizler 6-7 Ağustos gecesi Arıburnu ve Anafartalar’a yeni birlikler çıkarınca komutanın tek elde toplanması zorunlu görüldü ve Mustafa Kemal Anafartalar Grubu komutanlığına getirildi (8-9 Ağustos). 10 Ağustos günkü savaşta göğsüne bir misket isabet etti, ancak cebindeki saat onu yaralanmaktan kurtardı. Gösterdiği başarılardan ötürü grup komutanlığı üzerinde kalmak şartıyla 16. Kolordu komutanlığına atandı (19 Ağustos) ve çeşitli nişanlarla ödüllendirildi. Kendisine hükümet tarafından Harp madalyası ile Gümüş Harp İmtiyaz madalyası, Sultan Reşad tarafından Altın Liyakat madalyası, Alman İmparatoru II. Wilhelm adına ikinci ve birinci derecede Demir Haç madalyaları verildi. Artık Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal diye anılır oldu. Ordu komutanı Liman von Sanders’in Türk birliklerinin başına devamlı Alman subaylar atamasından ötürü anlaşmazlığa düştüğünden grup komutanlığından istifa etti (27 Eylül). İstifasını geri alması için yapılan önerileri kabul etmeyerek İstanbul’a döndü (10 Aralık 1915).
Bazı işlerini yoluna koymak için Sofya’ya gitti. Orada bulunurken Çanakkale’den Edirne’ye dönmekte olan 16. Kolordu komutanlığı görevine dönmesi emrini aldı. Kolordusunun başına geçmek için Edirne’ye gittiğinde (27 Ocak 1916) görkemli bir törenle karşılandı. Sokaklara, “Arıburnu ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal çok yaşa!” yazılı dövizler asıldı. Mehmet Emin Bey de (Yurdakul) Çanakkale kahramanlarına adadığı “Ordunun Destanı” başlıklı şiirinde, “Ey bugüne şâhit olan sarp hisarlar / Ey kahraman Mehmed Çavuş, siperler / Ey Mustafa Kemaller’in aziz yurdu / Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!” diyerek onu övgüyle anmıştır. Öte yandan Urfa mutasarrıfı Nusret Bey’in 1917’de Çanakkale Şehidleri Âbidesi adıyla yaptırdığı anıt çeşmenin (günümüzde Yolgösteren Çeşmesi) dört cephesinin yönlerini belirten kitâbelerde, “Kafkas yolu-Hindistan yolu-Bağdat yolu” yanında dördüncü yönün “Mustafa Kemal Paşa caddesi” diye adlandırılması onun ününün daha bu dönemlerde Anadolu içlerine kadar yayıldığını göstermektedir (Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s. 139).
16. Kolordu Van gölünün güneybatısında görevlendirilince Halep üzerinden Diyarbakır’a giden Mustafa Kemal (27 Mart) birkaç gün sonra (1 Nisan) generalliğe yükseltildi. Karargâhını Silvan’da kurup Bitlis’in ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasını sağladı. Bir ara İkinci Ordu komutan vekilliğini üstlendi, arkasından bu göreve asaleten atandı (7 Mart 1917). Çok geçmeden Yedinci Ordu komutanlığına nakledildi. Ancak öteden beri Türk birliklerine Alman generallerin kumanda etmesini sakıncalı bulduğu için bu defa da Yıldırım Orduları Grubu komutanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşmazlığa düştü. Genelkurmaya gönderdiği rapordan umduğu sonucu alamayınca komutanlıktan istifa ederek (4 Ekim) İstanbul’a döndü. Pera Palas’a yerleşip gelişmeleri beklerken Enver Paşa kendisinden Almanya’ya gönderilmesine karar verilen Veliaht Vahdeddin’e refakat etmesini istedi, o da bunu kabul etti. 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’e kadar süren bu gezi boyunca geleceğin padişahı ile birbirlerini yakından tanıma fırsatı buldular. Mustafa Kemal, veliahdı Almanya’nın zafer kazanacağına inanmanın gerçek bir değerlendirme olmayacağı yolunda uyarmaya çalıştı. Buna rağmen İstanbul’a dönüşlerinde Almanya elçiliğinde düzenlenen bir törenle kendisine Cordon de Prusse nişanı verildi (19 Şubat 1918). Bir süre sonra yeniden böbreklerinden rahatsızlanınca tedavi için Viyana’ya gönderildi. Önce Cottage Sanatoryumu’nda tedavi gördü, ardından kaplıcaları ile ünlü Karlsbad’a gitti. Günlük notlarından (1-27 Temmuz) Almanca ve Fransızca’sını ilerletmek için özel dersler aldığı, orada bulunan Türkler’le ülke sorunlarını tartıştığı, özellikle de kadınların toplum yaşamındaki rolleri üzerinde durduğu, geri kalmışlıktan kurtulabilmek için bir inkılâbın gerekli olduğu, ancak bunun da bir hamlede yapılması yöntemini benimsediği anlaşılmaktadır. 6 Temmuz 1918 gecesi not defterine, “Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçse ben hayât-ı ictimâiyyemizde arzu edilen inkılâbı bir anda bir ‘coup’ ile (darbe) tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben bazıları gibi efkâr-ı ulemâyı yavaş yavaş benim tasavvurlarım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyorum ve böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor” diye yazmıştı.
Vahdeddin’in 3 Temmuz’da tahta çıktığı haberini alınca bir telgrafla kendisini kutladı. Yeni padişah başyaveri vasıtasıyla Mustafa Kemal’i çağırttığı için İstanbul’a döndü (4 Ağustos 1918). Tekrar tayin edildiği (7 Ağustos) Yedinci Ordu komutanlığı görevine başlamadan önce padişahla dört defa görüşme imkânı buldu. İlk ziyaretinde padişaha başkomutanlığı üstlenmesini önerdi. Bu teklif karşısında padişah, “Senin gibi düşünen başka komutanlar var mı?” diye sordu. Onun, “Vardır” cevabını vermesi üzerine de, “Düşünelim” dedi (Atatürk’ün Hatıraları, s. 52 vd.). Ondan sonraki görüşme çok genel düzeyde geçti. Üçüncü görüşmede Mustafa Kemal’in ilk önerisini tekrarlaması üzerine padişah, “Paşa, ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak zorundayım. Bunu temin etmedikçe alınacak her tedbir isabetsiz olur” diyerek başkomutanlığı üstlenmek istemediğini belirtti. Dördüncü ziyaretinde ise Suriye’de yeni bir göreve atandığını öğrendi. Bu arada onun padişahın kızı Sabiha Sultan’la evlenmesi söz konusu olduysa da gerçekleşmedi. Kendisine 23 Eylül 1918’de padişahın fahrî yaverlik unvanı verilerek ilişkiler resmî bir yakınlığa dönüştürüldü. Yedinci Ordu komutanlığına getirilen Mustafa Kemal Paşa Nablus’taki ordunun başına geçti. Ancak Filistin ve Suriye cephelerinin çökmesi karşısında Halep’e çekilmek zorunda kaldı. Bu çöküşü önleyebilmek için saraya başvurup yeni kurulmakta olan İzzet Paşa kabinesinde görev almak istediyse de mümkün olmadı. Çok geçmeden Mondros ateşkes antlaşması imzalandı. Liman von Sanders görevden ayrılınca onun yerine Yıldırım Orduları grup komutanlığına atandı (31 Ekim 1918). Ateşkesin imzalanması genelde memnunlukla karşılanırken o Harbiye Nezâreti’ne çektiği telgrafta imzalanan metinde Kilikya, Toros tünelleri, Suriye sınırıyla ilgili hükümlerin açık olmadığını belirterek bunların uygulamada önemli sorunlar yaratacağına dikkat çekti. Zaman ve Vakit gazetelerinde yayımlanan demecinde de ateşkes antlaşmasının bağımsızlık ve ülke bütünlüğü kavramlarıyla bağdaşmayan hükümler içerdiğini söyledi. Bu sırada mütareke hükümlerine aykırı olarak Musul’u işgal eden İngilizler İskenderun’a yöneldi (Kasım 1918). Şehrin işgal edileceği anlaşılınca Mustafa Kemal kendisine bağlı birliklere bunu önlemek için gerekirse silâh kullanılması emrini verdi. Fakat Sadrazam İzzet Paşa, İngilizler’in İskenderun’dan istifade etmelerinin haklı bir istek sayılması gerektiğini bildirerek onlara karşı konulması yolundaki emrin geri alınmasını istedi. Böylece İngilizler 9 Kasım’da İskenderun’u kolaylıkla işgal ettiler. Bu arada Yıldırım Orduları Grubu ve Yedinci Ordu da dağıtıldığından Mustafa Kemal Harbiye Nezâreti emrine verildi. Bu karar 10 Kasım’da yayımlanınca o da 13 Kasım sabahı İstanbul’a döndü. Haydarpaşa’dan Avrupa yakasına geçerken Boğaz’da demirlemiş olan İtilâf donanmasını görünce duyduğu tepkiyi, “Geldikleri gibi giderler” sözleriyle dile getirdi (Gürer, s. 166).
Millî Mücadele Yılları. Mustafa Kemal Paşa, Üçüncü Ordu kıtaları müfettişi olarak Samsun’a hareketine kadar geçen sürede İstanbul’da bazı arayışlar içine girdi. İlk olarak Rauf (Orbay), Fethi, Kâzım Karabekir, İsmail Canbulat ve Cafer Tayyar (Eğilmez) beylerin katıldığı toplantılarda Tevfik Paşa hükümeti yerine İzzet Paşa’nın başkanlığında daha güçlü bir hükümetin kurulması için çalışma yapılması kararlaştırıldı. Bu amaçla bir yandan Mebuslar Meclisi’nin Tevfik Paşa kabinesine güven oyu vermemesine uğraşılırken Mustafa Kemal ile Kâzım Karabekir’in padişahla görüşmeleri de gerekli görüldü. Mustafa Kemal’in Naci Bey (Eldeniz) aracılığı ile yaptığı başvuru üzerine padişah fahrî yaverini 15 Kasım’daki cuma selâmlığında kabul etti. Ancak bu görüşmede padişahın yaklaşımı hiç de cesaret verici olmadı. Mebuslar Meclisi de umulanın aksine Tevfik Paşa hükümetine güven oyu verdi. Bunun üzerine Mustafa Kemal yeniden padişahla görüşmek istedi. Kendisine 22 Kasım için randevu verildi. Ziyaretinden bir gün önce meclis hükümetin teklifi üzerine bir irâde-i seniyye ile kapatıldı. 22 Kasım’da Mustafa Kemal’i kabul eden Vahdeddin bazı şeylerden kuşkulandığını gösteren bir davranışla ona, “Ordunun komutan ve subayları eminim ki seni çok severler, bana teminat verir misin ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?” sorusunu yöneltti. Mustafa Kemal önce padişahın böyle bir harekete ilişkin bir şey duyup duymadığını anlamak istedi ve arkasından İstanbul’a yeni geldiğini belirterek, “Sizi temin ederim hiçbir fenalık beklemeyiniz” dedi. 20 Aralık’ta üçüncü defa Yıldız Sarayı’na çıktı, fakat yine de padişahtan beklediği cevabı alamadı. Bunun üzerine arkadaşlarıyla ülkeyi parçalanmaktan kurtarabilmek için bir millî mukavemet hareketi başlatmaya yöneldi. Çözümü Anadolu’da arama görüşü ağırlık kazanırken Mustafa Kemal, değişik çevrelerde girişimlerini sürdürerek İstanbul’daki müttefik devletler temsilcileriyle de görüştü. Bunlar arasında İtalya yüksek komiseri Kont Carlo Sforza ile İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulmasında etkili olan rahip Robert Frew de bulunmaktaydı. Bu görüşmeler, ona Millî Mücadele’ye girişildiğinde İtalyanlar’dan yararlanmada ve söz konusu cemiyetin etkinliklerini kısıtlama yolunda gereken önlemleri almada faydalı olmuştu.
İngilizler’in Samsun yöresinde baş gösteren karışıklıkların önlenmesi için 21 Nisan 1919’da verdikleri rapor Mustafa Kemal’in Anadolu’da görev alması için bir fırsat doğurdu. Damad Ferid Paşa hükümeti oraya yetkili bir komutan göndermeye karar verdiğinde Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye’deki arkadaşları onun adını önerdiler. Kendisinin İttihatçı olduğu yolundaki kuşkuları Dahiliye Nâzırı Mehmed Ali Bey ile Bahriye Nâzırı Avni Paşa giderdiler. Bununla birlikte İngilizler’in düzenlediği bir raporda (28 Şubat) İstanbul’dan sürülmeleri ya da görevden alınmaları istenenler listesinde Mustafa Kemal’in adının da bulunduğunu dikkate alan Ferid Paşa bu konuda yüksek komiserlik tercümanı Ryan’la görüşmeyi gerekli gördü. Onun Mustafa Kemal adının kendisine kuşkulu gelmediğini bildirmesi sadrazamı tatmin etti. Böylece Mustafa Kemal’in Dokuzuncu Ordu kıtaları müfettişliğine tayinine ilişkin olarak hükümetçe hazırlanan kararnâme 30 Nisan 1919’da padişah tarafından onaylandı. Görevinde başarılı olabilmek için kendisine bazı yetkiler verilmesini isteyen Mustafa Kemal’e bölgede iç asayişi sağlaması, cephane ve silâhları toplayıp güvence altına alması, silâhlandıkları söylenen şûraları dağıtması, bunları yerine getirebilmek için de bölgesindeki komutanlar ve sivil yöneticilerle ilişki kurması izni verildi. Karargâhı için gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra 14 Mayıs akşamı Sadrazam Damad Ferid, ertesi akşam da Yıldız Sarayı’nda padişah tarafından kabul edildi. Boğaz’da demirlemiş olan İtilâf donanmasını gösteren padişah ona şimdiye kadar devlete ettiği hizmetlerin tarihe geçtiğini belirterek, “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, paşa, devleti kurtarabilirsin” dedi. O da, “Bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım” diyerek huzurdan ayrıldı. Fakat gerçekte her ikisi de kurtuluşu değişik boyutlarda ve anlayışta değerlendirmekteydi. Padişahın Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderirken kendisine yeterince para verdiği yolundaki iddialar hayli mübalağalı görünmektedir. Çünkü söz konusu paranın miktarı 100.000 liradan başlayarak 400.000 altına kadar çıkartılmaktadır (Mısıroğlu, s. 58). Gerçekte ise o dönemde birçok vali ve komutana iç asayişte gerekli görülen yerlere sarfedilmek üzere verilenlere benzer şekilde Mustafa Kemal’e de makbuz karşılığında 1000 lira, Dahiliye Nâzırı Mehmed Ali Bey’in belirttiğine göre bunun dışında 25.000 lira daha verilmişti (Selek, I, 116). Nitekim Mustafa Kemal, Samsun’a çıkışından on gün sonra sadârete gönderdiği telgrafta eşkıyaların kovuşturulmasında yararlığı görülenlere dağıtılmak üzere aldığı 1000 liradan 300’ünü Samsun mutasarrıflığına aktardığını belirterek yeni ödenek gönderilmesini istemişti. Bu yoldaki istekleri görüşen kabine örtülü ödenekten söz konusu yerlere para verilmesini, ayrıca Dokuzuncu Ordu kıtaları müfettişi ile yanındakilere henüz verilmemiş olan ödenek ve yolluklarının ödenmesini kararlaştırmıştı (Akşin, I, 335).
İzmir’in işgal edildiğinin ertesi günü maiyetindeki on yedi subayla birlikte Bandırma vapuruyla İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ulaştı. Bir gün sonra bölgedeki işgal durumunu ve İzmir’in işgaline karşı duyulan tepkiyi iki ayrı telgrafla sadârete bildirdi. 22 Mayıs’ta gönderdiği raporların ilkinde de bölgedeki kırk kadar Rum çetesinin faaliyetlerini ve görevlendirdiği subayların şehirdeki İngiliz subaylarıyla yaptıkları görüşmeyi aktardı. İngilizler, kurtuluş için Osmanlı Devleti’nin bir yabancı devletin himayesi altına girmesinin gerekli olduğunu öne sürmüşlerdi. Buna karşılık kendilerine Türklüğün yabancı müdahalesine tahammülü olmadığı ve milletin tek vücut olup millî hâkimiyet ve Türklük duygusunu hedef edindiği cevabı verilmişti.
Samsun’da güvenlik içinde çalışamayacağını anlayan Mustafa Kemal karargâhını Anadolu’nun içlerine taşımayı gerekli görerek 24 Mayıs’ta Havza’ya geçti. Onun gönderdiği telgraf ve raporlar Meclis-i Vükelâ’da görüşüldü ve Damad Ferid kendisine teşekkürlerini bildirdi. Ancak işgallerin sürmesi ve olayların başka bir yönde gelişmesi hükümetle aralarındaki görüş ayrılıklarını derinleştirerek kısa sürede bir çekişmeye dönüştürdü. Mustafa Kemal, Anadolu topraklarının paylaşılacağına ilişkin haberler karşısında bölgelerini savunmak için kurulan örgütlerle temas kurmaya yöneldi. Bunun ilk ve önemli yansıması kendisiyle birlikte Ali Fuat, Rauf ve Refet (Bele) beylerin imzaladığı, Kâzım Karabekir ile İkinci Ordu müfettişi Mersinli Cemal Paşa’nın muvafakatiyle 21-22 Haziran gecesi ilân edilen Amasya tâmimi oldu. “Vatanın bütünlüğü, vatanın bağımsızlığı tehlikededir” diye başlayan, bu durumdan yine milletin azmi ve kararı ile kurtulma imkânının bulunduğunu belirten ve bu amaçla toplanacak Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas’ta daha büyük çapta bir kongrenin düzenlenmesini öngören bu kararlar Millî Mücadele denen ulusal savaşın ilk bildirisi demekti.
Bu gelişmeler İngilizler’i harekete geçirdi, İstanbul hükümeti de onların baskısı üzerine Mustafa Kemal’i geri çağırmayı kararlaştırdı. General Milne, 6 Haziran’da Harbiye Nezâreti’ne verdiği bir nota ile tanınmış bir generalin Anadolu’da dolaşmasının kamuoyunda huzursuzluk doğuracağını öne sürerek geri çağrılmasını istedi. Siyasal temsilci Amiral Calthorpe da iki gün sonra bu isteği tekrarladı. Hükümetteki görüş ayrılığına rağmen Harbiye Nâzırı Şevket Turgut ve Sadrazam Vekili Mustafa Sabri’nin tâlimatıyla Mustafa Kemal’den İstanbul’a dönmesi istendi. Ancak Mustafa Kemal, İstanbul’a dönecek olursa Ali İhsan (Sabis) ve Yakup Şevki (Subaşı) paşalar gibi tutuklanacağından kuşkulandığı için bu çağrıya uymadı. Saray başkâtipliği aracılığı ile padişaha başvurup hükümetin tutumundan şikâyet ederken verdiği kararı da, “Eğer zorlanırsam görevimden istifa ederek bundan böyle Anadolu’da ve sîne-i millette kalacağım ve vatanî görevime bu defa daha açık adımlarla devam edeceğim... Tâ ki millet istiklâline kavuşsun ve saltanat ve hilâfet yok olmaktan korunsun” diye açıkladı (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 17). Hükümetin Redd-i İlhak ve Müdâfaa-i Hukuk örgütlerinin telgraflarının çekilmesini yasaklaması ve Büyük Ermenistan projesine karşı çıkan Erzurum ve Van valilerini değiştirmesi de Mustafa Kemal’in şikâyetlerine yol açtı. Şeyhülislâm Mustafa Sabri’nin başkanlığında toplanan kabine kendisini görevden almaya karar verdi (23 Haziran 1919). Kâzım Karabekir’in daveti üzerine Erzurum’a gidip kongreye katılmak isteyen Mustafa Kemal, tutuklanması hakkında Dahiliye Nâzırı Ali Kemal’in verdiği emirlere aldırmayarak Amasya’dan yola çıktı ve Sivas üzerinden Erzurum’a ulaştı (3 Temmuz). Onun kongre hazırlıklarıyla ilgilenip İstanbul’a dönmemesi hükümetle ilişkilerinin kopmasına yol açtı. İstanbul hükümeti Takvîm-i Vekāyi‘de yayımlanan bir irade ile kendisinin görevden alındığını açıklarken (8 Temmuz) o da aynı günün gecesinde saraya sunduğu bir dilekçe ile askerlik mesleğine veda ettiğini bildirdi. Kendi deyimiyle artık “sîne-i millette bir ferd-i mücâhid” olmuştu.
Mustafa Kemal, Vilâyât-ı Şarkıyye Müdâfaa-i Hukūk-ı Milliyye Cemiyeti’nin 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’ne Cevat Dursunoğlu’nun istifasıyla boşalan Hasankale delegesi olarak katıldı. Kırk yedi delegeden otuz sekizinin oyunu alarak başkan seçildi. Yaptığı açış konuşmasında içinde bulunulan durumu ana çizgileriyle özetleyerek millî şûra diye andığı bir ulusal meclisin toplanmasının ve millî iradeye dayalı sorumlu bir hükümetin kurulmasının zorunlu olduğunu savundu. Çalışmalara geçildiğinde kongre adına padişaha çekilen telgrafta Mebuslar Meclisi’nin vakit geçirilmeden toplantıya çağrılması istendi. 7 Ağustos’a kadar süren kongrede, Osmanlı vatanının bütünlüğü ve ulusal bağımsızlığın elde edilmesi, saltanat ve halifelik makamının korunması için “kuvâ-yi milliyeyi âmil ve irâde-i milliyeyi hâkim” kılmanın esas alındığı, mütareke sınırları içinde kalan bölgelerdeki müslüman çoğunluğun da birbirinden ayrılmaz öz kardeş olduğu vurgulandı. Millî vicdandan doğan mahallî cemiyetlerin Doğu Anadolu Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleştirilmesi gerekli görüldü. Mustafa Kemal, alınan kararların uygulanması için oluşturulan dokuz üyeli Hey’et-i Temsîliyye’nin de başkanlığına getirildi. Bu görev, Ankara’da yeni bir meclisin toplanmasına kadar geçecek sürede onun yerel bir hükümet başkanı gibi yetkili davranmasına imkân sağlayacaktı. Erzurum Kongresi’yle ulusal direniş örgütlerinin birleştirilmesi yolunda ilk büyük adım atılırken İngilizler gibi Damad Ferid Paşa hükümeti de buna tepki gösterdi. Sadrazam toplantıyı yasa dışı saydığını belirten bir demeç verdi, Amiral Calthorpe ise bu gelişmeyi “vahim” olarak niteledi. Hükümet, İngilizler’in baskısı sonucu Mustafa Kemal ile Rauf Bey’in tutuklanarak İstanbul’a getirilmelerini kararlaştırdı (29 Temmuz). Fakat bu yolda verilen emirler uygulanamadı. Çünkü Kâzım Karabekir’in belirttiği gibi kongre, Mustafa Kemal’in isteğiyle değil büyük ve kanlı tehlikelerin meydana geleceğini kaçınılmaz gören halkın girişimi sonucunda toplanmıştı (ayrıca bk. ERZURUM KONGRESİ). Mustafa Kemal’in dönmeyeceği anlaşılınca taşıdığı askerî nişanlar geri alındı ve fahrî padişah yaverliği de kaldırıldı (9 Ağustos 1919). Kendisine karşı bu girişimlerde bulunulurken kongrede elde edilen sonuçlar ona ülkenin geleceği konusunda önemli gördüğü dönüşümü dile getirme fırsatı da vermişti. Mazhar Müfit Kansu’ya, “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır” diye yazdırmış ve buna tesettürün kalkacağı, fes yerine şapka giyileceği, Latin harflerinin kabul edileceği gibi toplumsal hayatta öngördüğü değişiklikleri de eklemişti (Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I, 130). Kongreden sonra Erzurum Müdâfaa-i Hukuk yönetimi kendisine “şehrin çocukları” arasında yer almasını önermiş (21 Ağustos), o da Erzurum nüfusuna kaydedilmek için başvuruda bulunmuştu.
Bu sırada Amasya kararlarında öngörülen büyük Sivas Kongresi hazırlıklarına da girişildi. Bu sebeple Mustafa Kemal, bazı Temsil Heyeti üyeleriyle birlikte 29 Ağustos’ta Erzurum’dan ayrılarak 2 Eylül’de Sivas’a gitti. Sivas Kongresi 4 Eylül 1919’da açıldı. Hey’et-i Temsîliyye başkanı ve davet sahibi olarak kürsüye çıkan Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi’nden bu yana gelişen olayların bir özetini yaparak çalışmaların vatanın tek bir bütün, milletin tek bir vücut olduğunu göstereceğine inandığını belirtti. Ardından başkan seçimine geçildiğinde onun başkanlığına karşı olan bazı üyeler başkanlığın sırayla yapılmasını önerdi. Fakat bu teklif kabul edilmedi ve Mustafa Kemal üç olumsuza karşı büyük çoğunlukla başkan seçildi. Gündeme geçilmeden delegelerin yapacakları yemin ve padişaha yazılacak telgraf konusunun öne alınması iki gün süren tartışmalara yol açtı. Delegeler, teker teker kürsüye çıkıp particilik gütmediklerine ve özellikle İttihat ve Terakkî Partisi’ni diriltmeye çalışmayacaklarına dair yemin etti. Padişaha çekilecek telgrafta da Mebuslar Meclisi’nin toplanmadığına değinilerek düzenlenen kongrenin yüce halifelik makamına bağlı olduğu belirtildi. Fakat görüşmeler ve tartışmalar, manda sorunu diye özetlenen Amerika Birleşik Devletleri’nin koruması altına girme üzerinde yoğunlaştı. I. Dünya Savaşı sonunda geri kalmış ülkeleri kalkındıracak bir sistem olarak ortaya atılan mandacılık bazı Türk aydınları arasında taraftar bulmuştu. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin mi yoksa İngiltere’nin mi himayesi altına girileceği konusunda görüş ayrılığı yüzünden Wilson Prensipleri ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti adıyla iki ayrı örgüt kurulmuştu. Erzurum Kongresi’nde bu konudaki girişim etkisiz kalmıştı, fakat sorunun Sivas’ta enine boyuna tartışılacağı anlaşılmıştı. Nitekim 7 Eylül’deki toplantıda verilen önergeyle gündeme getirilen manda konusu üç gün boyunca tartışıldı, ancak görüş birliği sağlanamadı. Sonunda kongreyi izlemek üzere gelen Amerikalı gazeteci M. Browne’un Rauf Bey’e yaptığı öneri çıkar yol kabul edildi ve Amerikan Senatosu’ndan Türkiye’deki durumu incelemesi için bir heyet göndermesinin istenmesine karar verildi. Bu amaçla yazılan telgrafta, kongrenin imparatorluk nüfusunun çoğunluğunun isteklerini tahakkuk ettirme yanında azınlıkların bütün menfaatlerini korumak amacıyla toplanıp gerekli kararları aldığı belirtildi. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Rauf Bey ve başkanlık kurulunun öteki üyelerince imzalanan telgraf Washington’a gönderilirken İngilizce bir kopyası da Browne’a verildi (Atatürk’ün Milli Dış Politikası, I, 189).
Kongrede Erzurum Kongresi’nde kabul edilmiş olan tüzük ve bildiri üzerinde gereken değişiklikler yapıldı ve bütün millî cemiyetlerin birleştirilmesi amacıyla Vilâyât-ı Şarkıyye Müdâfaa-i Hukuk adı Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti olarak değiştirildi. Mebuslar Meclisi’nin de bir an önce toplanmasını sağlamaya karar verildi. Erzurum’da seçilen Hey’et-i Temsîliyye’ye altı üye daha eklenerek üye sayısı on beşe çıkarıldı. Kongre çalışmaları 11 Eylül’de sona erdi. Alınan kararların padişaha ulaştırılmasına da önem verildi. Çünkü kongreyi önleme ve üyeleri tutuklatma girişimi yüzünden Temsil Heyeti ile Damad Ferid Paşa hükümeti arasındaki ilişkiler kopmuştu. Bu sebeple kongre çalışmaları sürerken padişaha bir telgraf yazılarak hükümetin girişimlerinden şikâyet edilmişti (ayrıca bk. SİVAS KONGRESİ). Telgrafın saraya ulaşmasına engel olunduğu anlaşılınca genel kurulun aldığı bir kararla İstanbul hükümetiyle haberleşmeler kesildi (12 Eylül). Bu durum karşısında Damad Ferid bir süre daha dayandıktan sonra istifa etmek zorunda kaldı (1 Ekim 1919).
Sadârete getirilen Ali Rızâ Paşa hükümetiyle Temsil Heyeti arasında başlayan yazışmalar İstanbul ile Anadolu arasındaki kopukluğu giderir gibi oldu. Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal ile Rauf Bey ve hükümet adına Bahriye Nâzırı Sâlih Paşa Amasya’da bir araya geldi. 20-22 Ekim tarihleri arasında üç gün süren Amasya görüşmelerinde genel olarak Sivas Kongresi bildirisinde yer alan konular üzerinde görüş birliğine varıldı. Sonunda beş ayrı metin (protokol) imzalandı. Bunların ikisinde hükümetin ve Temsilciler Heyeti’nin karşılıklı istekleri sıralandı, barış konferansına gönderilecek delegeler için bazı adlar belirlendi ve mebus seçimlerinde İttihatçı tanınanlarla Ermeni tehcirinde suç işleyenlerin ve ülke aleyhine çalışanların aday gösterilmemesine karar verildi. Ancak Mustafa Kemal’in meclisin işgal altındaki başşehirde çalışamayacağı görüşünü ısrarla savunması karşısında Sâlih Paşa kişisel olarak buna katıldı, fakat kesin kararın hükümetçe verileceğini bildirdi. İstanbul hükümeti, Amasya protokolleriyle Mustafa Kemal’in öncülüğünde gelişmekte olan Anadolu harekâtını artık bir ayaklanma olarak suçlamaktan vazgeçmiş oluyordu. Fakat bu yakınlaşmayı istemeyen İngiliz yüksek komiseri Amiral Robeck hükümetine gönderdiği raporda (4 Kasım 1919), “İstanbul, Tanca gibi uluslararası bir rejimle yönetilebilir, İngiltere de bu büyük ve önemli şehri rehine olarak kendi elinde tutabilir” diye İstanbul’un işgal edileceğinin işaretini verdi.
Öte yandan, Müdâfaa-i Hukuk üyeleri ve komutanların birçoğu seçimlere girdiğinden Mustafa Kemal de Erzurumlular’ın verdiği 500 imzalı bir önergeyle oradan aday gösterildi ve seçildi. Fakat meclisin nerede toplanacağı henüz kesinlik kazanmamıştı. Temsil Heyeti, bu konuda bir görüş belirlemek amacıyla Anadolu direnişini destekleyen komutanlarla ortak bir toplantı yapılmasını gerekli gördü. Mustafa Kemal’in başkanlığında 16 Kasım’dan 28 Kasım’a kadar süren bu toplantılarda meclisin nerede toplanacağı, Temsil Heyeti’nin durumunun ne olacağı ve Paris Barış Konferansı’nın vereceği kararlardan sonra nasıl davranılacağı konuları ele alındı. Nihayet meclisin İstanbul’da toplanmasında zorunluluk görüldü. Ancak orada belirli bir doğrultuda hareket edebilmek için seçilen mebuslarla bölgesel toplantılar yapılması yararlı bulundu. Temsil Heyeti meclisin güvenli çalışmasına kadar dışarıda kalıp varlığını sürdürecekti. Bu kararlar çerçevesinde Temsil Heyeti’nin de Eskişehir yakınında bir yere nakledilmesi öngörüldü. Bu arada işgalci İngiltere ile Fransa arasındaki görüş ayrılıklarının belirginleşmesi, Fransa’nın Suriye yüksek komiseri George Picot’yu önceden bazı imtiyazlar sağlamak düşüncesiyle Mustafa Kemal ile bir görüşme yapmaya sürükledi. Kendisiyle Sivas’ta yapılan görüşmelerde (8 Aralık) mütareke sınırları içerisinde bir karış toprağın bile elden çıkarılamayacağı kesin bir dille anlatılınca bir sonuca varılamadı.
Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Temsil Heyeti’nin diğer üç üyesiyle birlikte 18 Aralık 1919’da Sivas’tan ayrıldı. Hacıbektaş ve Kayseri’de yaptığı konuşmalarda kurtuluş için kuvâ-yi milliyeyi âmil kılmanın şart olduğunu vurguladı. Kafile, dokuz gün süren yolculuk sonunda 27 Aralık 1919’da Dikmen sırtlarında Kolordu Komutanı Ali Fuat ve Vali Vekili Yahya Galib’in başlarında bulunduğu Ankaralılar tarafından karşılandı. Atlı seymenler yol boyunca sıralanırken Müdâfaa-i Hukuk Başkanı Rifat Efendi ile (Börekçi) yanındakiler bugünkü Genelkurmay Başkanlığı önünde yer aldı. Şehre varıldığında Mustafa Kemal halkla birlikte Hacıbayram Türbesi’ni ziyaret etti. Oradan hükümet binasına, daha sonra da konuk edileceği Kalaba’daki Ziraat Mektebi’ne (bugün Meteoroloji Genel Müdürlüğü) geçildi. Aynı gün akşam yayımlanan bir bildiriyle de Temsil Heyeti merkezinin şimdilik Ankara olduğu duyuruldu. Mustafa Kemal, ertesi gün Ziraat Mektebi salonunda toplanan Ankaralılar’a içinde bulunulan durumu anlattı. Mondros Mütarekesi’nden sonraki olayları özetleyip güçlükleri yenmek için öncelikle halkın ve fertlerin bilinçlenmesi gerektiğini hatırlatarak, “Fertler düşünür olmadıkça kitleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya fena yönlere sürüklenebilir” dedi ve amaca varabilmek için siyasî çabalardan çok toplumsal çabalara ihtiyaç olduğunu belirtti.
Ankara’ya gelen mebuslarla yapılan toplantılarda mecliste Sivas Kongresi kararları doğrultusunda çalışacak güçlü bir grubun kurulması, uygulanacak bir siyasal programın hazırlanması, meclisin dağıtılması halinde onu yeniden toplantıya çağırabilmek için Mustafa Kemal’in başkan seçilmesi konuları üzerinde duruldu. Bu sırada İstanbul hükümeti de Mustafa Kemal’in nişanlarının ve yaverlik unvanının iade edilmesini uygun buldu. Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’nın, Mustafa Kemal’in herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın askerlikten çıkarılmış olduğunu belirterek onun kendiliğinden istifa etmiş sayılması yolundaki önerisi Bakanlar Kurulu’nca yerinde bulundu (28 Aralık). Fakat bu konuda yeniden padişahın iradesine başvurma gereği duyuldu. Vahdeddin bu öneriyi bir ay sonra 3 Şubat 1920’de onayladı, ancak metin yayımlanmadı. Sonuç Mustafa Kemal’e bildirilirken de bu iradenin şimdilik açıklanmaması rica edildi (Nutuk, III, 233).
Son Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsanı, 12 Ocak 1920’de Padişah Vahdeddin’in Dâhiliye Nâzırı Şerif Paşa tarafından okunan bir konuşmasıyla açıldı. Sivas’ta alınan karar gereğince Mustafa Kemal İstanbul’a gitmeyip Ankara’da kaldı. Meclis başkanlığına çektiği kutlama telgrafında Müdâfaa-i Hukuk adı altında birleşmiş olan milletin bundan böyle meclisin koruyucusu olduğunu, istiklâl ve mevcudiyetini sonuna kadar savunacağını belirtti. Mecliste başkan seçimine 31 Ocak’ta geçildi. Ankara’da öngörülenin aksine Mustafa Kemal başkanlık için aday gösterilmedi. Reşat Hikmet Bey başkan seçildi. Onun çok geçmeden ölümü üzerine yapılan seçimi de Celâleddin Ârif Bey kazandı. Oluşturulan meclis grubuna beklenenin aksine Müdâfaa-i Hukuk değil Felâh-ı Vatan adı verildi.
Mustafa Kemal’in uzaktan yönlendiremediği bu gelişmelere rağmen Meclis-i Meb‘ûsan, daha başkanını seçmeden Ahd-i Millî (Mîsâk-ı Millî) adı verilen çok önemli bir metni kabul etti. Kurtuluş Savaşı’nın siyasal programı demek olan bu metnin nasıl oluşturulduğu yolunda değişik iddialar öne sürülmekteyse de ana çizgilerinin Ankara’da hazırlandığı ve son aşamada Mustafa Kemal’in İstanbul’a yeni bir metin gönderdiği anlaşılmaktadır. Mebuslar Meclisi’nde bu amaçla kurulan komisyonun çalışmaları sürerken ATASE Arşivi’ndeki 21 Ocak tarihli bir şifre/telgraf, Mustafa Kemal’in Rauf Orbay aracılığı ile İstanbul’a yeni bir metin gönderdiği ve bu metinle Mîsâk-ı Millî olarak yayımlanan metnin bazı kısaltmalar ve değişiklikler dışında örtüştüğü tesbit edilmektedir. Komisyonca son biçimi verilen metin 28 Ocak 1920’de imzaya açıldı. Ancak 17 Şubat’ta Edirne mebusu Şeref Bey (Aykut) bir öneriyle bunu gündeme getirdi ve arkasından Ahd-i Millî Beyannâmesi başlığı verilen metni okudu. Haklı ve sürekli barışa ulaşabilmek için elde edilmesi gereken asgari şartları içeren metin Mîsâk-ı Millî adıyla yayımlandı.
İstanbul ile Temsil Heyeti arasındaki bu yakınlaşma İngilizler’i hiç memnun etmedi. Hükümete verdikleri bir nota ile Kuvâ-yi Milliyeciler’in güçlerini arttırmalarına yol açan Harbiye Nâzırı Cemal Paşa ile Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Reisi Cevat Paşa’nın (Çobanlı) görevden alınmasını istediler. Mustafa Kemal’in bu isteğe karşı direnilmesi yolundaki telkinlerine rağmen her iki komutan da istifa etti. Londra’dan 28 Şubat 1920’de İstanbul’daki komiserliğe verilen tâlimatta, Kilikya’daki Ermeni katliamını önlemek ve suçluları cezalandırmak için İstanbul’u işgal etmenin düşünüldüğü bildirildi, arkasından da İstanbul hükümetinden Yunanlılar karşısındaki millî birliklerin geri çekilmesi istendi. Ali Rızâ Paşa bunu yerine getiremeyeceğinden istifa etmek zorunda kalınca sadârete Sâlih Paşa getirildi. Bu arada İngiliz hükümeti, 6 Mart’ta temsilcisine İstanbul’un işgal edileceğini ve Mustafa Kemal’in azlinin isteneceğini bildirmekte sakınca görmedi (Şimşir, I, nr. 145). Nitekim ardından Türk Ocağı binasına el konuldu (9 Ocak). Rauf Bey, Kuvâ-yi Milliye öncülerinin tutuklanacağına ilişkin aldığı haberi Mustafa Kemal’e bildirirken bunun bir blöf olduğunu söylüyordu. Meclisin de kapatılacağını düşünen Mustafa Kemal, Rauf Bey’i ve bütün millîcileri süratle İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya gelmeleri yönünde uyardı. Bununla da kalmayarak gerektiğinde Anadolu’da kurulacak hükümette görev üstlenecek yetkin kişilerin de Ankara’ya gelmesini istedi. Fakat parlamenter sistemin öncüleri olan İngilizler’in bir millî meclisi dağıtacaklarına ihtimal vermeyen Rauf Bey İstanbul’dan ayrılmadı.
Osmanlı başşehrinin işgal edildiği haberini alan Mustafa Kemal için Hey’et-i Temsîliyye başkanı olarak öteden beri düşündüğü önlemleri uygulamaya koyma zamanı gelmiş demekti. Ankara’da bir kurucu meclisin teşkiline ilişkin olarak hazırladığı metni kolordu komutanlarına gönderip görüşlerini almak istedi. Gelen cevaplar doğrultusunda gerekli değişiklikler yapıldı ve adı Olağanüstü Yetkilere Sahip Meclis’e çevrildi. 19 Mart’ta Mustafa Kemal’in imzasıyla yayımlanan bildiriye göre meclis her sancaktan seçilecek beşer üye ile İstanbul meclisinden gelecek üyelerin katılımıyla oluşacaktı. Ancak İngilizler baskılarını daha da arttırınca Damad Ferid Paşa hükümeti Kuvâ-yi Milliye önderlerinin âsi olduğunu ilân eden bir bildiri neşretti; buna paralel olarak da Şeyhülislâm Dürrîzâde Abdullah Beyefendi’nin imzaladığı, âsilerin katledilmesinin şer‘an vâcip olduğunu belirten bir fetva çıkarılmıştı (10 Nisan). Ertesi gün padişahın bir iradesiyle Meclis-i Meb‘ûsan kapatıldı. Böylece Millî Mücadele için talihsiz bir döneme girildi. Dürrîzâde’nin fetvasına karşılık Ankara müftüsü Rifat Efendi’nin (Börekçi) hazırladığı ve 153 müftünün imzaladığı bir fetva yayımlanıp düşman devletlerinin zoruyla çıkarılan fetvaya uymanın dinen câiz olmadığı bildirildi. Fakat gerçekte her iki fetva da etkisiz kalmadı. Şeriata ve halifeliğe bağlı olmaları sebebiyle Dürrîzâde’nin fetvasına uyanlar, şiddetli propagandaların da etkisiyle Hilâfet Ordusu (Kuvâ-yi İnzibâtiyye) adıyla kurulan birliklerde yer alarak yurdu kurtarmaya çalışan millîcilerle karşı karşıya geldi. Damad Ferid Paşa hükümeti, Anadolu harekâtının elebaşısı olarak görülen Mustafa Kemal ile arkadaşları hakkında askerî mahkemede dava açma yoluna gitti. Nemrut Mustafa başkanlığındaki dîvânıharbin 1 Mayıs 1920’de açıklanan kararına göre Mustafa Kemal ile Kara Vâsıf, Ali Fuat Bey, Alfred Rüstem, Adnan Bey (Adıvar) ve Halide Edip fitne ve fesat çıkardıkları, anayasaya aykırı olarak para ve asker topladıkları için idama mahkûm edildi. Padişah, 24 Mayıs 1920’de kararı sanıkların ele geçirildiklerinde yeniden yargılanmaları kaydıyla onayladı.
Mustafa Kemal’in başkanlığında yapılan toplantılarda meclise Büyük Millet Meclisi adının verilmesi kararlaştırıldı; meclis içinden bir icra heyeti oluşturulması ve meclis başkanının bu heyetin de başkanı olması öngörüldü. Mustafa Kemal imzasıyla yayımlanan genelgede meclisin açılacağı 23 Nisan Cuma günü yurdun her tarafında törenler düzenlenmesi istendi. O gün halkın da katılımıyla Hacı Bayrâm-ı Velî Camii’nde Mustafa Kemal’le birlikte cuma namazı kılan milletvekilleri oradan meclise geldi. İlk toplantı 115 üyenin katılımıyla en yaşlı üye Sinop milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında açıldı. Davet sahibi ve Ankara milletvekili sıfatıyla söz alan Mustafa Kemal hangi şartlar altında toplanıldığını anlattı. Meclisin ilk önemli kararları 24 Nisan’da alındı ve başkan seçimi de yapıldı. O gün sık sık kürsüye gelen Mustafa Kemal, İtilâf devletleri ve İstanbul hükümetiyle ilişkiler yanında Arap dünyası, Sovyet Rusya ve bağımsızlıklarına kavuşmuş olan Kafkas devletleri Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a karşı izlenmesi gereken siyaset konusunda bazı ilkeler belirlemiş olduğunu gösterdi. Onun yaptığı öneriyle Hey’et-i Temsîliyye’nin görevinin sona erdiği kararlaştırıldı. Arkasından bir icra heyeti kurulmasına ilişkin olarak hazırlanan önergeyi okuyup bunun onaylanmasını istedi. Buna göre millete ait bütün işleri görmek, memleketin ve halifeliğin kurtuluşunu sağlamak amacıyla kurulan meclisin üstünde hiçbir kuvvet mevcut olmayacaktı. Hükümet teşkilâtı, esasta sorumsuz bir hükümet başkanı ile yasama yetkisine sahip denetleyici bir meclis ve meclisin güvenini taşıyan bir icra heyetinden oluşacaktı. Yürütme gücünü üstlenecek üyelere vekil denilecekti. Meclis başkanı, icra heyetinin de başkanı olarak meclis adına imzaya ve kararları onaylama yetkisine sahip olacaktı. Padişah ve İslâm halifesi, her türlü zorlama ve baskıdan kurtulup tamamen hür ve müstakil olarak kendini milletin sadık sinesinde gördüğü gün yüce meclisin tanzim edeceği kanunî esaslar dairesinde saygın yerini alacaktı. Geçici kaydıyla da olsa Anadolu’da bir hükümet başkanı ya da padişah kaymakamı meydana çıkarılmayacaktı. Başkan seçimine geçildiğinde Mustafa Kemal’den başka aday gösterilmedi ve böylece Mustafa Kemal, oylamaya katılan 120 üyeden 110’unun oylarıyla Büyük Millet Meclisi başkanı seçildi. Hükümetin kurulmasına ilişkin yasa çıkarılıncaya kadar başkanlığını Büyük Millet Meclisi başkanının yapacağı altı üyeli Muvakkat İcra Heyeti oluşturuldu.
Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar Ziraat Mektebi’nde kalan Mustafa Kemal yeni görevler üstlenince demiryolu istasyonundaki idare binasına taşındı. Ankara halkı, 1921 başlarında bugün Çankaya denilen semtte Bulgurluzâdeler’in malı olan iki katlı bağ evini satın alarak kendisine hediye etti. Mustafa Kemal evi ordu adına devir ve ferağ ettiğinden burası Ordu Köşkü diye anılır oldu. Köşk 1924’te bazı ilâvelerle bugünkü duruma getirildi. Ancak bu haliyle de ihtiyaca cevap vermediğinden 1932’de Pembe Köşk diye nitelenen yeni bir köşk yaptırıldı. Mustafa Kemal, meclis ve hükümet başkanı olarak 13 Eylül’de meclise anayasa taslağı sayılabilecek bir halkçılık programı sundu. Bu metin başka önerilerin de eklenmesiyle 20 Ocak 1921’de Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu adıyla yasalaştı. Belirlenen maddeler dışında Kānûn-ı Esâsî hükümlerini de saklı tutan bu yasanın temel felsefesi hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğunun vurgulanması ve kuvvetler birliği ilkesinin kabul edilmesiydi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu. Büyük Millet Meclisi hükümetinin kurulması ile Millî Mücadele tek bir merkeze kavuştu. 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması Anadolu topraklarının bile paylaşıldığını gösterdi. Fakat bu varsayımlara karşı daha 1920 yılı dolmadan doğuda Ermeniler’e karşı ilk zafer kazanıldı. Bunu Batı Anadolu’da Yunanlılar’a karşı kazanılan İnönü zaferi izledi (10 Ocak 1921). Bazılarınca “çete savaşı” diye küçümsenen bu savaşı Mustafa Kemal “ülkenin kutsal topraklarını düşman istilâsından kurtaracak olan kesin zaferin başlangıcı” olarak niteledi. Öyle ki meclis kürsüsünden de Nâmık Kemal’in dizelerini, “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini / Bulunur kurtaracak baht-ı kara mâderini” şeklinde değiştirerek okumuştu. Büyük Millet Meclisi ordularının bu başarıları karşısında İngiltere, Fransa ve İtalya, 1921 Şubatında Londra’da düzenledikleri konferansa Ankara’yı da çağırmak gereğini duymuşlardı. Ancak bu toplantıya katılan Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in (Kunduh) söz konusu devletlere bazı imtiyazlar tanıyan sözleşmeler imzalaması Mustafa Kemal’in sert tepkisine yol açtı. Meclis görüşmelerinde bunların memleketin bütünlüğüne ve millî hâkimiyet ilkesine ters düştüğünü belirtince sözleşmeler reddedildi. Meclisin yeni toplantı yılını açış konuşmasında da, “Artık yeis ve üzüntü günleri çok arkada kaldı. Biz hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz. Meşrû isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak kanların mesuliyeti şüphesiz sebep olanlara ait olacaktır” diye geleceğe güvenini belirtti.
Öte yandan Batılı emperyalist devletlere ve onların rejimlerine karşı savaş açmış olan Sovyet Rusya’nın maddî ve mânevî desteğini sağlamada yararın ötesinde zorunluluk gören Mustafa Kemal onlarla ilişki kurmaya yöneldi. Bu konuda ayrıca Kâzım Karabekir’den destek alınca meclisin açılışından üç gün sonra Büyük Millet Meclisi başkanı olarak Lenin’e bir mektup yazıp emperyalistlere karşı iş birliği çerçevesinde cephane ve para yardımında bulunulmasını istedi. Yazışmalar sürerken 1920 Mayısında Moskova’ya önce özel bir heyet gönderildi ve arkasından da Ali Fuat Bey büyükelçi olarak tayin edildi (21 Kasım 1920). Sovyetler, üç livâdan biri olan Batum’u Türkiye’ye bırakmak istemediklerinden pazarlıklar hayli uzun sürdü; sonunda 16 Mart 1921’de Moskova’da bir Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalandı.
Çok geçmeden Yunanlılar İnönü’de ikinci defa yenilgiye uğratıldı (1 Nisan 1921). Mustafa Kemal’in kutlama telgrafında yer alan, Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver) kaleminden çıkmış değerlendirme ile İsmet Paşa bu savaşta “milletin mâkûs talihi”ni yenmişti. Üstelik bu başarı karşısında Fransızlar da Ankara Antlaşması’nı imzalayıp (20 Ekim 1921) işgal ettikleri Antep’ten ve Adana’dan çekildi. Söz konusu antlaşma ile Sancak diye anılan Antakya ve İskenderun özel bir statüye bağlanarak Suriye’ye bırakıldı. Ancak Mustafa Kemal “Hatay sorunu” adını verdiği bu kaybı hayatının sonlarında çözecekti.
Yunanistan ise İngiltere’nin desteğine dayanarak yeniden askerî harekâta girişti. Kral Kostantin İzmir’de “Bizans’a, Ankara’ya!” diye bağıran Rumlar’ın gösterileriyle karşılandı. Afyon ve Kütahya Yunanlılar’ın eline geçince Mustafa Kemal, Türk birliklerinin Sakarya doğusuna çekilmesinin yerinde olacağına karar verdi. Bu arada Eskişehir’in de elden çıkması Ankara’da büyük heyecana yol açtı, meclisteki görüşmelerde Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesi önerildi. Mustafa Kemal ise başkomutanın başarılı olabilmesi için geniş yetkilerle donatılmasını, ancak bu yetkilerin belirli süreyle sınırlandırılmasını istemişti. Ertesi gün Rıza Nur ve arkadaşlarının verdiği bir önerge Başkumandanlık Kanunu olarak yasalaştı (5 Ağustos 1921). Başkomutan, Büyük Millet Meclisi’nin sahip olduğu bütün yetkileri taşıdığından yayımlayacağı emirler yasa gücünde kararnâme hükmünde olacaktı. Başkomutanlık süresi üç ayla sınırlandırılmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal, hemen o gün bir bildiriyle Yunanlılar’ın Anadolu’nun “harîm-i ismet”inde boğulacağına olan inancını dile getirmişti. 7 Ağustos’tan başlayarak birbiri arkasına Tekâlîf-i Milliyye adı verilen emirler yayımlandı. Bu emirlerle ordunun giyim kuşamdan başlayarak yiyecek, araç gereç ve silâh ihtiyacının karşılanması için vatandaşlardan mallarının belirli bir kısmını makbuz karşılığında orduya vermeleri istendi. Bunun için ilçelerde kaymakamların başkanlığında komisyonlar oluşturulacaktı. Vatandaşlara teslim ettikleri malların değerleri savaş sonrasında ödenecek, taşıt vasıtaları da iade edilecekti. Uygulamada her işlemin belgelenmesi öngörülmüştü, buna uymayanlar vatana hıyanet kanununa göre yargılanacaktı.
Bu sırada ilerleyen Yunanlılar, Sakarya’nın batısındaki Türk birlikleriyle karşı karşıya geldiler ve 23 Ağustos’ta saldırıya geçtiler. Böylece yirmi bir gün yirmi bir gece süren kanlı bir savaş başladı. Düşmanı yıpratıp sonunda kuvvetlerini bir yerde toplayarak gerekli darbeyi indirmeyi düşünen başkomutan ordularına, “Hatt-ı müdâfaa yoktur, sath-ı müdâfaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça düşmana bırakılamaz” emrini verdi.
Cephedeki kritik durum Ankara’da dalgalanmalara yol açtı ve her ihtimale karşı devlet dairelerinin Kayseri’ye taşınması için hazırlığa başlandı. Öte yandan savaş bütün hızıyla devam ederken Mustafa Kemal ata binerken ayağı kayıp düştüğünden köprücük kemiği kırıldı. Tedavi için Ankara’ya getirildi ve on gün istirahat tavsiye edildi; fakat kendisi, ordusu savaşan bir başkomutanın dinlenemeyeceğini belirterek hemen ertesi gün cepheye döndü. Sonunda Yunanlılar Sakarya’nın batısına püskürtüldü (12 Eylül).
Sakarya zaferinin kazanılması üzerine Fevzi Çakmak ile İsmet İnönü, meclis başkanlığına gönderdikleri bir telgrafla Başkomutan Mustafa Kemal’e müşirlik rütbesiyle gazi unvanının verilmesini önerdiler. Aralarında Celâl Bayar, Hamdullah Suphi ve Refik Şevket İnce’nin de bulunduğu altmış sekiz milletvekilinin imzasıyla bu konuda başkanlığa bir kararnâme sunuldu. 19 Eylül 1921’de birleştirilerek oya sunulan önergeler oy birliğiyle kabul edildi. Mustafa Kemal ise teşekkür konuşmasında zaferin Türk ordusunca kazanıldığını vurgulayarak, “Mükâfatlandırmanızın hakiki muhatabı yine ordumuzdur” demişti.
Yunanlılar’ın henüz Anadolu’dan çıkartılmamış olması mecliste bazı eleştirilere sebep oldu. 1920 sonlarında mecliste çeşitli gruplar oluşmaya başlamış, Mustafa Kemal de bunlara karşılık Erzurum ve Sivas kongrelerine hâkim olan anlayışı sürdürebilmek için Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu kurulmasına ön ayak olmuştu (10 Mayıs 1921). Gruplar arasında anlaşmazlık Sakarya’dan sonra başkomutanlık süresinin uzatılmasında meydana çıkmıştı. Konunun gündeme alındığı ve Mustafa Kemal’in katılmadığı oturumda (4 Mayıs 1922) bazı milletvekilleri başkomutanın meclisin hakkını zorla aldığını ve ordunun harekete geçecek güçte olmadığını öne sürdüler. Bu yüzden sürenin uzatılması için gereken oy sağlanamadı. Ancak iki gün sonraki gizli oturumda genel siyasal durum ve ordu hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunan Mustafa Kemal ordunun iki gündür başsız olduğunu, halbuki düşman karşısındaki bir ordunun başsız kalamayacağını vurgulayarak sözlerini, “Başkomutanlığı bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım” diye bitirdi. Tartışmalardan sonra yapılan oylamada sürenin üç ay daha uzatılması büyük çoğunlukla kabul edilmiş, bundan sonraki uzatmada ise muhalefetle karşılaşılmamıştı.
Müttefiklerin Türkiye konusunda yeni bir konferans toplayacakları anlaşıldığından Ankara’nın görüşlerini anlatabilmek için Hariciye Vekili Yusuf Kemal’in (Tengirşenk) Fransa ve İngiltere’ye gönderilmesine karar verildi. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Bakanlar Kurulu’nda kendisinin Padişah Vahdeddin’le görüşmesi de uygun bulundu. İstanbul’a giden Yusuf Kemal padişah tarafından kabul edildiğinde ona, “Büyük Millet Meclisi hükümeti sizin tarafınızdan Büyük Millet Meclisi’nin tanınmasını istiyor” demiş, fakat padişah buna hiçbir cevap vermemişti (Vatan Hizmetinde, s. 257). Onun Avrupa’daki temaslarından da bir netice alınamamıştı.
Bir meydan savaşından önce barış yollarını sonuna kadar kullanmaya çalışan Mustafa Kemal, Fransızlar’ı bu çizgiye çekebilmek için İzmit’te ünlü yazar Claude Farrer ile görüştü (21 Ocak 1922). Fransız İhtilâli’nin yıl dönümü olan 4 Temmuz’da Ankara’daki Fransız temsilciliğinde yaptığı konuşmada, “Ümit ederim ki hürriyet ve bağımsızlık için milyonlarca evlâdını topraklara gömmüş olan Fransa’nın bugünkü çocukları da Türkiyemizin haklı isteklerini kavramış bulunsunlar” demişti. Bununla da yetinmeyerek Kûtül‘amâre’de Türkler’e esir düşen ve mütareke isteklerine aracılık yapan İngiliz Generali Townshend’den yararlanmak isteyerek Konya’da onunla buluştu (26 Temmuz 1922). Müttefiklerin kamuoyunu etkileyen bu buluşmalardan sonra Dahiliye Vekili Fethi Bey’in Paris ve Londra’ya gönderilmesi yararlı görülmüştü. Fakat o da olumlu bir sonuç alamamış ve Ankara’ya gönderdiği raporda, “Millî maksatlarımızın elde edilmesi ancak askerî hareketle kabil olabilecektir” demişti. Böylece 26 Ağustos 1922 sabahı Türk ordusu “Sat planı” diye adlandırılan plan uyarınca bütün cephe boyunca saldırıya geçti. 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da etrafı sarılan Yunan tümenleri büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Başkomutan Mustafa Kemal tarafından yönetildiği için o günkü savaşlara Başkomutan Savaşı adı verilmişti. Mustafa Kemal bunu 1363’te Sırplar’a karşı kazanılan Sırp Sındığı savaşına benzeterek Rum Sındığı savaşı diye nitelemiş, 1 Eylül’de de ordularına, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini vermişti. 9 Eylül’de İzmir’e varan Türk birlikleri hükümet konağına yeniden Türk bayrağını çektiler ve Bandırma’nın kurtarılmasıyla (18 Eylül) Batı Anadolu Yunanlılar’dan tamamıyla temizlendi. Sıra Doğu Trakya’nın kurtarılmasına gelmişti. Ancak Çanakkale’ye doğru ilerleyen birlikler karşılarında bu defa İngilizler’i buldu. Baş gösteren çarpışma ihtimali, Mustafa Kemal’in kararın Yunanlılar’ı saldırıya sevkeden tarafa ait olduğunu belirtmesi ve Fransız yüksek komiseri Pelle ile Henry Franklin-Bouillon’un ara buluculuk yapmalarıyla giderilerek mütareke görüşmelerine başlanması kararlaştırıldı. Mudanya’da yapılan ve Yunan temsilcisinin katılmadığı görüşmeler sonunda imzalanan mütareke ile (11 Ekim 1922) Doğu Trakya’nın boşaltılması sağlandı. İstanbul ve Boğazlar barış antlaşmasına kadar müttefiklerin elinde kalacaktı, fakat Refet Bey kumandasındaki seçme bir birlik ayın on dokuzunda İstanbul’a girdi.
Bu sırada müttefiklerin barış konferansına İstanbul ve Ankara hükümetlerini birlikte çağırmaları saltanatın konumunu gündeme getirmişti. Tevfik Paşa’nın görünüşte birliği korumak için Ankara’da seçilecek bir temsilcinin özel tâlimatla gönderilmesi yolundaki başvurusuna Mustafa Kemal, “Türkiye Devleti yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından temsil edilir” cevabını verdi. Söz konusu başvuru Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de tepkilere yol açtı. Tartışmalar sürerken Sağlık Bakanı Rıza Nur ile Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) yetmiş yedi arkadaşıyla birlikte bir önerge verip Osmanlı Devleti’nin sona erdiğinin karar altına alınmasını istediler. Rauf Bey ile Refet Bey bu önergeye karşı çıktılarsa da önerge komisyona gönderildi. Bu arada toplanan Müdâfaa-i Hukuk grubunda saltanat sisteminin ömrünü doldurduğunu söyleyen Mustafa Kemal, meclisin 1 Kasım günkü toplantısında uzun bir konuşmayla halifeliğin nasıl ortaya çıktığını ve tarihî seyrini açıklayarak halifelikle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini savundu. Mesele verilen önergelerle birlikte ortak komisyona havale edildi. Orada bu iki gücün birbirinden ayrılamayacağı görüşü dile getirilince söz alan Mustafa Kemal, Türk milletinin ayaklanarak egemenliğini kendi eline aldığını, bu durum karşısında sorunun bir gerçeği tesbit etmekten ibaret olduğunu vurgulayıp önergenin kabulünü istedi; aksi halde gerçeğin kendi yöntemine göre belirleneceğini, ancak belki birtakım kafaların kesileceğini de ekledi (Söylev, II, 505). Bu gözdağı karşısında Ankara milletvekili Mustafa Efendi, “Biz meseleyi başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızdan aydınlandık” diyerek meseleyi Erzurum Kongresi’nden beri savunulan millî hâkimiyet açısından değerlendireceklerini belirtti. Böylece ortak komisyon iki maddelik bir karar tasarısı hazırladı. Bunda, Osmanlı saltanatının İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920 tarihinde sona erdiği hükmü yer aldı. Halifeliğe de meclisçe Osmanlı ailesinden seçilecekler getirilecekti. Taslak aynı gün mecliste açık oylamaya sunuldu. Saltanatın kaldırılmasına yalnızca Ziya Hurşit muhalif kalmıştı. Padişaha gelince Refet Bey durumu kendisine açıklayarak dilerse halife olarak kalabileceğini belirtmişti. Fakat kendini güven altında hissetmeyen son padişah İngilizler’le ilişki kurmaya yöneldi ve yüksek komiser Rumbold ile görüştü. 10 Kasım Cuma günkü hutbelerde Vahdeddin adı bazı camilerde eskisi gibi sultan-halife, bazılarında yalnızca halife olarak anıldı. 16 Kasım’da işgal orduları başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazan Vahdeddin İngiltere Devleti’ne iltica ettiğini bildirdi ve bir an önce İstanbul’dan başka bir yere götürülmesini talep etti. Ertesi gün Malaya zırhlısı ile Malta’ya götürüldü. Vahdeddin İngilizler’e sığınınca üzerindeki halifelik unvanının alınması gerekli görülmüştü. Meclisin 19 Kasım toplantısında ilk olarak Şer‘iyye Evkaf Vekili Vehbi Efendi’nin bu durumda halifeliğin münhal olduğuna ilişkin fetvası okundu. Seçime geçildiğinde Sultan Abdülaziz’in oğlu ve Vahdeddin’in veliahdı Abdülmecid Efendi 148 oyla halife seçildi.
Saltanatın kaldırılmasıyla barış görüşmelerine Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin tek başına katılması sağlanmıştı. Lozan’da 20 Kasım 1922’de başlayan görüşmeler araya giren iki buçuk aylık bir kesintiyle iki devre olarak sürdürüldü. Konferansın bu kadar uzun ve çok çetin geçmesi orada yalnız Türk-Yunan savaşının sonuçlarının değil, 600 yıllık bir imparatorluğun çöküşünün meydana çıkardığı sorunların ve müttefiklerin Osmanlı Devleti’nden elde etmiş oldukları kapitülasyon denen imtiyazların da ele alınmasından kaynaklanmıştı. Mustafa Kemal’in tahmin ettiği gibi konferansta Şark meselesi yeniden çalışmalar içine sokulmuştu. Müzakereler boyunca Türk heyetine en büyük destek Mustafa Kemal’den gelmişti. Müttefiklerin Ocak 1923 sonlarında sunduğu taslağı kabul edilemez bulan Mustafa Kemal İzmir’de halkla konuşmasında, “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi gerekir. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On yıl, yirmi yıl sonra aşağılanmış bir biçimde ölmektense şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi tercih etmeliyiz” diye kesin bir tavır almıştı. İsmet İnönü de, “Memleketimi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam” deyince görüşmeler kesilmiş ve Türk delegasyonu Ankara’ya dönmüştü. Meclisteki görüşmelerde bazı milletvekilleri sert eleştirilerde bulunmuştu. Fakat Mustafa Kemal, Türk heyetinin kendisine verilen görevi çok iyi biçimde yerine getirdiğini, heyetin meclise değil hükümete karşı sorumlu olduğunu belirterek meclisin onlara mânevî güç vermesini dilemişti. 23 Nisan 1923’te yeniden başlayan görüşmeler 17 Temmuz’da tamamlandı. Heyet başkanlarının hükümetlerinden gereken imza yetkisini alabilmeleri için metnin 24 Temmuz’da imzalanması kararlaştırıldı. İnönü de hükümete başvurdu, ancak başından beri kendisini pek desteklemeyen Rauf Bey’den gerekli yetkiyi alamadı. Bu sebeple durumu Mustafa Kemal’e bildirmek gereğini duydu. Bu anlaşmazlığın sebeplerini çok iyi bilen Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı ve başkomutan sıfatları ile İnönü’ye imza yetkisi verdi. Böylece antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalandı.
Lozan’da Boğazlar’da Türk hâkimiyeti tam anlamıyla sağlanamamış, Musul yöresinin geleceği de İngiltere ile yapılacak görüşmelere bırakılmıştı. Antlaşma Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde on dörde karşı 213 oyla onaylandı. Musul sorununu çözme aşamasına gelindiğinde ise İngiltere’nin uluslararası düzeyde giriştiği siyasî manevralar karşısında Mustafa Kemal yeni bir savaşı bile göze almıştı. Fakat sorunun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesine karşılık içteki bazı anlaşmazlıklar ve baş gösteren Şeyh Said ayaklanması sebebiyle Musul’u Türkiye’ye katma fırsatı bulunamamıştı. 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile bu yöre Irak’a bırakıldı, ancak petrol gelirlerinin % 10’unun yirmi beş yıl süreyle Türkiye’ye ödenmesi hükme bağlandı.
İşgalci müttefikler 6 Ekim 1923’te Türk bayrağını selâmlayarak İstanbul’dan ayrıldı. Bu durumda yeni devletin başşehrinin kesin olarak belirlenmesi kaçınılmaz olmuştu. Mustafa Kemal ve arkadaşları Millî Mücadele’nin kalbi olan ve coğrafî konumu sebebiyle de güvenli bölge sayılan Ankara’dan yana tavır aldılar. Sonunda İsmet İnönü ve arkadaşlarının verdiği önergenin kabul edilmesiyle Ankara Türkiye Devleti’nin başşehri oldu (13 Ekim 1923).
Barış görüşmeleri sırasında meclisteki gruplar arası sürtüşmeler daha da artınca Mustafa Kemal, Halk Fırkası adıyla bir parti kurmaya karar verdiğini açıkladı (6 Aralık 1922). Bunun gerekçelerini de kurtuluş zaferini siyaset, iktisat ve idarede yapılacak atılımlarla bir inkılâp ile tamamlamak, yapılacak düzenlemeleri bir programa bağlamak, izlenecek programı kişisellikten kurtarmak ve kurulacak partiyi halkçılık esasına oturtmak biçiminde özetlemişti. Bu sırada, Büyük Millet Meclisi seçimlerinin de yenilenmesine karar verildiğinden Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu’nun başkanı olarak bir seçim bildirisi yayımlayıp (8 Nisan 1923) kurulacak partiye ve inkılâba temel olmasını öngördüğü ilkeleri açıklamıştı. “Dokuz umde” diye adlandırılan bu bildiride bütün düzenlemelerde millî hâkimiyet ilkesine göre hareket edileceği vurgulanırken ham maddesi bulunan sanayinin kurulmasının teşvik edileceği, demiryolları yapımına öncelik verileceği, kalkınma için devletçe gerekli tedbirlerin alınacağı, özel girişimciliğin korunacağı ve ilköğretimde öğretimin birleştirileceği belirtilmişti. Halk Fırkası’nın kuruluşu İzmir’in kurtuluş yıl dönümü olan 9 Eylül 1923’te açıklandı. Genel başkanlığa Mustafa Kemal seçildi, düzenlenen tüzükte Halk Partisi’nin bir ihtilâl partisi değil bir inkılâp partisi olduğu belirtildi. Halk egemenliği kavramı görüşülürken bunun cumhuriyet anlamına gelip gelmediği tartışıldı. Mustafa Kemal 27 Eylül 1923’te verdiği bir demeçte mevcut anayasanın, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye başlayan 1. maddesini okuyarak bunu cumhuriyet diye özetlemenin mümkün olduğunu söyledi. Fakat bu durumun anayasal zemine oturtulması ve yeni devlete gerçek adının verilebilmesi için Fethi Bey hükümetinin istifasıyla başlayan bunalımı beklemek gerekti. Meclisteki gruplar güvenoyu alacak bir kabine oluşturmayı başaramayınca 28-29 Ekim akşamı Çankaya Köşkü’nde bazı arkadaşlarıyla bir değerlendirme yapan Mustafa Kemal çıkış yolunu, “Yarın cumhuriyet ilân edeceğiz” diye açıkladı. Bunu sağlamak için de İsmet İnönü ile birlikte anayasada yapılması gereken değişiklik metnini hazırladı. Sorun 29 Ekim sabahı önce Halk Fırkası grubunda tartışıldı. Abdurrahman Şeref mevcut durumu, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sorunuz bu cumhuriyettir; doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin” diye özetlemişti. Grup toplantısından sonra meclis genel kuruluna geçildi. Anayasa Komisyonu’nun “Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun Bazı Mevâddının Tavzîhan Tâdiline Dair Kanun” başlığı altında düzenlediği maddeler ele alındı. Bununla 1. maddenin sonuna, “Türkiye Devleti’nin şekli cumhuriyettir” hükmü eklendi. Cumhurreisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kendi üyeleri arasından seçilmesi kabul edildi. Bu değişiklikle meclis hükümeti sisteminden kabine sistemine geçildiğinden başvekilin cumhurreisince meclis içinden seçilmesi, onun da diğer bakanları seçmesi öngörülmüştü. Tasarı oylamaya katılan 158 üyenin oy birliğiyle kabul edildi. Bunun arkasından cumhurreisi seçimi yapıldı. Oturuma başkanlık eden İsmet Eker, Mustafa Kemal’in 158 üyenin oy birliğiyle cumhurreisi seçildiğini açıkladı. Teşekkür için kürsüye gelen Mustafa Kemal de sözlerini, “Türkiye Cumhuriyeti dünyada işgal ettiği yere lâyık olduğunu eserleriyle kanıtlayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, muvaffak ve muzaffer olacaktır” diye bitirmişti. Mustafa Kemal, 1927, 1931 ve 1935 seçimlerinden sonra da oylamaya katılan milletvekillerinin oy birliğiyle cumhurreisi seçildi.
Devrimleri. Mustafa Kemal için artık en ideal rejim olarak gördüğü cumhuriyeti benimsetme ve onu geliştirme dönemi başlamıştı. Bu da ancak inkılâp sayılacak yeni atılımlarla gerçekleştirilebilecekti. Aslında o Türk Kurtuluş Savaşı’nı Millî Mücadele ve onu izleyen inkılâplar dönemi olarak iki aşamalı bir bütün halinde görüyordu. 1931’de bunu, “İstiklâl Harbi Şark’ın dinî, içtimaî ve siyasî baskısıyla Garp devletlerinin siyasî, ekonomik zorbalığından uzak, yeni ve tam bağımsız bir Türk devleti kurmak için girişilen çok yönlü millî mücadelelerin, diğer bir ifadeyle kurtuluş hareketinin tamamıdır” diye ifade etmişti.
Cumhuriyet’in işleyişini belirleyecek anayasa çalışmaları sürdürülürken 1924 Martında yeni rejime esas olacak laiklik yolunda yasal düzenlemeler gerçekleştirilmişti. Saltanatın kaldırılması ile boşlukta kalan, ancak geçen sürede yönetimde iki başlılık görüntüsü vererek halk egemenliğine dayalı sistemin sağlıklı işlemesini güçleştireceği anlaşılan halifelik makamının da kaldırılması, bunun yanında sorunun bütünüyle çözülmesi için Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilmesi ve eğitim öğretimin laikleşmesini sağlayabilmek için ilköğretim kurumlarının birleştirilmesi (tevhîd-i tedrîsat) gerekli görülmüştü. Mustafa Kemal, 1 Mart 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni çalışma dönemini açarken halifeliğin kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi konularında şunları söylemişti: “Mensubu olmakla memnun ve mesut olduğumuz İslâm dindarlığını yüzyıllardan beri uygulandığı biçimiyle bir siyaset aracı olma durumundan kurtarıp yüceltmenin çok gerekli olduğu hakikatini müşahede ediyoruz. Mukaddes ve ölümsüz olan inançlarımızı ve vicdanî kanaatlerimizi, karışık ve değişken olan her türlü çıkar ve ihtiraslara sahne olan siyasetten ve siyasetin bütün unsurlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak milletin dünyaya ve âhirete ait saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu sayede İslâm dindarlığının yüceliği belirginleşir.” Arkasından, “Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin vakit kaybetmeksizin uygulanması gereğini müşahede ediyoruz” diyerek tevhîd-i tedrîsâta gidilmesi zamanının geldiğine de işaret etmişti. Ertesi gün Halk Fırkası grubunda yapılan görüşmelerde söz konusu üç düzenlemenin birlikte yapılması uygun bulundu. Bunu sağlayacak yasaların hükümet tasarıları olarak değil milletvekilleri önerileri olarak meclise sunulması tercih edilmişti. Böylece 3 Mart 1924’te “laiklik kanunları” diye anılan üç önemli yasa kabul edilerek yürürlüğe konuldu. Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanoğulları ailesinin vatandaşlıktan çıkarılmasına ilişkin 431 sayılı yasada, “Halife hal‘edilmiştir. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mâna ve mefhumlarında mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır” hükmüne yer verilmişti.
Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu adıyla hazırlanan anayasa tasarısının meclisteki görüşmelerine 9 Mart’ta başlanılmış ve ancak 20 Nisan 1924’te sonuçlanmıştı. Tartışmalar anayasanın bir kurucu meclisçe hazırlanması, Büyük Millet Meclisi yanında ikinci bir meclise gerek olup olmadığı, cumhurbaşkanına meclisi dağıtma yetkisinin verilip verilmemesi, cumhurbaşkanına tanınan veto yetkisinin sınırları ve başkomutanlığın nasıl temsil edileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. İkinci bir meclis önerisi taraftar bulmadı. Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı olarak gerektiğinde meclisi dağıtma yetkisine sahip olması yolundaki isteği kabul edilmedi ve veto yetkisi de sınırlandırıldı. Bunların dışında tasarıda otuz yaşını bitiren her Türk’ün milletvekili seçilebileceğine ilişkin maddesi değiştirilerek yalnız erkeklere bu hak tanınmıştı. Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazanabilmesi için daha on yılın geçmesi gerekecekti.
3 Mart 1924 tarihli yasalarla Mustafa Kemal’in tasarladığı laik düzenin temelleri atılmıştı. Çok geçmeden Medenî Kanun’un kabul edilmesiyle de (17 Şubat 1926) kişi ve toplum hayatındaki dönüşüm daha da belirginleşmişti. Fakat 1924 anayasası görüşmeleri, Mustafa Kemal’in başkanlığını üstlendiği Halk Fırkası’na muhalif bir siyasî örgütlenmenin meydana çıkacağını göstermişti. Böylece Cumhuriyet’in ilk yılını tamamlamasının hemen ardından Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurulmuştu (17 Kasım 1924). Mustafa Kemal’in Millî Mücadele arkadaşları Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, A. Fuat Cebesoy ve A. Adnan Adıvar bu partide yer aldı. Halk Fırkası’nın inkılâpçılığına karşılık yeni parti terakkiyi benimsemiş, bir yönüyle de gelenekçi bir yol izlemeyi kabul etmişti. Tüzüğündeki, “Parti dinî efkâr ve inançlara saygılıdır” hükmü bir bakıma doğaldı, ama kısa bir süre önce kaldırılan halifelikle ilgili tartışmaların sürdüğü dönemde laiklik anlayışı ile kolayca bağdaştırılamayacak ideolojik bir içerik de taşıyordu. Nitekim buna dayalı tartışmalar hemen başladı. Bu sırada Hakkâri yöresinde bir Nestûrî ayaklanması baş göstermiş, onu takip eden Şeyh Said ayaklanması (13 Şubat 1925) etkisi yıllarca sürecek olan bir iç meseleye yol açmıştı. Musul sorununu kendi lehlerine çözmeye çalışan İngilizler bu ortamdan yararlanmaya yönelmişti. Bağdat’taki Fransız yüksek komiseri, hükümetine sunduğu raporda bu ayaklanmayı İngilizler’in uğradığı yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki meclise karşı yürüttükleri siyasetin bir halkası olarak nitelemişti. Başvekil Fethi Okyar, Otuzbir Mart Vak‘ası’na benzettiği bu harekete karşı Cumhuriyet’i korumak için her türlü tedbirin alınacağını söylemişti, ancak meclis kendisine güvensizlik oyu verince istifa etmişti. Yeniden başbakanlığa atanan İsmet İnönü ise öncelikle Takrîr-i Sükûn adı verilen ve ayaklananların İstiklâl mahkemelerinde yargılanmasını öngören bir yasanın yürürlüğe konulmasını gerekli görmüştü. Sonunda ayaklanma bastırıldı ve bu arada Şark İstiklâl Mahkemesi, Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın ayaklanma bölgesindeki şubelerinin kapatılmasına karar verdi. Çok geçmeden Vekiller Heyeti, Takrîr-i Sükûn Kanunu’na dayanarak partinin bütünüyle kapatılmasını kararlaştırdı (3 Haziran 1925).
1 Eylül 1926’da Mustafa Kemal’e karşı bir suikast girişiminde bulunulması siyasal görüş ayrılıklarına yeni bir boyut getirdi. I. Büyük Millet Meclisi’nde sert eleştirileriyle tanınan Ziya Hurşit’in bazı kişilerle anlaşarak İzmir’i ziyaret edecek cumhurbaşkanını öldürme girişiminde bulunması ziyaretin bir gün gecikmesiyle gerçekleşmemiş ve suikastçılar bir ihbar üzerine yakalanmıştı. Olaya İstiklâl Mahkemesi’nce el konulduğunda Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın eski milletvekillerinden bazıları hadiseye karıştıkları, bazı eski İttihat ve Terakkî mensupları da partiyi canlandırmaya çalıştıkları gerekçesiyle soruşturma kapsamına alındı. Sonunda Ziya Hurşit ile birlikte on dört kişi idam cezasına çarptırıldı (13 Temmuz 1926). Ankara’da görülen dava neticesinde eski Maliye bakanı Câvid Bey ile üç arkadaşı anayasayı değiştirmeye giriştiklerinden ötürü idama, Rauf Orbay on yıl sürgün cezasına mahkûm edildi; aralarında Adnan Adıvar ile Hüseyin Cahit Yalçın’ın bulunduğu öteki sanıklar ise beraat etti.
Bu sırada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci döneminin de sonuna gelindiğinden 1927’de yeni seçimlere gidildi. Bu sebeple Cumhuriyet Halk Fırkası genel başkanı sıfatıyla bir bildiri yayımlayan Mustafa Kemal Türk tarihinin askerî zaferlerle dolu olduğunu, ancak bu zaferlerden sonra toplum hayatını ve milletin geleceğini etkileyecek önemli düzenlemeler yapılmadığını hatırlatıp kendisinin ve partisinin özellikle bu inkılâp üzerinde durduğunu belirtti. Parti teşkilâtına yayımladığı bir genelgede de milletvekillerinin özel hayatlarında, ekonomiyi ve maliyeyi ilgilendiren çalışmalarında devletin resmî yasaları ile bağlı olmalarının zorunlu olduğunu ve aslî görevlerini şahsî çıkarları uğruna küçük düşürmemeleri gerektiğini vurguladı. İki dereceli yapılan seçimler sonucunda bütün seçim çevrelerinde Cumhuriyet Halk Fırkası adayları kazandı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni döneme başlamadan önce parti kurultayının toplanması uygun görüldü. Sivas Kongresi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilk kurultayı olarak kabul edildiğinden bu ikinci kurultayın 15 Ekim 1927’de yapılması kararlaştırıldı. O gün Türkiye Büyük Millet Meclisi binasında (bugün Cumhuriyet Müzesi) düzenlenen kurultayı açan Mustafa Kemal seçimlerde halkın, kendi partisine gösterdiği desteğe teşekkür ettikten sonra, “Geleceğe yönelik tedbirler hakkında görüş alışverişinde bulunmadan önce geçmişe ait olaylar hakkında açıklamalarda bulunmak ve yıllardır süren faaliyetlerimizin ve yaptıklarımızın milletimize hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim” diyerek gündemdeki konular dışında uzun açıklamalarda bulunacağını belirtti.
Kurultayda parti tüzüğünde önemli değişiklikler yapıldı. “Genel Esaslar” bölümünde, “Cumhuriyet Halk Partisi, Cemiyetler Kanunu’na göre kurulmuş cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi siyasî bir cemiyettir. Parti din ve devlet işlerinde dinle dünyayı birbirinden ayırmayı en önemli esaslardan sayar” hükümlerine yer verildi. Böylece cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik partinin esasları olarak belirlendi. Partiyle ilgili kararların alınmasından sonra kürsüye gelen Mustafa Kemal “Nutuk” diye anılan konuşmasına başladı. 15 Ekim 1927 sabahı başlayan konuşma otuz altı saat otuz bir dakika sürdü ve 20 Ekim günü sona erdi. Mustafa Kemal, dokuz yıllık bir dönemin tarihçesi olan nutkunu millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin son ilkelerine dayanan millî ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu anlatmak olarak değerlendirmişti. Nutuk’ta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar geçen olaylar belgelere dayanılarak bütün ayrıntılarıyla verilmişken ondan sonraki olaylar devlet arşivlerinde pek çok belge bulunduğu gerekçesiyle özetlenmiştir. Aynı zamanda bu kısımda hakkındaki eleştirilere cevaplar vermeye de yönelmiştir. 0, nutkunu “en büyük eserim” diye nitelediği Cumhuriyet’i gençliğe emanet ettiğini belirten özdeyiş değerindeki seslenişle bitirmişti. Kurultayı izleyenlerin aktardıklarına göre bu sırada sesi titremiş ve gözleri yaşarmıştı (bk. NUTUK).
Cumhuriyet Halk Fırkası devrimci bir parti olarak kendine özgü bir kimlik kazanmış demekti. Ancak Mustafa Kemal bir süre sonra onun çalışmalarını eleştiren ikinci bir partinin bulunmasını yararlı gördü. Bu defa güvendiği arkadaşı Fethi Okyar’a bir muhalefet partisi kurdurdu. Ayrıca çok partili hayatı sürekli kılabilmek için partiler arası ilişkileri belirli kurallara bağlamak istedi. Bu amaçla Fethi Okyar’la karşılıklı mektuplarla bir tür anlaşma bile yaptı. 1930 Ağustosunda Yalova’da yapılan görüşmeler sonunda Fethi Okyar cumhurbaşkanına tam ve gerçek Cumhuriyetçi ve bütün anlamı ile laik, ancak Cumhuriyet Halk Fırkası’nın maliye, ekonomi ve iç siyasetinin birçok noktasına karşı bir parti kurmak istediğini bildirmiş, o da yeni partinin laik Cumhuriyet esaslarına bağlı kalmak şartıyla her türlü faaliyette bulunabileceğini belirtmişti. Fakat Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla kurulan (12 Ağustos 1930) bu yeni partinin de ömrü uzun olmadı. Ekonomide serbestliği savunan yeni parti devlet yatırımlarına, özellikle de demiryolu yapımına karşı tavır almıştı. Partiler arasındaki görüş ayrılıklarının yapılan belediye seçimlerinde çatışma aşamasına varması ve yer yer laikliğe aykırı seslerinin yükselmesi karşısında Serbest Cumhuriyet Fırkası yöneticileri partilerini kapatmaya karar verdi (16 Kasım). Ondan birkaç gün sonra kurulmuş olan iki küçük partinin de kapanmasıyla yeniden tek partili düzene dönüldü. Laiklik karşıtı hareket çok geçmeden bu defa Menemen’de patlak verdi. Bu olayda bir yedek subay olan Kubilay’ın boğazının kesilerek şehid edilmesi Mustafa Kemal’in çok sert tepkisine yol açmış, suçlular askerî mahkemede yargılanarak idama mahkûm edilmişti. Sebepleri farklı da olsa her iki girişimden de beklenen sonuç alınamayınca çok partili düzene geçmek için artık üçüncü bir deneyimde bulunulmadı. Ancak Mustafa Kemal, tek parti içinde demokratik bir hava oluşturmaya ve mecliste Cumhuriyet Halk Fırkası mensubu olmayan üyelere de yer vermeye çalıştı. 1931 seçimlerinde yirmi iki seçim çevresinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nca aday gösterilmedi ve böylece meclise bağımsız yirmi milletvekili girdi. Aynı yöntem 1935 seçimlerinde de uygulandı.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatma kararı almasının ardından Menemen Olayı’nın doğurduğu olumsuzluklara dünya ekonomik bunalımının etkisiyle baş gösteren sıkıntıların da eklenmesi Mustafa Kemal’i yeni bazı önlemler almaya yöneltti. Ülkenin durumunu yakından izlemek için 1930 Kasımında yanına bakanlıklardan temsilciler de alarak büyük bir yurt gezisine çıktı. Hemen her yerde vatandaşlar pahalılıktan, iş yerlerinin kapanmasından ve işsizlikten şikâyetçi olmuşlardı. Bu durum karşısında devleti ekonomik hayatta da etkili kılmanın kaçınılmaz olduğuna karar verilmişti. Bu da devletçilik ilkesinin kabulü demekti. Nitekim kendisi Cumhuriyet Halk Fırkası İzmir Kongresi’nde yaptığı konuşmada (27 Ocak 1931), “Partimizin izlediği program her yönüyle demokratik, halkçı bir program olmakla birlikte ekonomi açısından devletçidir” diyerek bundan böyle devletçi bir siyaset takip edileceğini söylemişti. Ankara’ya döndükten sonra da uygulanacak programa milletin ne ölçüde katılacağının belirlenebilmesi için milletvekili seçimlerinin yenilenmesi öngörülmüştü. Bu sebeple yayımladığı seçim bildirisinde 1927 kurultayında kabul edilen dört ilkeye devletçilik ve inkılâpçılığın ekleneceğini açıklamıştı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü dönem çalışmalarına başlamasından sonra toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üçüncü büyük kurultayında (10-17 Mayıs 1931) partinin programı yeniden düzenlendi. Programın ilk bölümüne “Esaslar”, ikinci bölümüne “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Ana Vasıfları” başlığı verilmişti. Giriş bölümünde de partinin güttüğü bütün bu esasların Kemalizm prensipleri olduğu vurgulanmıştı. Devletin esas nizamı olarak, “Türkiye milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimci bir cumhuriyettir” denilmiş ve bu ilkelerin tanımlarına yer verilmişti. Programda “Kemalizm prensipleri” diye nitelenen, ancak daha sonraki yıllarda “Atatürk ilkeleri” diye anılan söz konusu ilkeleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür: Milliyetçilik. Parti, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş milletlerle yan yana yürümekle beraber kendine özgü nitelikleri ve başlı başına bağımsız hüviyetini korumayı esas alır. Devletçilik. Özel faaliyet ve çalışma esas olmakla beraber en kısa zamanda milletimizi refaha ve yurdu bayındırlığa kavuşturmak için yüksek yararların gerektirdiği işlerde ve ekonomik alanda devleti fiilî surette ilgilendirmek başlıca esaslardandır. Devlet doğrudan doğruya ekonomik girişimlerde bulunmakla beraber özel girişimlere de imkân tanır, yapılmakta olan işleri düzenler ve kontrol eder. Devletin doğrudan doğruya hangi ekonomik girişimlerde bulunacağını ancak millî yüksek yararlar gösterir. Bu lüzum üzerine devletin doğrudan doğruya kendi yapmaya karar verdiği iş eğer özel bir girişimci elinde bulunuyorsa onun alınması ancak özel bir yasa çıkarmaya bağlıdır. Bu zarar oranlanırken gelecekteki kazanç ihtimalleri hesaba katılmaz. Laiklik. Parti bütün kanunların, tüzük ve usullerin yapılışında ve toplanışında en son bilim ve teknik esasları ile yüzyılın ihtiyaçlarına uyulmasını prensip olarak kabul etmiştir. Din bir vicdan işi olduğundan parti, dini dünya ve devlet işleriyle siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar. İnkılâpçılık (Devrimcilik). Parti devlet yönetiminde tedbir almak için aşamalı ve evrimci prensiple kendini bağlı tutmaz. Milletimizin sayısız özverilerle başarmış olduğu devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplere bağlı kalmak ve onları korumak parti için esastır.
1931 kurultayının yapıldığı yıl okullar için ders kitabı olarak hazırlanan ve Afet İnan imzasıyla yayımlanan, fakat gerçekte birçok bölümü Mustafa Kemal’in kaleminden çıkan Medenî Bilgiler kitabında bu ilkelere ilişkin tanımlamaların Cumhuriyet Halk Partisi programındaki tanımlarla örtüşmesi bunların Mustafa Kemal’e ait olduğunu gösterir. Partinin 1935 kurultayında anlatımı yalınlaştırılarak olduğu gibi alınan altı ilke, 5 Şubat 1937’deki anayasa değişikliğiyle 2. maddenin içerisine konularak devletin ilkeleri haline getirilmiştir. Bu durum 1960 İhtilâli’ne kadar sürmüş, 1961 anayasasında bunlar metinden çıkarılmıştır.
Bu kavramlar, Cumhuriyet Halk Partisi programı dışında Atatürk’ün sağlığındaki yayınlarda da Kemalizm olarak nitelendirilmiştir. Tekinalp ve Şeref Aykut 1936’da basılan kitaplarına Kemalizm adını vermişlerdir. Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eserinde (1938) devrimi Kemalist hareket olarak değerlendirmiştir. Yeni Türkiye’yi tanıtmak için çıkarılan dergiye de La Turquie Kemaliste denilmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda dört yabancı dilde yayımlanan Fotoğraflarla Türkiye albümünde, “Kemalizm’in cihanı telakki tarzı Avrupaîdir, fakat temeli Türk’tür” denilerek bunun kültür içerikli bir dönüşüm olduğu vurgulanmıştır. O, Kemalizm hareketini yani giriştiği devrimi asla bir dogma ya da bir doktrin olarak görmemiştir. Bir devrim partisinin doktrinin belirlenmesi yolundaki telkinlerini de, “Doktrine gidersek o zaman donar kalırız” diye kabul etmemiştir.
Ayrıca devrimi Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerindeki uygulamalarda olduğu gibi eskilerin yanına yenilerini ekleme olarak da görmüyordu. Bu görüşünü, “İnkılâp mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son yüzyılda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek medenî ihtiyaçlarına göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır” diye yazdırmıştı (İnan, s. 250). Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışında (5 Kasım 1925) girişilen devrimin ihtilâl anlamından çok daha geniş bir değişikliği ifade ettiğini belirtmişti. Önceden düşünülmüş olmasına rağmen kendi içinde bir sıraya konulan ve uygun ortam bulunduğunda birer birer gerçekleştirilen bu devrim, belirli bir bütünlük aldığında da onu kendisine mal etmeyip genel Türk devrimi diye nitelemiştir. 9 Mart 1935’te Cumhuriyet Halk Partisi kurultayını açarken bunu, “Uçurum kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş... Ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet... Ve bunları başarmak için aralıksız devrimler... İşte Türk genel devriminin kısa bir diyemi” olarak dile getirmişti. Onun devrimi gerçekleştirmek için şöyle bir strateji uyguladığı görülmektedir: Fikrî hazırlık; uygun zamanı seçmek ve gerekirse uygulamayı zamana yaymak; çevreyi ve toplumu olabildiğince hazırlamak; kısa sürede sonuç alabilmek için eskiyi tamamıyla kaldırmak; uygulamayı yakından izlemek, ayrıcalık tanımamak, gerekenlere yetkiyle birlikte sorumluluk vermek; gerekiyorsa bazı düzeltmeler yapmak. Türk devrimi, önceden belirlenmiş bir modele dayanmadığı ve tamamıyla Atatürk’ün düşünce ve tasarımına göre gerçekleştirildiği için devrimin fikrî öncüsü de odur. Kendisi bu özelliği, “Türk demokrasisi Fransa devriminin açtığı yolu izlemiş, ancak kendine özgü belirleyici nitelikte gelişmiştir” diye belirtmiştir.
Devrim aşamalarında dikkati çeken en büyük özelliklerden biri onun girişimde bulunmak için en uygun zamanı seçmedeki sezgisi ve yeteneğidir. Tasarladıklarını yakın çevresine bile açmayıp kendi ifadesiyle “birer millî sır” olarak saklamıştır. Fakat laiklikte ve kadınlara tanınan haklarda olduğu gibi bazı önemli ve çok yönlü düzenlemeleri aşamalı olarak zamana yaymıştır. Harekete geçmeden önce yakın çevresiyle görüş birliği sağlamak istemekte, arkasından basına gereken açıklamaları yaparak gelecek tepkileri değerlendirmekte, gerekirse ülkenin durumunu yakından görmek ve halkın nabzını yoklamak için yurt gezilerine çıkmaktaydı. Şapka giyilmesini zorunlu kılmadan önce başına bir panama şapka koyarak İnebolu ve Kastamonu gezisine çıkması, yeni Türk alfabesinin komisyonca belirlenmesinin ardından Trakya’da ve Anadolu’da bu harfleri öğretmeye ve tepkileri belirlemeye çalışması bu eğilimini göstermektedir.
Türk kurtuluş hareketi başından beri millîci bir hareket olarak tanınmıştı. Bu sebeple yeni devletin kuruluşuyla birlikte başlayan devrimin ana öğesi de millet ve milliyetçilik oldu. Cumhuriyet Halk Partisi programında millet ve milliyetçilik kavramlarına büyük önem atfedip değişik yorumlara yer vermemek için onları tanımlayan Atatürk Medenî Bilgiler’de bu kavramlar üzerinde daha da ayrıntılı biçimde durdu. Öncelikle, “Millet, dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve toplumsal bir heyettir” diye genel bir tanım vermiş, fakat hemen arkasından, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” biçiminde özel bir tanımlama yapmıştır. Dil-kültür-ülkü gibi üç esasa dayandırılan bu tanımlar Atatürk’ün millet kavramına tamamıyla kültürel bir içerik verdiğini kanıtlamaktadır. Onun milliyetçilik anlayışı da bu yönde olup temel düşünceyi ferde, insana verilen değer oluşturur. Milliyetçilikte gözettiği ilk amaç her alanda tam bağımsızlığı sağlamak olmuştur. Bunun sınırlarını da, “Tam bağımsızlık demek, şüphesiz siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir” şeklinde belirtmiştir. Mustafa Kemal milliyetçilik anlayışında ırkçılık, panturanizm, panislâmizm ve ümmetçilik gibi aşırı sayılan akımlara asla yer vermemiştir. Kendisi bu tür akımların zararlarının görüldüğünü hatırlatarak, “Biz, böyle yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize yaptıkları baskıları arttırmaktansa tabii sınıra, yasal sınıra çekilelim, haddimizi bilelim” demiştir. Bu sebeple içte ve dışta izlenmesi gereken yolu, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye formüle etmiştir.
Öte yandan 10. yıl nutkunda Türk devriminde gözetilen amacı üç yönlü olarak şöyle sıralamıştır: “Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve medenî memleketler seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Türk düşüncesine muasırlaşma, asrîleşme diye giren çağdaşlaşma kavramına kültürel bir nitelik vermiş ve çağdaş uygarlığa ulaşabilmek amacıyla çağdaş devletin ve çağdaş toplumun meydana getirilmesini zorunlu görmüştür. Bunlar için öncelikle çağdaş ferdin oluşturulması gerektiğinden önceliği ferdi çağdaş kılacak eğitime ve kültüre vermiştir. Toplumsal kurtuluşun ancak laik ve çağdaş bilgilerle donatılmış kuşaklar yetiştirmekle sağlanabileceği inancında olduğundan daha 1921 Temmuzunda toplanan Maarif Kongresi’nde silâhıyla savaşmak zorunda bırakılan Türk milletinin bundan böyle beyniyle de savaşmak durumunda olduğunu belirtmiştir. Yine o dönemde not defterine, “Milletin siyasal ve toplumsal hayatında, fikrî terbiyesinde her türlü dış tesirlere karşı koyacak bir dayanıklılık sağlanabilmesi için ilmi ve fenni kılavuz edineceğiz... Okul, ilim ve fen sayesinde Türk milleti, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleriyle kendini gösterecektir; Türk tarihinin ahlâkı da ilgilendiren biçimde öğretilmesi okulda olacaktır” diye yazmıştı.
Eğitim ve öğretimde gözetilecek ilk amaç her türlü gelişmeyi önleyen cehaleti gidermek olacaktı. Bu sebeple 1922 Martındaki meclisin açılış konuşmasında, “Bütün köylülere okumak yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya, tarih, din ve ahlâk bilgisi vermek, dört işlemi öğretmek maarif programımızın ilk amacıdır” diyordu. Fakat bunu sağlayabilmek, okuma yazmayı kolaylaştırıp yaygınlaştırmak için büyük bir inkılâbı gerekli görüyordu. Arap alfabesinin okuma yazmada güçlükler doğurduğu görüşü XIX. yüzyıl ortalarından başlayarak gündemin başlıca sorunlarından biri haline gelmişti. Alfabenin ıslahı için değişik görüşler ortaya atılırken Latince’ye dayalı yeni bir alfabeye geçilmesi de önerilmişti. Bu tartışmalar arasında büyüyen Mustafa Kemal, daha I. Dünya Savaşı yıllarında Fransız alfabesiyle Türkçe mektuplar yazmaya yönelmişti. Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Kansu’ya ileride Latin harflerinin kabul edileceğini yazdırmıştı. 28 Ekim 1927 sayımında 13.648.270 olarak belirlenen ülke nüfusunun yedi ve daha yukarı yaşlardakilerde okuma yazma oranının % 10,6 olduğu, kadınlarda ise bu oranın % 4,6’ya düştüğü ortaya çıkınca sorunun büyüklüğü gözler önüne serilmişti. Okuma yazma ve bilgilenmeyi kolaylaştıracak bir alfabe değişikliği artık kaçınılmaz olmuştu. Mustafa Kemal geri kalmışlıktan kurtulmak için izlenecek yöntem tartışılırken görüşünü, “İki sistem var. Biri mâlûm, Büyük Fransa İhtilâli’ndeki biçim. Rejimler değişecek, ihtilâllere karşı ihtilâller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken de bir de bakılacak ki bir buçuk yüzyıllık zaman geçmiş... Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman mı var?” diye açıklamıştı (Sevük, s. 73). Devrim için halk oylamasına başvurulması istekleri karşısında da şu gerçeklere dikkatleri çekmişti: “Cumhuriyetimizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek yalnız cehalet değil hıyanet olur. % 80’ine okuma yazma öğretilmemiş bir memlekette devrimler halk oylaması ile olmaz.”
İşte bu anlayışla Latince’den alınan yeni bir alfabenin kabulüne gerek görüldüğünde de aynı süratle hareket edilmişti. Yeni harflerin Türkçe’nin sadeleşmesi ve gelişmesine de yardım edeceği düşüncesiyle oluşturulan komisyona Alfabe Encümeni (Dil Encümeni) adı verilmişti. Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmalarını sürdüren komisyon yeni harfleri belirlerken bazı üyeler bu alfabeye ancak üç beş yılda geçilebileceğini söyleyince Mustafa Kemal, “Üç ayda, ya da hiç” diye kesin bir tavır almıştı. Halkın bu konudaki tepkisini ölçmek için bir yurt gezisine çıkarak yeni harfleri tanıtmaya ve öğretmeye çalışmıştı. Olumlu bir izlenim edindiğinden 1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışma dönemini açarken yeni bir alfabeye geçileceğini bildirmişti. Arkasından milletvekillerince hazırlanmış olan yasa önerisi hemen o gün kabul edilmişti. Ancak konunun önemi göz önüne alınarak bütün yazışmaların yeni harflerle yapılabilmesi için on dokuz aya varan üç aşamalı bir geçiş dönemi tanınmıştı. Uygulamaya geçildiğinde öğrenim yaşı dışındaki büyük çoğunluğa kısa sürede yeni alfabeyi öğretebilmek için “millet mektepleri” adı verilen bir program uygulanmıştı. Bu kurslarla ilgili kararnâme 24 Kasım 1928’de yürürlüğe konulmuş ve Atatürk de bu mekteplerin başöğretmenliğini kabul etmişti. Yeni Türk alfabesini hazırlayan komisyonun üye sayısı daha da arttırılarak Dil Encümeni adıyla Maarif Bakanlığı’na bağlanmıştı. Fakat dil çalışmalarını resmî organlar ve siyasî kadrolar dışında özerk bir kuruluş çerçevesinde yürütmenin gerekli olduğunu gören Atatürk Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdurdu (12 Temmuz 1932; aş.bk.).
1930’lu yıllar eğitim ve kültür sorunlarının ön plana alındığı bir dönem oldu. Gökalp’in “hars” karşılığını verdiği kültür kavramını, ferdî ve içtimaî hayatın her yönünü içeren ya da etkileyen çok kapsamlı bir kavram olarak algılayan Atatürk kültürü, “Okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyarı almak, düşünmek, zekâyı eğitmektir” diye tanımlıyor ve onu insan olmanın ve insanlığın ana unsurlarından biri sayıyordu. Aynı zamanda insanı kültür taşıyan bir varlık olarak görüyor ve onun kalıtım yoluyla kuşaktan kuşağa geçen kalıp halindeki bir olgu olmayıp gelecek kuşaklara aktarılması gereken, yeni kuşakların da ancak yaşayarak elde edebilecekleri bir değerler topluluğu olduğuna işaret ediyordu. Ona göre ulusların varlıklarını koruyabilmeleri için köklerini alacakları bir kültürlerinin bulunması gerekliydi. Bu inançla, “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” diyordu. Yalnızca devlet kurucu ve asker diye görülen Türkler’in aslında çok eski bir kültürlerinin bulunduğunu ortaya çıkarmak için Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurdurdu (15 Nisan 1931). Koruyucu başkanlığını üstlendiği ve adı 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen bu kuruluşun çalışmalarına katılmış, okullar için hazırlanan ders kitaplarının bazı bölümlerini kendisi yazmıştı. Bu çalışmalarda eski Türk tarihinin ortaya çıkarılmasına öncelik verildiğinden bir tarih tezi de öne sürülmüştü. Bu tez, Türk medeniyetinin tarihin en eski medeniyetlerinden biri olduğu ve medeniyetin kökeninin Orta Asya’da bulunduğu gibi iki varsayıma dayandırılmıştı. Araştırmalar bunları doğrulamasa da Türk tarihinin unutulmuş evreleri kısmen de olsa aydınlatılarak tarihle bütünleşme sağlanmıştır.
Atatürk’ün öngördüğü önemli eğitim ve kültür kuruluşlarından biri de halkevleri olmuştur. Örgün eğitim dışında geniş halk kitlelerine okuma yazma öğretmekten başlayarak onlara çeşitli yetenekler kazandırmak ve onların her türlü kültürel etkinliklerde yer almasını sağlamak amacıyla 19 Şubat 1932’de açılmasına başlanan halkevleri giderek yurt düzeyine yayılan çok amaçlı birer eğitim ve kültür kuruluşları oldu. Bilimsel düzeyini yitirmiş olan İstanbul Dârülfünunu yine onun öngörüsüyle 1933’te çağdaş üniversiteye dönüştürüldü. Gelişigüzel kullanılan lakap ve şöhret yerine her vatandaşın kendi öz adından başka bir soyadı alması için yasal düzenlemeye gidildiğinde yakınlarına Türkçe soyadları vermeye yöneldi. Bu arada ona da uygun bir soyadının verilmesi için bir komisyon oluşturuldu. Komisyon değişik soyadları önerdi. Sonunda eski Türk devletlerinde hükümdarlara ya da onların erkek çocuklarına eğitici ve danışman olarak verilen yetkin kişilere Atabey denildiği göz önüne alınarak Atatürk soyadı uygun görüldü (Ülkütaşır, II/6-8 [1980], s. 6). Bununla ilgili yasa 24 Kasım 1934’te kabul edildi, arkasından bu soyadının başkası tarafından alınamayacağına ilişkin bir yasa daha çıkarıldı. Soyadı yasası ile Türkçe’ye binlerce Türkçe kelime kazandırılırken yine onun önerisiyle dil ve tarih alanlarında çalışacak uzmanlarla bu dalların öğretmenlerini yetiştirebilmek için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu (9 Ocak 1936).
“Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resimle olursa ressamlık, oyma ile olursa heykelcilik, yapı ile olursa mimarlık olur” diyen ve 10. yıl nutkunda Türk milletinin tarihî bir vasfının da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmek olduğunu belirten Atatürk bu alanda da yeni atılımlara girişmişti. Bu amaçla Sanâyi-i Nefîse Mektebi 1927’de Güzel Sanatlar Akademisi’ne, Mûsiki Muallim Mektebi de konservatuvara dönüştürüldü (1936). İstanbul’da bir resim-heykel müzesi açıldı (1937). İnsan resmi ve heykeli yapmanın dinen sakıncalı sayılması karşısında, “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” diye tepki göstermiş ve kendi heykellerinin yapılmasına izin vererek vatandaşlarına örnek olmak istemiş, Türk Tarih Kurumu’na da Mimar Sinan’ın heykelinin yapılması için tâlimat vermişti.
Atatürk, eğitim ve kültür alanına öncelik vermekle birlikte ülkeyi ekonomik yönden kalkındırabilmek için gereken önlemleri almayı da göz ardı etmemişti. 1923 başlarında ekonominin önemini, “Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil süngünün de dayandığı ekonomiyle kuracaktır. Yeni Türkiye cihangir olmayacaktır; fakat yeni Türkiye Devleti ekonomik bir devlet olacaktır” diye belirtmişti. İzmir’de toplanan İktisat Kongresi bu yönelmenin ilk büyük işareti olmuştu. Kongrenin açış konuşmasında (17 Şubat 1923) ekonominin bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla ilgili olan esas sorun olduğunu vurgulayarak yeni Türkiye’yi lâyık olduğu sağlam seviyeye ulaştırabilmek için ekonomiye önem vermek gerektiğini belirtmişti. Kongre Mîsâk-ı İktisâdî adıyla bir bildiri de yayımlamıştı. Ekonomiyi kalkındıracak önlemlerin ilki de sanayie hizmet edecek bir kuruluş olması öngörülen ve Atatürk’ün verdiği 250.000 lira ile kurulan Türkiye İş Bankası olmuştu (26 Ağustos 1924). Onu Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na kadar varan bir dizi banka izlemiş ve sanayie yasal destek sağlamak için de Teşvîk-i Sanâyi Kanunu çıkarılmıştı (28 Mayıs 1927).
Sanayileşmeye yönelirken ulaşımda demiryollarına, yiyecekte şeker üretimine ve giyimde dokumacılığa öncelik verilmişti. 1923 Nisanında ulaşımdaki tercihini “Dokuz umde” adlı programda, “Çok acele olarak muhtaç bulunduğumuz demiryolları için hemen teşebbüslere ve uygulamaya başlanacaktır” diye açıklamıştı. Kendisinin her vesileyle dile getirdiği bu anlayış Cumhuriyet Halk Partisi hükümetlerince esas alınınca yeniden yapılan ve yabancı şirketlerden satın alınanlarla birlikte Cumhuriyet’in 10. yılında “anayurt dört baştan demir ağlarla örülmüştü.” Öte yandan deniz ve hava ulaşımında da büyük adımların atılmasını sağlamıştı. “İstikbal göklerdedir” diye havacılığın ileride çok önemli görevler üstleneceğini belirtmiş ve Türkiye’nin bu alanda da yerini alabilmesi için sonradan Türk Hava Kurumu adını alan Türk Tayyare Cemiyeti’ni kurdurmuştu (16 Şubat 1925).
1925’te çıkarılan bir yasa ile şeker fabrikaları yapımına öncelik tanınmış, gereken kredilerin Türkiye İş Bankası’nca verilmesi öngörülmüştü. Çok yakından izlediği dört fabrikadan üçü onun sağlığında üretime geçmişti. Bütün halkın giyim kuşam ihtiyacını karşılayabilmek için dokuma fabrikaları ön plana alınmıştı. Bu alanda maddî ve teknik destek Sovyet Rusya’dan sağlanmıştı. Davet edilen bir Sovyet heyetince hazırlanan plan 1933 sonlarında I. Beş Yıllık Sanayi Planı adıyla uygulamaya konulmuştu. Yatırımların % 5’inin İş Bankası, geri kalanının da yeni oluşturulan Sümerbank tarafından karşılanmasına karar verilmişti. Plan çerçevesinde madencilik ve enerji kaynaklarını bulmak ve bunları işletmek amacıyla Etibank kurulmuştu (2 Haziran 1935). Böylece “kamu iktisadi kuruluşları” diye anılan büyük sanayi kuruluşlarının yapımına geçilmişti. 1938 sonlarına kadar geçen sürede Nazilli, Ereğli, Kayseri bez fabrikaları ile Bursa İpek-İş ve Gemlik Suni İpek fabrikaları işletmeye açılmış, Malatya bez fabrikasının temeli atılmış, Hereke Dokuma Fabrikası da ıslah edilmişti. İzmit Kâğıt-Karton Fabrikası üretime, Ergani bakır ve Divriği demir ocakları işletmeye açılmış, Karabük Demir-Çelik Fabrikası’nın temeli atılmıştı. Ayrıca yabancıların elinde bulunan Ereğli kömür işletmeleri satın alınmış, Gölcük’te oluşturulan tersanede ilk Türk denizaltısı inşa edilmişti.
Toplum ve devlet hayatında bu gelişmeler sağlanırken Atatürk’ün büyük bir titizlikle izlediği, “Yurtta sulh, cihanda sulh” siyaseti sonucunda ülke bir barış çemberiyle çevrilmiş ve bazı önemli sorunların barışçı yoldan çözülmesine imkân bulunmuştu. Kendisi meslek olarak askerliği seçmişti, fakat daha Trablusgarp’ta iken Salih Bozok’a yazdığı mektupta, “Bilirsin, ben askerliğin her şeyden ziyade sanatkârlığını severim” demişti. Ona göre savaş ancak vatan savunması söz konusu olduğunda başvurulacak bir araçtı. 1923’te bu görüşünü, “Milletin hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmayınca savaş bir cinayettir” diye açıklamıştı. Fakat yeryüzünde barışın sürekli olabilmesi için devletlerin onu koruma doğrultusunda dikkatli davranmaları ve kitlelerin durumlarını iyileştirecek önlemlerin alınarak insanlığın açlıktan ve her türlü baskıdan kurtarılması gerektiğini de çeşitli vesilelerle belirtmişti. Onun bu siyasetinin en somut örneği, Millî Mücadele döneminde karşı karşıya savaşmış olan Türkiye ile Yunanistan’ın olanları geride bırakarak birbirleriyle kucaklaşmalarında görülmüştü. Lozan Konferansı’nda ilk adımları atılan bu yakınlaşma, yedi yıl gibi kısa bir sürede Türkiye ile Yunanistan’ı çok yakın ilişkilerde bulunan iki dost haline getirmişti. Bunda, Türkiye’nin bütün komşuları ile barış ve dostluk antlaşmaları yapmasının ve Atatürk’ün, ülkesini işgal etmek için gelenlere başka hiçbir komutan ya da liderin gösteremeyeceği insancıl bir yaklaşımla seslenişinin de katkısı olmuştu. Anafartalar kahramanı Atatürk, Çanakkale savaşlarında ölen Anzaklar adına Avustralya hükümetince yaptırılacak anıt için 1934 yazında düzenlenen törene katılacak olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya orada okuyacağı şu satırları yazdırmıştı: “Burada bir dost vatan toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikler’le yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz, evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra bizim evlâtlarımız olmuşlardır” (İğdemir, Atatürk ve Anzaklar, s. 6).
Türk-Yunan dostluğunun pekiştiğini göstermek için Cumhuriyet’in 10. yıl dönümü törenlerine katılan Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, bu seslenişin uyandırdığı yankıların da etkisiyle Atatürk’ü 1934 Nobel barış ödülüne aday göstermişti (Turan, Türk Devrim Tarihi, III/2, s. 239 vd.). Gerçi o yılki barış ödülü İngiltere Dışişleri bakanına verilmişti, fakat Atatürk çağdaşları arasında Nobel’e aday gösterilen ilk devlet başkanı olmuştu.
İzlenen bu barışçı siyaset çok geçmeden Balkan Antantı ve Sâdâbâd Paktı diye bölgesel iki anlaşmanın yapılmasına da imkân verdi. 1930’dan başlayarak birbiri arkasına gerçekleştirilen Balkan konferanslarından sonra Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında Balkan Antantı imzalandı (9 Şubat 1934). Bunu Irak, İran ve Afganistan’ın da katılımıyla Tahran’da imzalanan Sâdâbâd Paktı izledi (8 Temmuz 1937).
Böylesi bir barış ve iş birliği ortamında Boğazlar ve Hatay sorunları da Türkiye lehine çözülebildi. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile (20 Temmuz 1936) Boğazlar’da Türk egemenliği kesin olarak sağlandı. Fransa’nın, Atatürk’ün Hatay adını verdiği İskenderun sancağından çekileceğini açıklaması ile 1936’da başlayan sorun da inişli çıkışlı bir yol izleyerek 1938 Eylülünde bir Hatay Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasına getirildi. Ancak bu devletçiğin anavatana katılması onun vefatından sonra sağlanabildi (23 Haziran 1939).
Şahsî Dünyası. Mustafa Kemal’in 1923’te düzenlenen nüfus cüzdanında fiziksel özellikleri beyaz tenli, orta boylu, sarı saçlı, sarı kaşlı, mavi gözlü, uzunca çeneli ve düzce burunlu olarak belirtilmişti. Zaten o çocukluğundan beri saçlarının sarılığı ve gözlerinin çekici maviliği sebebiyle Sarı Kemal ya da Sarı Paşa diye anılır olmuştu. Kendisini yakından tanıyanların etkisi altında kaldıkları özelliklerinden biri de konuşma ve ikna yeteneği idi. Özel konuşmalarında karşısındakilere adlarıyla hitap eder, kendisine çok yakın saydıklarına Rumeli şivesiyle “çucuk” diye seslenirdi. Topluluk karşısında genelde “efendiler” demeyi benimsemişti, fakat bununla yalnız erkekleri değil kadınları da kastediyordu.
Onun ilk bakışta dikkati çeken bir başka özelliği de çok şık giyinmesiydi. Buna rağmen yemeye içmeye hiç düşkün değildi. Saatlerce süren Çankaya sofrası genelde önemli kararları almak için düzenlenen bir toplantı, bilgilenme için bir dershane, bir masa konferansı ya da bir sanat etkinliğinin, her türlü müzik konserlerinin izleneceği bir dinlenme süreci, zaman zaman da bir içki meclisi demekti. Sabahları yalnızca bir kahve içiyor, arkasından günlük faaliyetine başlıyordu. Onun için yalnızca geç saatlerde yediği akşam yemekleri söz konusuydu. O aynı zamanda bir doğa âşığı olup canlı olan her şeyle ilgilenirdi. Hayvanlardan en çok atı ve köpeği, kuşlardan kanaryayı, çiçeklerden karanfili tercih ederdi. Biniciliği sevdiğinden köşkte bir manej alanı yaptırmıştı, Çankaya sırtlarında atlı gezintiler yapardı. Yeşile karşı olan tutkusu yaşamı boyunca sürdü. Bir bozkır şehri olan Ankara’yı yeşertmeyi amaçlamış ve kurmakta olduğu çiftliğin bir ormana dönüşmesini istediğinden ona Orman Çiftliği adını vermişti. Aşırı sevgisi yüzünden herhangi bir ağacın kesilmesine ya da yerinin değiştirilmesine her zaman tepki göstermişti.
Sanat dalları içinde en çok müziğe ilgi duyar, halk müziği ve alaturka denen geleneksel müzik kadar çok sesli Batı müziğini de severdi. Daha Cumhuriyet’in ilk yılında başşehirde bir Mûsiki Muallim Mektebi (sonradan konservatuvar) açtırmış ve İstanbul’daki Muzıka-yi Hümâyun’u (daha sonra Cumhurbaşkanlığı Armoni Muzıkası) adıyla Ankara’ya getirtmiş, ayrıca bir Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti kurdurmuştu. Sevdiği şarkıların güftelerini not defterlerine yazar ve bazı şarkılarla Rumeli türkülerinde sanatçılara eşlik ederdi. Çok sesli müziğin yaygınlaşmasına önem verdiğinden İran Hükümdarı Rızâ Şah’ın Ankara’yı ziyaretinde sergilenen ilk Türk operası Özsoy onun isteği üzerine yazılıp bestelenmişti. Zevkleri arasında zeybek ve dans da büyük bir yer tutmaktaydı. Kumar biçiminde hiçbir oyuna eğilimli değildi.
Bütün bunların dışında en büyük tutkusu okumaktı ve onu günlük bir alışkanlık haline getirmişti. Hastalığında hatta savaş cephelerinde bile okumayı sürdürüyor, yeni kitaplar sipariş ediyordu. Böylece Çankaya Köşkü’nde büyük bir kitaplık oluşturmuştu. Okuduğu kitaplarda yararlanacağı yerlerin altlarını renkli kalemlerle çiziyor ve sayfa kenarlarına “dikkat” anlamına gelen “D”ler yazıyordu. Yabancı dildeki bazı kitapları da arkadaşlarına okutup birlikte değerlendiriyordu. Kimi geceler yatağa girip sabahlara kadar okuyordu. Çankaya sofraları ise genelde günün konusuna göre kitap ve sorunlar üzerinde yapılan bir tartışma alanı demekti. Onunla birlikte Samsun’a çıkmış olan Hüsrev Gerede, “Bu sofra değerli, seciyeli, fedakâr arkadaşları, devlet ve inkılâp adamları için bir mektepti. Direktiflerini burada verir, inkılâp sahasında yapacağı büyük işlerin projesini burada telkin eder; tarih, dil, kültür münakaşalarını burada yapmaktan hoşlanır; ilmine, kafasına güvendiği arkadaşlarını burada âdeta imtihana çekerdi” diye değerlendirmektedir.
Mustafa Kemal öğrencilik yıllarından başlayarak kişi için hürriyet, millet için de bağımsızlık ilkesini benimsemişti, bu sebeple, “İstiklâl ve hürriyet benim karakterimdir” diyordu. Kız kardeşinin belirttiğine göre küçükken erkek çocukların oynadıkları birdirbir ya da uzun eşek oyununu, “Ben sırtıma kimseyi almak için eğilmem” diyerek hiç oynamamıştı. Babasının ölümünden sonra da genelde ailesinden uzak tek başına özgürce yaşamıştı. Oldukça geç yaşta evlenmişti. 29 Ocak 1923’te Uşaklıgil ailesinden Latife Hanım’la evlenirken bunun gelecekte medenî kanun çerçevesinde kurulacak ailelere bir örnek olmasını istemişti. Bu sebeple nikâhını Latife ile birlikte masaya oturup ikişer tanık huzurunda ve İzmir merkez kadısı gibi bir yargı adamına kıydırmıştı (Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s. 691 vd.). Fakat bu evlilik ancak iki buçuk yıl sürmüştü. Bundan sonra da yalnızlığını ve çocuk özlemini giderebilmek için annesi gibi mânevî evlât edinmeye yönelmişti.
Aydınlanma düşüncesini benimsemiş bir kişi olarak hep aklını kullanmaya özen göstermişti. 1919 Mayısında Samsun’a hareket ederken İngiliz askerleri görünüşte silâh aramak için Bandırma vapuruna çıktıklarında yanındakilere Anadolu’ya silâh değil akıl götürdüklerini söylemişti. Çerkez Ethem’in gücünü ispatlamak istercesine Ankara’da bir gösteriye girişmesi üzerine ülkede kimin egemen olduğunu soran İsmet İnönü’ye de, “Biziz, akıl bizdedir” yanıtını vermişti. Kendisi yaptıklarının bir deha eseri olarak gösterilmesini de kabul etmiyordu. “Ben askerî deha filân bilmiyorum. Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman yaptığım iş şudur: Vaziyeti iyice tesbit etmek, sonra alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek. Bu kararı bir kere verdikten sonra artık acaba yapayım mı, yapmayayım mı diye tereddüt etmemek ve muvaffak olacağıma inanarak tatbik etmek” (Us, s. 9).
Elli yedi yıllık ömrü hastalıklarla geçmişti. Askerî idâdîde yakalandığı sıtma daha sonraki yıllarda tekrar ortaya çıkmıştı. Trablusgarp’ta gözlerinden hastalanmış, uzun süre tedavi görmüştü. 1918 ve 1921’de böbrek ağrısına tutulmuş, 1919’da Samsun’a gitmeden önce bir kulak ameliyatı geçirmişti. 1924’te koroner spazm geçirmiş, 1936’da akciğer rahatsızlığına uğramış ve 1937’de sirozun pençesine düşmüştü. Böbrek hastalığı için kaplıca tedavisi önerildiğinden Karlsbad’da başladığı bu tedaviyi Havza’da, Bursa’da ve daha sonra Yalova’da sürdürmeye çalışmıştı. Son olarak 1938 başında karaciğerden hasta olduğu belirlenmişti. Buna rağmen önem verdiği iç ve dış sorunları yakından izlemeyi sürdürmüştü. Şubat başında Bursa Merinos Fabrikası’nın açılışında Sarı Zeybek oynamış, Hatay sorununu sonuçlandırabilmek için de hasta görünmemeye çalışmıştı. 19 Mayıs törenlerinden sonra trenle gittiği Mersin ve Adana’da Fransızlar’a bir gözdağı vermek için düzenlenen geçit törenlerini ayakta izlemişti. Beş gün süren bu yolculukta hayli yorgun düşmüş, yine de yanındakileri, “Ölümü istemek bir cesaret değildir, ama ölümden korkmak da bir ahmaklıktır diye cesaretlendirmek istemişti. Ankara’ya döndükten sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etmişti. Haziran başında deniz havasının iyi geleceği düşüncesiyle satın alınan Savarona yatına geçmişti. Hastalığının ilk krizi temmuzda ortaya çıkmış, bu defa Dolmabahçe Sarayı’na nakledilmişti. Çağrılan yabancı uzmanlar durumun kötüye gittiğini belirtmişlerdi. Kendisi de bunun farkında olduğu için 5 Eylül 1938’de el yazısıyla vasiyetini yazarak Beyoğlu noterine teslim etmişti. Aslında 1937’den başlayarak sahip olduğu taşınmazları ve hisseleri hazineye ya da yerel belediyelere bağışlamaya yönelmişti. Öyle ki hayatta bulunan kız kardeşinin medenî yasa gereğince hakkı olan paylar üzerinde hak iddia etmemesi için 1933’te özel bir yasa çıkartmıştı. İlk bağışını 2 Şubat 1937’de Bursa Belediyesi’ne yaptı. Yeni açılan Çelik Palas Oteli’ndeki payı ile otel bahçesindeki köşkü (bugün müze) belediyeye bıraktı. 11 Haziran 1937’de Trabzon’dan başbakanlığa gönderdiği bir yazı ile de Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği ile Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus’ta bulunan çiftlik ve bahçelerle bunların üzerindeki her türlü tesisi, eşyayı ve malları devlet hazinesine bağışladığını bildirdi. Söz konusu çiftliklerin yüzölçümü o dönemde 154.729 dönüm olarak hesaplanmıştı. Çiftliklerde altı fabrika ile çok sayıda canlı hayvan, demirbaş eşya, binek ve yük arabaları ile beş satış mağazası da bulunuyordu. Bu taşınmazlar dışında yöre halkları ya da çeşitli kuruluşlarca kendisine armağan edilen evler ve onun adına oluşturulan müzeler de hazineye veya yerel yönetimlere geçti. Bu sebeple düzenlediği vasiyetnâmede yalnızca Çankaya’daki küçük köşkte hayatta olduğu sürece kız kardeşi Makbule’nin oturmasını öngörmüştü. İş Bankası’ndaki payının yıllık gelirlerinin, kız kardeşiyle mânevî kızları Afet İnan, Sabiha Gökçen, Rukiye, Nebile ve Ülkü’ye ödenecek aylık miktarlar dışında kalan büyük kısmının, kurucusu olduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu arasında bölüştürülmesini vasiyet etti. Bunların dışında İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için yetecek paranın verilmesini istemesi, İnönü ailesine yıllardır yapmakta olduğu yardımın bir başka şekilde sürmesini gerekli bulmasından kaynaklanmış görünmektedir.
İlerleyen hastalığı onu, Cumhuriyet’in 15. yılını kutlama törenlerine ve 1 Kasım’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni çalışma yılına başlamasına katılmaktan alıkoymuştu. Fakat onun isteğiyle çıkarılan bir genel af yasası ile (29 Haziran 1938) yalnız genel hükümlüler değil İstiklâl mahkemelerince mahkûm edilenler ve 150’likler de affedilerek yılların getirdiği bazı tortuların giderilmesi istenmişti. 17 Ekim’de girdiği ilk komadan iki gün sonra çıktı, ancak 8 Kasım’da başlayan ikinci komayı atlatamadı ve 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı 9.05’te hayata gözlerini kapadı. Kendisi hayattayken, “Beni milletim nereye isterse gömsün” demişti. Hükümet naaşını Ankara’ya getirmeyi uygun gördü. Ona yaraşır bir anıtmezar yapılıncaya kadar da tabutunun Etnografya Müzesi’ne konulmasına karar verildi. İslâmî geleneklere göre yıkanan naaşı Mustafa Hayrullah Diker ve Süreyya Hidayet Sezer tarafından tahnît edildikten sonra kurşunlu bir tabuta konuldu. Daha sonra bir Türk bayrağına sarılarak halkın ziyaret etmesi için hazırlanan katafalka yerleştirildi. Cenaze namazının bir camide kılınmasının zorunlu olmadığı hakkında İslâm Tetkikleri Enstitüsü Başkanı Şerefettin Yaltkaya ile Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’nin görüş bildirmeleri üzerine namaz 19 Kasım’da Dolmabahçe’de Yaltkaya tarafından kıldırıldı. Aynı gün top arabasıyla Sarayburnu’na taşınan tabutu önce Zafer torpidosuna, arkasından Yavuz zırhlısına aktarılarak Diliskelesi’nde trene yüklendi. 20 Kasım sabahı Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi önündeki katafalkta halkın ziyaretine açıldı. 21 Kasım 1938’de çok sayıda yabancı devlet temsilcisinin ve askerî birliklerin katıldıkları görkemli bir törenle Ankara Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabre konuldu. Anıtkabir tamamlanınca da 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nden alınarak burada toprağa verildi.
BİBLİYOGRAFYA
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, İstanbul 1961, I-III.
a.mlf., Söylev, Ankara 1978, I-II.
Atatürk’ün Askerliğe Ait Eserleri (haz. Afet İnan), Ankara 1959.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (der. Nimet Arsan), Ankara 1964, I-III.
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannâmeleri (der. Nimet Arsan), Ankara 1964.
Atatürk’ün Hatıraları: 1914-1918 (haz. F. Rıfkı Atay), Ankara 1965.
Atatürk’ün Hatıra Defteri (haz. Şükrü Tezer), Ankara 1972.
Atatürk’ün Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç ve Söyleşileri (haz. Sadi Borak), Ankara 1980.
Atatürk’le Yazışmalar (haz. Bilal Şimşir), Ankara 1981.
Atatürk’ten Mektuplar (haz. Afet İnan), Ankara 1981.
Atatürk Özel Arşivinden Seçmeler, Ankara 1981.
Atatürk ile İlgili Arşiv Belgeleri: 1911-1921 Tarihleri Arasına Ait 106 Belge, Ankara 1982.
M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları (haz. Afet İnan), Ankara 1983.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Tamim ve Telgrafları (haz. Sadi Borak – Utkan Kocatürk), Ankara 1987, V.
Atatürk’ün Not Defterleri (haz. Ali Mithat İnan), Ankara 1996.
Atatürk’ün Özel Mektupları (der. Sadi Borak), İstanbul 1998.
Mustafa Kemal ve Corinne Lütfi-Bir Dostluğun Öyküsü (haz. Melda Özverim), İstanbul 1998.
Atatürk’ün Bütün Eserleri, İstanbul 1998-2004, I-XII.
Mehmed Ârif, Anadolu İnkılâbı, İstanbul 1924.
Mehmed Emin [Yurdakul], Zafer Yolunda, İstanbul 1334, s. 33.
Türk’ün Altın Kitabı, Gazinin Hayatı, İstanbul 1928.
R. Eşref Ünaydın, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, İstanbul 1930.
Ziya Şakir, Atatürk: Büyük Şefin Hususi, Askeri, Siyasi Hayatı, İstanbul, ts.
Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, İstanbul 1938.
Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün Zengin Tarihinden Birkaç Yaprak, İstanbul 1939.
İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin: Ölümünden Sonra Hatıralar ve Hayatındayken Yazılanlar, İstanbul 1939, s. 73.
İbnülemin, Son Sadrıazamlar, II, 1728.
Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Ankara 1944.
Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955.
İsmail Arar, Son Günlerinde Atatürk: Dr. Asım Arar’ın Hatıraları, İstanbul 1958.
Makbule Atadan, Ağabeyim Mustafa Kemal (der. Şemsi Belli), Ankara 1959.
Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Ankara 1959.
Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, İstanbul 1962.
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959.
Türk İstiklâl Harbi, Ankara 1962-75, I-VII.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam: Mustafa Kemal, İstanbul 1963-64, I-III.
Asım Us, Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım: Meşrutiyet ve Cumhuriyet, İstanbul 1964.
L. Kinros, Atatürk-Bir Milletin Yeniden Doğuşu (trc. Ayhan Tezel – Nihal Yeğinobalı), İstanbul 1966.
Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 1966-68, I-II.
Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul 1966, I-II.
Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967, s. 257.
S. I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları (trc. Hasan Â. Ediz), İstanbul 1967.
Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul 1968.
Enver Ziya Karal – Ali Fuat Başgil, Atatürk, Din ve Laiklik, İstanbul 1968.
Sivas Kongresi Tutanakları (haz. Uluğ İğdemir), Ankara 1969.
F. Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar, İstanbul 1969, tür.yer.
Şerafettin Turan, “Atatürk Milliyetçiliği”, Atatürk Konferansları III: 1969, Ankara 1970, s. 69-87.
a.mlf., Atatürk ve Ulusal Dil, Ankara 1981.
a.mlf., Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Ankara 1982.
a.mlf., Türk Devrim Tarihi, III/2, Ankara 1996, s. 239 vd.
a.mlf., Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Ankara 2004.
A. J. Toynbee, Türkiye: Bir Devletin Yeniden Doğuşu (trc. Kasım Yargıcı), İstanbul 1971.
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Ankara 1972.
Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı: 1933 (haz. Afet İnan), Ankara 1972.
İ. Hakkı Baltacıoğlu, Atatürk-Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri, Erzurum 1973.
Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul 1973.
H. Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Ankara 1973, I-II.
P. Paruşev, Atatürk: Demokrat Diktatör (trc. Naime Yılmaer), İstanbul 1973.
Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Ankara 1973-84, I-IV.
Heyet-i Temsiliye Kararları (haz. Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1974.
Heyet-i Temsiliye Tutanakları (haz. Uluğ İğdemir), Ankara 1975.
Uluğ İğdemir, Atatürk ve Anzaklar, Ankara 1978, s. 6.
a.mlf., Atatürk’ün Yaşamı I (1881-1918), Ankara 1980.
Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Cumhuriyet Dönemine Ait 100 Belge): 1923-1938, Ankara 1981, I-II, tür.yer.
A. Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul 1981.
B. G. Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği (trc. Cenat Yanansoy), İstanbul 1981.
A. Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay, Ankara 1981.
Cevdet Perin, Atatürk Kültür Devrimi, İstanbul 1981.
T. Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Ankara 1981.
Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, İstanbul 1982.
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1983.
Salih Bozok – Cemil Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, İstanbul 1985.
Zafer Perek, Kur’an ve Atatürk Reformları, İstanbul 1986.
E. J. Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık (trc. Nüzhet Salihoğlu), Ankara 1987.
Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler, İstanbul 1990, s. 58.
Kâzım Karabekir Anlatıyor (haz. Uğur Mumcu), İstanbul 1990, tür.yer.
F. Georgeon – İskender Gökalp, Kemalizm ve İslam Dünyası (trc. Cüneyt Akalın), İstanbul 1990.
Y. Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eseri, Ankara 1990, I.
Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1992, I-II.
Mustafa İsmet İnönü, Hatıralar (haz. Sabahattin Selek), Ankara 1992, I-II, tür.yer.
Kazım Özalp – Teoman Özalp, Atatürk’ten Anılar, Ankara 1992.
Atatürkçü Düşünce, Ankara 1992.
Mevlanzâde Rıfat, Türkiye İnkılâbının İçyüzü (haz. Metin Hasırcı), İstanbul 1993, s. 237.
İzzettin Çalışlar, Atatürk ile İkibuçuk Yıl, Ankara 1993.
P. Dumont, Mustafa Kemal (trc. Zeki Çelikkol), Ankara 1993.
Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, İstanbul 1993, tür.yer.
P. Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu (trc. Fethi Ülkü), Ankara 1994.
Burhan Göksel, Atatürk’ün Soykütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ankara 1994.
Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, İstanbul 1994.
Menter Şahinler, Atatürkçülüğün Kökeni, Etkisi ve Güncelliği, İstanbul 1996.
Turgut Özakman, Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, Ankara 1997.
Nezihe Araz, Mustafa Kemal’le 1000 Gün, İstanbul, ts.
Ali Güler, Bir Dahinin Hayatı: Atatürk’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenimi, İstanbul 1998.
a.mlf., “Atatürk’ün Ölümü, Cenaze Töreni”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, sy. 366 (Ankara, ts.), s. 62 vd.
Cemil Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Ankara 1998.
A. Jevakhoff, Kemal Atatürk Batının Yolu: Kemal Atatürk les chemins de l’occident (trc. Zeki Çelikkol), İstanbul 1998.
A. Mango, Atatürk, London 1999.
Nazmi Kal, Atatürk’le Yaşadıklarını Anlattılar, Ankara 2001.
W. Sperco, Mustafa Kemal Atatürk: 1881-1938 (trc. Zeki Çelikkol), Ankara 2001.
Hüsrev Gerede’nin Anıları: Kurtuluş Savaşı Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919 - 10 Kasım 1938) (haz. Sami Önal), İstanbul 2002.
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu (trc. Yavuz Alogan), İstanbul 1995.
M. Şakir Ülkütaşır, “Atatürk’e Bu Soyadı Nasıl Verildi ve Bunu Kim Buldu”, MK, II/6-8 (1980), s. 6.
Salih Omurtak v.dğr., “Atatürk”, İA, I, 719-807.
R. Mantran, “Atatürk”, EI2 (İng.), I, 734-735.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#2-ataturk-ve-turk-dili
II. ATATÜRK ve TÜRK DİLİ
Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâplar arasında dil inkılâbı özel bir yer tutar. Yazı veya alfabe reformu denilen reform da dil inkılâbına sıkı sıkıya bağlıdır. Atatürk, Erzurum Kongresi’nin sona erdiği 7-8 Ağustos 1919 gecesi arkadaşlarından Mazhar Müfit’in hâtıra defterine gelecekte yapacağı işleri not ettirirken Latin harflerinin kabul edileceğini de yazdırmıştır. Böylece gerçekleştirdiği birçok inkılâp gibi bunu da çok önceden tasarlamış olduğu anlaşılmaktadır.
Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra eski alfabelerini bırakarak bu dinin etkisiyle Arap harflerini almışlar ve 1000 yıldan fazla bir zaman bu harfleri kullanmışlardır. Özellikle Osmanlılar İslâm medeniyetinin Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı ortak dilini meydana getirmişlerdir. Arapça ve Farsça muhteva bakımından Türkçe’ye Yunan, Latin ve Romalı unsurların İngilizce’ye yaptığı katkıyı yapmıştır (Lewis, s. 428-429).
Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine girmesiyle birlikte başlayan ıslahat ve modernleşme çalışmalarına paralel olarak Batı devletleri örnek alınmaya başlanmıştı. XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya giden elçilerin ve XIX. yüzyılda gönderilen öğrencilerin burada Latin harflerini tanımaları ve bu yazıyı Arap yazısıyla karşılaştırmaları bazı teklifleri de beraberinde getirmiştir. Arap alfabesinin bir kısım Türk seslerini veremediği ve zor öğrenildiği öne sürülerek alfabenin ıslahı meselesi tartışılmaya başlanmıştır. İlk defa Münif Mehmed Paşa 1862 yılında Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de verdiği bir konferansta bu yolda birtakım teklifler ortaya atmış, Âzerî Türkleri’nden Mirza Feth Ali Ahundzâde de ertesi yıl İstanbul’a gelip harfler konusunda Bâbıâli’ye bazı görüşler sunmuştur. Ahundzâde’nin hazırlamış olduğu alfabe raporu Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de görüşülmüşse de bu hususta herhangi bir çalışmaya girişilmemiştir.
1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde İzmirli Nazmi ile iki arkadaşı Latin harflerinin alınması konusunda bir önerge vermişlerdi; fakat kongre başkanı Kâzım Karabekir, “Latin harflerini kabul edemeyiz” diyerek kesin tavrını ortaya koymuştu (Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1923). Kâzım Karabekir’in bu tavrı çeşitli gazete ve dergilerde yeni tartışmalara yol açmıştır. 1924’te İzmir mebusu Şükrü Saracoğlu alfabe meselesini Büyük Millet Meclisi’ne getirmiş ve eğitim alanında yıllardan beri yapılan çalışmaların verimsiz kaldığını, bunun tek sebebinin Arap harfleri olduğunu ileri sürmüştür. Atatürk de konuşmalarında Türk eğitiminden söz ederken zaman zaman Arap kökenli yazı sistemini bir engel olarak değerlendiriyor ve milletin büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmemesini buna bağlıyordu. 1926 Martında Bakü’de toplanan Türkoloji kongresinin dil seksiyonunda Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan ve Tatar, Başkurt, Kazak, Kırgız, Özbek, Çuvaş, Yâkut gibi adlar alan Türkler için kabul edilmesi düşünülen yazı sistemi üzerinde durulmuş, bütün Türkler için Arap alfabesi yerine Rus alfabesinin kabulü gündeme gelmişti. Fakat Rus alfabesinin Türk seslerini ifade edemediği anlaşılınca Latin esasından alınmış bir alfabe üzerinde tartışmalar yapılmış ve sonuçta bu kongrede Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler için Latin asıllı yeni alfabeler kabul edilmişti. Sovyetler’in bu Latinleştirme politikasının başlıca gayesi, alfabe dolayısıyla halk üzerinde İslâmiyet’in ve ortak harflerin bütünleştirici etkisini azaltmak ve Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler’le Türkiye Türkleri arasındaki kültürel teması kesmekti. Çünkü o yıllarda Arap alfabesi Türkler arasında yazıda birlik sağlıyordu. Türkler’in Latin alfabesini kabulünden sonra Ruslar’ın Latin yazısının yerine Kiril yazısını koymalarının sebebi de budur (Lewis, s. 427).
Bakü’de toplanan kongreden sonra Akşam gazetesi 28 Mart 1926’da, “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlığı altında bir tartışma açtı. Bu tartışmaya katılanlar arasında Ali Canip, Ali Ekrem, Muallim Cevdet, İbrahim Alâeddin, Necip Âsım, Avram Galanti, Hüseyin Suat, Halil Nimetullah, Veled Çelebi, İbrahim Necmi, Halit Ziya ve Abdullah Cevdet gibi tanınmış kişiler vardı. Bunların büyük çoğunluğu Latin harflerinin alınmasından yana idi. Bu tartışmalar kısa sürede diğer gazete ve dergilerde de yoğunluk kazandı. Nitekim M. Fuad Köprülü, “Latin harflerinin kabulüne taraftar olanlar zannediyorlar ki Garp medeniyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Halbuki Garp medeniyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil olamaz” diyerek Latin harflerinin alınmasına karşı çıkmıştı (Millî Mecmua, sy. 7 [1926], s. 1206-1207). Aynı şekilde Zeki Velidi de Latin harflerinin lisanımıza tatbikini imkânsız ve zararlı buluyordu (TY, IV [1926], s. 494-509).
Türkler arasında dil birliğini sağlayan Arap alfabesinin Sovyetler Birliği’nde terkedilip yerine Latin esasından alınmış birtakım yeni yazı sistemlerinin kabul edilmesinin ardından Atatürk’ün yazı reformuyla ilgili çalışmaları çabuklaştırdığı anlaşılmaktadır. Ancak 1928’den sonra Latin asıllı yeni alfabelerin Türk dillerinin seslerini veremediği bahanesiyle Sovyetler Birliği’nde alfabe alanında yeni çalışmalara girişilmiş ve on yıl gibi kısa bir müddet sonra Sovyetler Birliği Türkleri için Rus alfabesinden alınmış yeni yazı sistemleri kabul edilmiş, böylece Sovyet Türkleri ile Türkiye Türkleri’nin arası tekrar açılmıştır.
Latin harflerinin alınmasını düşünmek üzere Vekiller Heyeti’nin 28 Mayıs 1928’de yaptığı toplantıda Falih Rıfkı, Fazıl Ahmet, Ruşen Eşref, Ragıp Hulûsi, Ahmet Cevat, Yakup Kadri, Mehmed Emin, İhsan Sungu ve İbrahim Grandi’den oluşan bir dil encümeninin kurulması kabul edildi. Encümen üyeleri 26 Haziran’da toplanarak çalışmalarına başladı. Komisyonun seçtiği harfleri Atatürk’e Falih Rıfkı götürdü. Komisyon, yeni alfabenin kabulünün ve benimsenmesinin beş ile on beş yıl sürebileceğini düşünüyordu. Fakat Atatürk bu süreyi çok uzun buldu ve, “Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz” diyerek kararını bildirdi (Atay, s. 440). Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul’da Sarayburnu Parkı’nda kısa bir konuşma yaparak yazı reformunu başlatmış oldu. 1 Kasım günü Büyük Millet Meclisi’ni açarken yaptığı konuşmada da alfabe reformundan söz etti ve, “Büyük Türk milleti cehaletten, az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir” dedi. Daha sonra Büyük Millet Meclisi 1353 sayılı kanunla yeni harfleri oy birliğiyle kabul etti ve kanun 3 Kasım 1928’de yürürlüğe girdi.
1926’da yazı reformuna karşı çıkan M. Fuad Köprülü 1938 yılında yazdığı bir yazıda, reformu gerçekleştirmekle Ortaçağ Doğu kültüründen silkinip çağdaş Batı kültürü dairesine girme iradesini göstermiş olduğumuzu vurguluyordu (Ülkü, sy. 67 [1938], s. 1-2). Köprülü’ye göre yeni alfabe dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelere, bu dillerden alınan gramer kurallarına artık hayat hakkı tanımıyordu. Yine Latin alfabesi sayesinde o zamana kadar kendi özel kimliklerini koruyan Arap ve Fars kökenli kelimeler de artık dilimizde tutunamayacaktı.
Gerçekte harf inkılâbı daha kapsamlı ve daha derin bir inkılâp olan dil inkılâbının başlangıcıydı. Atatürk, Sadri Maksudi’nin Türk Dili İçin (1930) adlı kitabının başına yazdığı yazıda bu inkılâbın ana ilkesini açık olarak dile getirirken, “Millî hisle dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” demişti.
Harf inkılâbından sonra takip edilen politika sayesinde okuma yazma öğrenme hızlanmış ve kolaylaşmıştır. Ancak Türk seslerini veren yeni yazı sisteminde bu defa da dildeki Arap ve Fars kökenli kelimelerin yazımında bazı problemler ortaya çıkmıştı. Atatürk’ün direktifini gerçekleştirmek üzere 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu (bk. TÜRK DİL KURUMU). Atatürk cemiyetin başkanlığına Çanakkale mebusu Sâmih Rifat’ı, genel sekreterliğe de Afyonkarahisar mebusu Ruşen Eşref’i getirdi. Üyeliklere Ruşen Eşref’in teklifiyle Manisa mebusu Yakup Kadri ile Zonguldak mebusu Celâl Sahir tayin edildi. Cemiyet, yine Mustafa Kemal’in direktifiyle filoloji ve lengüistik ile Türk dili olarak iki ana kola ayrıldı. Bu kollar Türk dilinin sözlük ve terim, gramer ve sentaksı ile etimolojisinden başka filoloji ve lengüistikle de meşgul olacaktı. Bu doğrultuda 26 Eylül 1932 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda I. Türk Dil Kurultayı toplandı. Kurultayda kabul edilen çalışma programında Türk dilinin başka dillerle mukayesesi, mukayeseli gramerinin yapılması, Osmanlı Türkçesi’ndeki Arapça ve Farsça kökenli sözlere yeni karşılıklar bulunması, Anadolu ve Rumeli ağızlarından sözler derlenmesi, Türkçe bir sözlük yanında bir gramer kitabının yazılması ve terimlerin Türkçeleştirilmesi gibi konular yer aldı.
1934’te Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla iki ciltlik bir sözlük yayımlandı. Bu eserde Türkiye Türkçesi’nden ve Anadolu ağızlarından sözler yanında belli başlı Türk diyalektlerinden alınma sözler de yer almıştı. Eser çıktıktan hemen sonra dilde büyük bir karışıklık başladı. Çünkü Tarama Dergisi’nde Osmanlıca sözlere birçok karşılık verilmişti. Yazarlar ise bir kavram için kendi tercihlerine göre ayrı ayrı karşılıkları seçiyordu. Dilin bir çıkmaza girdiğini kabul eden Atatürk dilin bu çıkmazdan kurtarılması gerektiği ve bunun aşırılıktan kaçınmakla mümkün olduğu kanaatine varmıştı (Atay, s. 447).
18 Ağustos 1934’te yine Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan II. Türk Dil Kurultayı, Tarama Dergisi’nin ortaya çıkardığı karışıklıkları gidermek için Osmanlıca’dan Türkçe’ye Cep Kılavuzu adıyla bir sözlük hazırlanmasını kararlaştırdı. Sözlük komisyonuna Falih Rıfkı, Fuad Köprülü, Hasan Âli, Necmeddin Sadık, Reşat Nuri, Celâl Esat, Ali Muzaffer gibi üyeler seçildi. Komisyonun çalışmaları sonunda 1935’te Osmanlıca’dan Türkçe’ye Cep Kılavuzu ve Türkçe’den Osmanlıca’ya Cep Kılavuzu başlıklı sözlükler çıkarıldı. Bu kılavuzlarda Türkçe’si olan yabancı kelimeler tasfiye edilmiş, Türkçe’si olmayanlar ise bırakılmıştı. Ayrıca Türkçe kök ve eklerden yeni kelimeler türetilmişti. Tarama Dergisi’nin doğurduğu karışıklığı kısa sürede gideren cep kılavuzları, 24 Ağustos 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan III. Türk Dil Kurultayı’na sunuldu. Bu kurultayda ayrıca güneş-dil teorisi ortaya atıldı ve bu teori çeşitli tartışmalara yol açtı. Falih Rıfkı’ya göre Atatürk’ün bu teoriye bağlanması, dilden atılan birçok yabancı kelimenin aslında Türkçe olduğunu ispat ettirerek Türk lugatını dünyanın en zengin lugatlarından biri haline getirmekti (a.g.e., s. 479). Atatürk, Türk dilinin geliştirilmesi üzerinde çalışırken dil bilimi konularıyla da ilgilenmeye başlamıştı. Dillerin doğuşu meseleleriyle uğraşılırken Türk dilinin yeryüzünün en eski dilleri arasında yer alan bir ana dil olduğu inancı güç kazanmıştı.
Terim alanında yapılan çalışmaların ilk sonuçları 1937’de alınmış, 1937-1938 öğretim yılında yeni terimler kullanılmaya başlanmıştır. Atatürk, 1937’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken yaptığı konuşmada bu gelişmeden duyduğu sevinci şöyle dile getirmişti: “Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü bilimlere ait terimleri tesbit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır.”
Atatürk’ün başlattığı dil reformu sadece Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin çalışmalarına münhasır kalmamıştır. 1934 yılında kabul edilen soyadı kanunu da dil inkılâbı yolunda atılmış bir başka adımdır. Bu kanun, bir yandan dilimizde eski Türkçe sözlerden kurulmuş soyadlarının yaygınlık kazanmasına yol açarken bir yandan da Arapça ve Farsça kökenli adlar yerine Türkçe adların kullanılmasını sağlamıştır. 24 Kasım 1934’te Türkiye Büyük Millet Meclisi 2587 sayılı kanunla Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını verdi. Atatürk veya Türkata soyadları Saffet Arıkan tarafından teklif edilmişti. Mustafa Kemal Paşa ise daha soyadı kanunu çıkmadan “Atatürk”ü kullanmaya başlamıştı. Bu kanunun çıkmasından sonra Atatürk çalışma arkadaşlarına birçok soyadı vermiştir. Meselâ İsmet Paşa’ya İnönü, Hamdullah Suphi’ye Tanrıöver, Ruşen Eşref’e Ünaydın, Recep Bey’e Peker, Nuri Bey’e Conker soyadlarını o seçmişti. Türkçülük akımının güç kazandığı yıllarda Kaya, Aydın, Demir, Demirtaş, Gökalp gibi adlar yaygınlaşmış, bunların yanında Türk tarihinden alınma Oğuz, Ertuğrul, Yıldırım, Yavuz gibi adlar da çoğalmıştır. Soyadı kanununun çıkmasından sonra bu eski adların sayısı artarken yepyeni Türkçe adlar ve soyadları da kullanılmıştır.
28 Kasım 1934’te Atatürk Hâkimiyet-i Milliye gazetesine Ulus adını vermiştir. Dil inkılâbına bağlı olarak 26 Kasım 1934’te kabul edilen başka bir kanunla bey, ağa, paşa gibi unvanlar kaldırılmış, bey yerine bay, hanım yerine bayan, paşa yerine de general (tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral, orgeneral) karşılıkları alınmıştır. Fakat iyice kökleştiği için kolayca atılamayan bey, ağa, paşa, hanım unvanlarının kullanılması devam etmiştir. 9 Ocak 1936’da Ankara’da açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk dili ve Türk tarihi alanında başlatılan çalışmalara ilmî katkılarda bulunacaktı.
Atatürk yabancı terimlere, yabancı bilim sözlerine karşı çıkmak ve dil meselelerini tartışmakla kalmamış, terim ve söz üretme konusunda birçok örnek de vermiş, hatta bir geometri kitabı bile yazmıştır. III. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra yazılan bu küçük kitap geometri öğrenenlerle kitap yazacaklara kılavuz olarak düşünülmüştür. Kitapta Arapça geometri terimleri yerine birçok yeni karşılık bulunmuştur. Açı, üçgen, dörtgen, beşgen, yatay, dikey, düşey vb. bunların başlıcalarıdır.
Atatürk’ün dil ve özellikle terim konusunda Ziya Gökalp’in etkisi altında kaldığı doğrudur. Fakat hars, mefkûre, halkiyat, Türkiyat, Şarkiyat gibi terimler ortaya atan Gökalp’in yeni terimleri Arapça’ya dayandırmasını Atatürk benimsememiş, mefkûre yerine “ülkü”yü, hars yerine de “kültür”ü kullanmıştır. Atatürk’ün başlattığı dil inkılâbı yabancı ülkelere ve özellikle bazı İslâm devletlerine örnek olmuştur. Nitekim 1934’te Türkiye’ye gelen İran Şahı Rızâ Pehlevî ülkesine dönünce bir dil akademisi kurdurmuştur. Claude Hagège dünyanın başlıca dil reformcularını sayarken Martin Luther, M. Agricola, V. Karadzić, L. Stúr, B. Sulek, I. Aasen, E. Ben Yahuda ve J. Aavik’in yanında Atatürk’ü de zikretmiştir (Language Reform, I, 11-18).
BİBLİYOGRAFYA
Ruşen Eşref, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin Kurulduğundan İlk Kurultaya Kadar Hatıralar, Ankara 1933, s. 5-6.
U. Heyd, Language Reform in Modern Turkey, Jerusalem 1954.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1961, s. 440, 447, 479.
Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 1966, s. 131.
A. Dilaçar, “Prof. J. Németh’s Role in the Turkish Alphabet and Language Reform”, Hungaro-Turcica: Studies in Honour of Julius Németh (ed. Gy. Káldy-Nagy), Budapest 1976, s. 351-456.
Cl. Hagège, “Voies et destins de l’action humaine sur les langues”, Language Reform (ed. I. Fodor – Cl. Hagège), Hamburg 1983, I, 11-18.
B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (trc. Metin Kıratlı), Ankara 1984, s. 275-278, 420-431.
E. Rossi, “La riforma Linguistica in Turchia”, OM, XV (1925), s. 45-47.
a.mlf., “Un decennio di riforma Linguistica in Turchia”, a.e., XXII (1942), s. 466-477.
Zeki Velidi, “Türklerde Hars Buhranı”, TY, IV (1926), s. 494-509.
Köprülüzade M. Fuad, “Harf Meselesi”, Millî Mecmua, sy. 7, İstanbul 1926, s. 1206-1207.
a.mlf., “Alfabe İnkılâbı”, Ülkü, sy. 67, Ankara 1938, s. 1-2.
J. Deny, “La réforme actuelle de la langue turque”, En terre d’Islam, X, Paris 1935, s. 223-247.
Naim Kâzım Onat, “Atatürk Soyadı Üzerine Birkaç Hatıra”, Ulus, 03.12.1949.
Faik Reşit Unat, “Latin Alfabesinden Türk Alfabesine”, TDl., II (1953), s. 721-734.
Fevziye Abdullah Tansel, “Arap Harflerinin Islahı ve Değiştirilmesi Hakkında İlk Teşebbüsler ve Neticeleri”, TTK Belleten, XVII/66 (1953), s. 223-249.
Hasan Eren, “Atatürk ve Ziya Gökalp”, TDl., XXVII (1953), s. 172-177.
Fahir İz, “Atatürk ve Türk Dili”, a.e., LII (1987), s. 273-284.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#3-ataturk-ve-turk-tarihi
III. ATATÜRK ve TÜRK TARİHİ
Atatürk, milletleri millet yapan ve onların varlıklarını sürdürmelerinde önemli bir unsur olan kültürün dil ve tarihe dayandığını gayet iyi biliyordu. Bu sebeple uzun bir savaş döneminden sonra kurulan millî devletin ilk yıllarından itibaren Türk milletinin benliğine kavuşması hususunda en büyük desteği Türk tarihinde bulmuştur.
Mustafa Kemal’in tarihe ve bilhassa Türk tarihine büyük ilgi duyduğu bilinmektedir. Özel kütüphanesindeki kitapların çoğunun tarihe ait olması da bunu göstermektedir. Tarihe olan ilgisi dolayısıyladır ki İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi 19 Eylül 1923 tarihli toplantısında Yahya Kemal’in teklifiyle kendisine fahrî müderrislik pâyesi vermiştir. Buna çok memnun olan Mustafa Kemal, telgrafla verdiği cevapta Türk kültürünün merkezi saydığı Edebiyat Fakültesi’nin fahrî müderrisliğine seçilmiş olmasından dolayı teşekkür etmiş, millî istiklâlimizi ilim sahasında bu fakültenin tamamlayacağına olan inancını dile getirdikten sonra bu şerefli görevi üstlenen ilim heyeti arasında bulunmanın kendisi için bir iftihar vesilesi olduğunu bildirmiştir. Öte yandan fahrî müderrislik beratını Ankara’ya götüren Necip Âsım Yazıksız, İsmail Hakkı İzmirli ve Şemsettin Günaltay’ı kabul ederek okul sıralarından itibaren tarihe büyük ilgi duyduğunu, bu sebeple fahrî müderrisliğin edebiyattan ziyade tarihe ait olduğunu belirtmiştir. M. Fuad Köprülü’nün yeni basılan Türkiye Tarihi adlı kitabını göndermesi münasebetiyle de Mustafa Kemal Paşa, bir hafta sonra kendi el yazısıyla Fuad Köprülü’ye gönderdiği mektupta büyük bir zevkle okuduğu bu önemli eserden faydalandığını, bunu meydana getirmek için sarfedilen mesaiyi takdir ettiğini, kendisinden millete ve Cumhuriyet’e faydalı olabilecek çalışmalar beklediğini bildirmiştir. Ayrıca eserin diğer ciltlerinin hazırlanıp yayımlanması için ne gibi maddî yardıma ihtiyaç duyulduğunu da Maarif vekili vasıtasıyla sordurmuştur.
Atatürk’ün Türk tarihine ve Türk diline verdiği önemi gösteren en önemli faaliyeti Türkiyat Enstitüsü’nü kurdurmasıdır. 12 Kasım 1924’te kurulan enstitünün yönetmeliğinin 1. maddesinde kuruluş amacı Türklüğe ait araştırmalar ve yayınlar yapmak, Türkiye dışındaki benzer kurumlarla ilişkilerde bulunarak milletlerarası bir ilim merkezi vazifesi görmek şeklinde tesbit edilmiştir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki güçlüklere rağmen Türk tarihinin araştırılmasına çeşitli imkânlar hazırlayan Atatürk 1928’den itibaren daha sistemli bir şekilde tarihle ilgilenmeye başladı. Okul kitapları başta olmak üzere bütün tarih kitaplarını toplatarak incelemeye aldırdı. Hatta yabancı dillerde yazılmış kitapları bile toplattı. Böylece çoğunluğunu tarih kitaplarının oluşturduğu Atatürk’ün kütüphanesi kurulmuş oldu.
Atatürk, tarih araştırmalarının müstakil bir kurum tarafından yürütülmesinin gerektiğine inanıyordu. Bunun için Nisan 1930 tarihinde Ankara’da toplanan VI. Türk Ocakları Kurultayı’nda onun direktifleriyle hazırlanmış olan bir önerge ile Türk tarihi ve medeniyetini araştırmak için devamlı bir heyet kurulması istendi. Teklif üzerine Türk Ocakları kanununa, “Merkez heyeti, Türk tarihi ve medeniyetini ilmî bir surette tedkik ve tetebbû eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk tarihi tedkik heyeti teşkil eder” maddesi ilâve edildi.
On altı üyeden meydana gelen Türk Tarihi Tetkik Heyeti, ilk toplantısını 4 Haziran 1930’da yaparak çalışmalarını Atatürk’ün himayesinde Ankara İstasyonu’nda reisicumhur özel kaleminin bulunduğu binada sürdürmeye başladı. Heyet aynı yılın sonlarına doğru Türk Tarihinin Ana Hatları adıyla bir kitap bastırdı. Kitabın hazırlanış amacı açıklanırken o zamana kadar Türkiye’de yayımlanan eserlerin çoğunda ve onlara kaynak olan yabancı tarih kitaplarında Türkler hakkında küçültücü ifadeler kullanıldığı, bunun da Türkler’in kendi benliklerini geliştirmelerinde zararlı olduğu belirtilmekte ve bu kitapla asıl gayenin buna benzer hataların düzeltilmesiyle millî bir tarih yazmak olduğu kaydedilmektedir.
Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, Mart 1931’de Türk Ocakları’nın kapanması üzerine müstakil bir cemiyet olarak varlığını devam ettirme kararı aldı. Kısa sürede hazırlık çalışmaları tamamlanarak 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti resmen kuruldu. Cemiyetin yönetmeliğinin 1. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adlı ilmî bir cemiyet kurulmuştur” hükmü yer alıyordu.
Cemiyetin ilk işi liseler için dört ciltlik bir tarih kitabının hazırlanması olmuştur. Bizzat Atatürk’ün gözetiminde yürütülen bu çalışmalar kısa zamanda sonuçlanmış ve kitapların yazılması tamamlanarak Maarif Vekâleti tarafından bastırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihine ayrılan IV. cilt ayrıca Fransızca, Almanca ve İngilizce’ye çevrilerek basılmış, kitapların sonuna çok sayıda harita, kroki ve resim konulmuştur. Bu eserlerin bazı bölümlerinin bizzat Atatürk tarafından kaleme alındığı bilinmektedir.
Bir taraftan tarih kitaplarının yazılması işi sürdürülürken diğer taraftan bu eserlerde ileri sürülen tarih tezinin ve tarih öğretiminde tutulacak yolun görüşülüp gerekli hususların tesbiti için bir Türk tarih kongresi toplanması çalışmalarına başlandı. 2 Temmuz 1932’de Ankara’da halkevi binasında Atatürk’ün de katıldığı I. Türk Tarih Kongresi toplandı ve dokuz gün devam eden kongrede yeni tarih tezi bütün yönleriyle incelendi. Kongre sonrasında Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı yeniden ele alınıp konuların kimler tarafından yazılacağı ve eserin ne zaman tamamlanacağı kararlaştırıldı. Atatürk, yazarlardan gelen müsveddeleri bizzat görmek ve ileri sürülen fikirleri tartışmak için 17-20 Nisan 1933 tarihleri arasında toplantılar yaptı. Türk Tarihinin Ana Hatları serisi için İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından yazılan Anadolu Beylikleri adlı eserin müstakil bir kitap halinde basılması kabul edildi.
1935’ten itibaren cemiyet yeni bir çalışma dönemine girdi. Atatürk’ün direktifiyle hazırlanan çalışma programı bir tarih seferberliği başlatıyordu. Bu program konusunda hükümetin ve partinin görüşleri alındı ve programın icrası Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne verildi. Atatürk’ün emriyle bütün devlet kuruluşları ve özel kuruluşların cemiyeti desteklemesi istendi. Bu arada bir taraftan Türk tarihinin kaynakları yayıma hazırlanırken diğer taraftan yabancı ilim adamlarının eserleri Türkçe’ye çevrilmeye başlandı. Türkiye’nin, Türkler’in Anadolu’ya gelmesinden önceki tarihini ortaya çıkarmak için kazılar yapılması kararlaştırıldı. 3 Ekim 1935’te Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin adı Türk Tarih Kurumu olarak değiştirildi. 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda II. Türk Tarih Kongresi toplandı. Kongreye Türkiye’den ve on üç yabancı ülkeden dünyaca tanınmış ilim adamları katıldı. Başta Atatürk olmak üzere devlet erkânının bu kongreye büyük ilgi göstermesi, basın yayın organlarının ilk haberlerinde kongreye yer vermesi devlet politikası olarak tarihe atfedilen önemi ortaya koymaktadır. Bu dönemde Atatürk, Türk tarihçilerinin seslerini dünya ilim âlemine duyurmak için adını bizzat kendisinin verdiği Belleten’in çıkmasına destek oldu.
Atatürk ölümüne kadar tarih çalışmalarıyla yakından ilgilendi. Kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini millî kültür üzerine oturttu. Türk milletinin tarihinin yalnız Osmanlı tarihinden ibaret olmadığı ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetlerini etkilemiş çok eski bir tarihe sahip bulunduğu şeklinde bir tez oluşturdu. Ayrıca 5 Eylül 1938’de hazırladığı vasiyetnâmesinde İş Bankası’ndaki hisse senetlerinin gelirinin yarısını bu tezin savunucusu olan Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na bıraktı.
Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte âdeta bir devlet politikası olarak tarihe önem vermesinin ve yeni tezler ortaya atmasının sebepleri vardır. Türkler’in Anadolu’yu fethi ve buraya ikinci vatan olarak yerleşmeleri, daha sonraki yüzyıllarda İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğu’na son vermeleri, Batı hıristiyan dünyası tarafından asırlar geçmesine rağmen hazmedilemiyordu. Çeşitli unsurlar zaman zaman tarihin şahitliğine başvurarak Türkiye üzerinde hak iddia ediyordu. I. Dünya Savaşı’nın sonunda bu iddialar Türkiye’nin parçalanmasına zemin hazırlamıştı. Bazı Batılı tarihçiler tarafından Türkler’in sarı ırktan olduğu, yani Avrupalılar gibi beyaz ırka mensup olmadığı ileri sürülüyordu. Diğer bir ifadeyle Türkler’in dünya medeniyetine herhangi bir katkısı olmamıştı. Bu durum karşısında, “Türkiye’nin en eski halkı kimlerdi?”; “Türkiye’de ilk medeniyet nasıl ve kimler tarafından kurulmuştu?”; “Türkler’in dünya tarihi ve medeniyetinde yeri ve hizmeti hangi ölçüdedir?”; “Türkler’in Anadolu’da bir aşiretten devlet kurmaları mümkün olmadığına göre bu olayın gerçek açıklaması nasıldır?”; “İslâm tarihinin gerçek hüviyetiyle Türkler’in İslâm tarihindeki yerleri ve rolleri nedir?” gibi sorulara cevap vermek gerekiyordu. İşte Atatürk bu soruların cevabını bulmak, bunları dünya kamuoyuna duyurmak ve eski yanlış tezleri ortadan kaldırmak için tarih araştırmalarına büyük önem atfediyordu. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde başlattığı arkeolojik kazılarla Türkler’in bu ülkeye Selçuklular’dan çok önce gelerek devlet kurduklarını ortaya çıkarmayı düşünüyordu. Çeşitli unsurların tarihin şahitliğine dayanarak Anadolu’da hak iddia etmelerini önlemek için bu ülkede ilk devleti kuran Hititler’in Türk olduğu tezi kabul edilmişti. Diğer taraftan Türk tarihinin çok eski olduğu üzerinde durularak İslâmiyet’ten önceki Türk tarihi çalışmalarına hız verilmişti. I. Türk Tarih Kongresi’nde tartışılan, Türkler’in Orta Asya’dan tarihin çok eski devirlerinden itibaren dünyanın her tarafına yayıldığı tezi, Türkler’in dünya tarih ve medeniyetinde oynadıkları rolü ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Böylece Türkler’in sarı ırka değil beyaz ırka mensup olduğu ispatlanmış olacaktı.
Atatürk’ün tarihe verdiği önem ve ortaya atılan yeni tarih tezi, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür temelini millî kültürün oluşturmasını istemesinden kaynaklanıyordu. Millî devletin ve on yıldan beri savaşmaktan yorgun düşen Türk milletinin canlanması, Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırması ancak millî ruhla mümkün olurdu; millî ruhun kaynağı ise tarihti. Atatürk, “Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” derken bu hususu dile getirmekteydi.
Tarihi millî ruhun uyanmasında bir vasıta olarak görmesine rağmen Atatürk, tarihin destanî yönünden çok ilmî usullerle ortaya çıkarılan gerçeklerini tercih ediyordu. “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözüyle tarihî gerçeklerin tamamıyla ortaya çıkarılmasını istemektedir. Diğer taraftan tarihî gerçekleri güttüğü politikayı kuvvetlendirmek için tahrif ve istismar etmemiştir. “Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret eden adamlarız” diyerek gerçeği kabul etmek ve söylemek güç olsa da bundan kaçınılmayacağını dile getirmiştir. Tarih araştırmalarında dikkat edilecek hususları sayarken, “Her şeyden evvel kendinizin dikkat ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkiklerde her şeyden ve herkesten evvel kendi inisiyatifinizi ve millî süzgecinizi kullanınız” sözleriyle Türk tarihinin Türk ilim adamları tarafından araştırılmasını istemektedir. Atatürk’ün başlatmış olduğu Türk tarihi çalışmaları, kurduğu araştırma müesseseleri ve bunlara sağladığı maddî ve mânevî imkânlarla bugün de devam etmekte ve Türk tarihi bir bütün olarak araştırılıp dünya ilim âlemine sunulmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Fahri Çoker, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1983, s. 1-9.
Mücteba İlgürel, “Atatürk ve Osmanlı Tarihi”, Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985, s. 239-245.
Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul 1986, s. 89-96.
Afet [İnan], “Atatürk ve Tarih Tezi”, TTK Belleten, III/10 (1939), s. 243-246.
M. Şemseddin [Günaltay], “Atatürk’ün Tarihçiliği ve Fahrî Profesörlüğü Hakkında Bir Hatıra”, a.e., s. 273-274.
M. Fuad [Köprülü], “Bir Hatıra”, a.e., s. 277-279.
Cengiz Orhonlu, “Atatürk ve Türk Tarihi”, TK, sy. 61 (1967), s. 26-30.
Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Tarihi”, a.e., sy. 249 (1984), s. 1-18.
Salih Omurtak v.dğr., “Atatürk”, İA, I, 786-788.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#4-ataturk-ve-turk-sanati
IV. ATATÜRK ve TÜRK SANATI
Atatürk, Türk tarihi ve Türk dili kadar Türk sanatına da önem veren bir devlet adamıdır. 16 Mart 1923’te Adana’daki bir konuşmasında, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyerek bir milletin yaşaması, dünya milletleri arasında bir varlık olarak kendini gösterebilmesi için bir sanata sahip bulunması gerektiğini vurgulamıştı. 29 Ekim 1933’teki nutkunda da, “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettireyim ki yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin ... güzel sanatlara sevgisini ... her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür” sözleriyle Türkler’in sanat severliğine ve bu sahada yükselmeleri gerektiğine işaret ediyordu.
Sanatı seven ve Türk sanatının güzelliğini takdir eden Atatürk bilhassa Koca Sinan’a hayranlık duyuyordu. Bu sebeple, Türk Tarih Kurumu tarafından Sinan hakkında bir kitabın hazırlatılmasını istemiş ve bu işin yürütülmesini M. Fuad Köprülü ile A. Gabriel’e havale ettirmişti. 1937’de basılan bir broşür, Türkçe ve Fransızca olarak yayımlanması tasarlanan bu eserin alacağı biçim hakkında bir fikir verdiği gibi içindeki kısa önsözde iki uzmana yardımcı olacak ekibin kimlerden oluştuğunu da göstermektedir. Ancak bu eserin hazırlanıp yayımlanması o tarihlerde gerçekleşmemiştir. Ali Saim Ülgen ve arkadaşları tarafından hazırlanan çizimler uzun yıllar Türk Tarih Kurumu’nda bekledikten sonra yayımlanabilmiştir (Mimar Sinan Yapıları, Ankara 1989). Bunun yanında Atatürk, Türk Tarih Kurumu’na 2 Ağustos 1935 gecesi yazdığı bir notla Sinan’ın heykelinin yapılması emrini vermişti. Bu istek de daha sonraki yıllarda Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ön bahçesine dikilen Hüseyin Özkan’ın (Anka) eseri bir heykelle yerine getirilmiş oldu.
Atatürk’ün Türk sanatına sevgisi, daha açık bir şekilde Konya üzerinden yaptığı Adana seyahati sırasında yolladığı bir telgraftan anlaşılmaktadır. 18 Şubat 1931’de Konya’ya gelen Atatürk burada kaldığı on bir gün içinde gerek Mevlânâ Müzesi gerekse diğer eski eserlerle ilgilenme imkânı bulmuştu. Buradan Başbakan İsmet İnönü’ye çektiği telgrafın, Atatürk’ün eski eserler ve bilhassa Türk mimari anıtları hakkındaki görüş ve temennilerini göstermesi dolayısıyla burada kaydedilmesi yerinde olacaktır: “Son tetkik seyahatlerimde muhtelif yerlerdeki müzeleri ve eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim. İstanbul’dan başka Bursa, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımıyla tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin ileride tarafımızdan meydana çıkarılarak ilmî bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan âbidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerine ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kati lüzum vardır. Bunun için maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisinin muvafık olacağı fikrindeyim. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabiyet içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı mebânî vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sâhib Ata Medrese Camii ve Türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minareli Cami derhal ve müsta‘celen tamire muhtaç bir haldedirler. Bu tamirin gecikmesi bu âbidelerin kâmilen inkırazını mûcip olacağından evvelâ asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kâffesinin mütehassıs zevat nezâretiyle tamirinin temin buyrulmasını rica ederim.”
Mustafa Kemal, Türk medeniyetinin eski mimari eserleri hakkındaki görüşlerini Edirne’de Selimiye Camii için de belirtmiştir. 25 Aralık 1930 günü bu şaheseri ziyareti sırasında cami duvarlarında Balkan Harbi’nden kalan mermi izleri için, “Bunları tamir etmeyiniz, olduğu gibi kalsın. İnsanlığa mal olmuş bir sanat şaheserine karşı düşmanın insafsızca, saygısızca davranışı bütün dünyaya örnek ve ibret olsun” demiştir.
Atatürk, daha Türk Tarih Kurumu oluşturulmadan önce Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitabın hazırlanmasını istemiş, bunun üzerine Türk Ocağı’ndan Türk Tarihi Heyeti üyelerinin hazırladığı kitap 1930’da sadece 100 nüsha basılarak tarih üzerinde çalışanlara dağıtılmıştı. Atatürk bu kitabı okuduktan sonra aynı işin daha geniş bir programla yeniden ele alınmasını uygun görmüştür. Çeşitli kişilere havale edilen bu çalışmalar altmış yedi fasikül halinde yine 100 nüsha olarak basılmıştır. Bunlar arasında Celâl Esat Arseven’e yazdırılan Türklerde Mimari (nr. 49) başlıklı bir eser de yer alır. Kırk yedi fasiküllük ikinci seride ise Sedat’ın (Çetintaş veya Eldem) yazdığı Osmanlı Türk Mimarisi (nr. 5), Süheyl Ünver tarafından kaleme alınan Selçuklularda ve Osmanlılarda Resim, Tezhip ve Minyatür (nr. 11), yine Celâl Esat’ın Türklerde Mimari (nr. 28) başlıklı fasikülleri görülmektedir. Bunların diğerleriyle birlikte Atatürk’ün huzurunda okunduğu ve kenar boşluklarına çeşitli tashih ve eklemelerin yapıldığı bilinmektedir.
Atatürk, Türkiye’de güzel sanatların çok geç başlamış iki ayrı dalı olan resim ve heykel sanatlarına da ilgi duymuş, 1938 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde ilk resim ve heykel müzesinin kurulmasını istemiş, burada kısa sürede XIX. yüzyıl Türk ressamlarının bulunabilen eserlerini bir araya getiren bir galeri açılmıştır. Heykel ise Türk sanat tarihinde geçmişi olmayan bir sanat dalı idi. Cumhuriyet’le birlikte başta İstanbul ve Ankara olmak üzere belli başlı şehirlerde Atatürk heykelleri veya Cumhuriyet anıtları yapılmasına başlanmıştır. Avusturyalı H. Krippel ile A. Hanak, İtalyan P. Canonica ilk heykelleri meydana getiren sanatçılardır. Bu şekilde başlayan heykel sanatı kısa süre içinde gelişmiş ve Atatürk’ün istediği gibi Türk sanatkârlarının yetişmesini sağlamıştır.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru Batı sanatlarının tesirinden sıyrılmaya çalışan Türk mimarisi eski Türk sanatından aldığı motiflerle Türk neo-klasiği üslûbunu meydana getirmişti. Mimar Vedat, Kemâleddin, Ali Talat ve Muzaffer beyler bu akımın öncüleri olmuştur. Cumhuriyet’le birlikte eski millî sanat geleneklerine dönüş hızlandığında Türk neo-klasiğinin ikinci safhası olan Ankara üslûbu doğmuş, 1920’li yılların millî heyecanı içinde millî mimari sevilen ve tercih edilen tek üslûp kabul edilmiştir. Atatürk’ün yeni başşehir olmak üzere seçtiği Ankara’nın başlıca yapılarında bu üslûbun hâkim olmasına büyük ölçüde titizlik gösterilmiştir. Mimar Kemâleddin Bey, projesi Vedat Bey tarafından hazırlanan Vakıf Oteli (Ankara Palas, 1927), Gazi Eğitim Enstitüsü (1927-1930), Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü (1928) binalarını hep bu görüşe göre yaptığı gibi Ârif Hikmet Koyunoğlu da Etnografya Müzesi binasında Türk neo-klasiğinin en belirli örneğini vermiştir. Aynı mimarın yine Ankara’da Türk Ocağı (Halkevi) binasında eski Türk mimarisinden ilham alınan unsurlarla modern bir yapı meydana getirdiği görülür. Mimar Halim’in Maliye Bakanlığı, Mimar Vedat’ın Büyük Millet Meclisi’nin ikinci binası, İzmir’de Borsa ile Millî Kütüphane, Konya’da Postahane ve birçok vilâyette Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan okullar hep Ankara üslûbu adı verilen mimari akımın ürünleridir. Bu akıma Türkiye’de çalışan yabancı mimarlar da uyarak aynı üslûpta büyük binalar inşa etmiştir. G. Mongeri, Ankara’da İş Bankası ile Osmanlı Bankası, Ziraat Bankası ve Tekel Başmüdürlüğü’nü bu akımın tesiri altında yaptığı gibi V. Ferrari adında bir İtalyan mimar da 1927’de aynı üslûpta Kadıköy’de Eski Hal binasını (bugünkü Kültür Merkezi) inşa etmiştir. Türk mimarisinde millî üslûp 1930’lu yıllarda çok yoğunlaşmış, hükümet konakları, okullar, çeşitli resmî daireler hep bu üslûpta yapıldığı gibi birçok evde de bu uygulamalardan kaçınılmamıştır. Ancak 1935’ten sonra bu üslûp terkedilmiş ve Batı Avrupa’da o yıllarda hâkim olan modern mimari benimsenmiştir.
Atatürk’ün ve onun döneminin Türk sanat eserlerine karşı tutumunu aydınlatmada başvurulacak kaynaklardan biri de o yıllarda yayımlanmış olan bazı kanun ve tamimlerdir. Bunların bizzat Atatürk’ün emriyle yazıldığında veya en azından onun görüşü alınarak hazırlandığında şüphe yoktur. Atatürk zamanında çıkarılan kanunlarda Türk devrine ait eski eserlerin korunmasını öngören maddeler vardır. Fakat bu kanunların içinde yer alan iyi niyetle konmuş maddeleri bazı ilgililer bilmezlikten gelmiştir. Bu hususta en göze çarpıcı örnek, 28 Mayıs 1927 tarih ve 1057 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bulunan bilcümle mebânî-i resmiyye ve milliyye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun”dur. Kanunun birinci maddesinde resmî dairelerle okullardaki tuğra, arma ve kitâbelerin kaldırılması istenmekte, fakat ikinci maddede, “Tuğra ve arma ve kitâbeler devlet veya belediye malı olan binalarda bulunduğu halde kaldırılarak müzelere konulur. Yerlerinden kaldırılmalarıyla gerek kendilerinin gerek bulundukları binaların bedîî veya tarihî kıymetlerine halel gelecek olanlar, eserin ve bulunduğu mahallin bedîî kıymetini nakîsedâr etmemek üzere münasip vesait ile örtülür” denilerek lüzumsuz tahribat önlenmek istenmiştir. Üçüncü maddede, “Alâkadar vekâletlerin müracaatı üzerine devlet binalarından hangi eserlerin kaldırılması veya örtülmesi lâzım geldiğini tayin ve örtülmesi şekil ve sûretini tesbitle karar vermek Maarif Vekâleti’ne aittir” denilmiştir.
Kanunun yayımlanmasından sonra Osmanlı devri Türk eserlerinde korkunç tahribata yol açan uygulamanın kanunu yapanlar tarafından asla düşünülmediği, bunun “inkılâpçı” görünmek isteyen bazı daire müdürleriyle idareciler tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Buna benzer bir durum, cami ve mescidlerin kadrolarının tesbiti için 8 Ocak 1928 tarih ve 6061 sayılı tâlimatnâme ile bunun tamamlayıcısı olan ikinci tâlimatnâmedeki maddelerde de görülür. Bu maddeleri eksik veya yanlış anlayan yahut anlamak istemeyen bazı daire âmirleri, yaptıkları uygulamalarla pek çok Türk sanat eserinin tahribine ve yok edilmesine sebep olmuştur.
Halbuki Atatürk’ün cumhurbaşkanı olduğu yıllarda yayımlanan bazı tamimler bu hususta gösterilen hassasiyetin işaretleridir. 3 Ekim 1935’te Maarif Vekâleti’ne Başvekâlet’ten gönderilen bir yazıda şu ifade kullanılmıştır: “Müteaddit tebliğlere aykırı olarak bazı vilâyetlerde idare âmiri ve belediye reislerinin vakıf akar ve hayratına karşı kanunsuz ve yolsuz harekette bulundukları ve yıkılmak üzeredir diyerek sapasağlam binaları çarçabuk yıktırdıkları ve daha buna benzer hareketlerle hem evkafa hem millî kültüre zarar verdikleri anlaşılmıştır. Kanunlarımızın gösterdikleri yollar dururken bu gibi hallere sapanların kendilerini ağır mesuliyete koymuş olacaklarını bildiririm. Türklüğün yüksek âbidelerine ve yâdigârlarına karşı saygı beslenmesini isterim. Telgrafla bütün vilâyetlere yazılmış ve sûreti vekilliklere verilmiştir.” Yine Başvekâlet’ten Maarif Vekâleti’ne gönderilen başka bir yazıda da Türk sanat eserlerinin yıkılmalarının önlenmesi istenmiştir: “Sarih nizamlara ve mükerrer tebliğ ve ihtarlara rağmen imar mefhumunu yanlış anlayan bazı memurların bu hususta en ufak ihtisası bile olmadığı halde, görüş ve muhakemeleri bakımından ehemmiyetsiz sandıkları çok kıymetli eserlerimizi bîmuhâbâ yıkmakta ve yıktırmakta oldukları teessüfle görülmektedir. Ezcümle en yakın misaller olmak üzere İstanbul vilâyetinde Üsküdar’da Mimar Sinan’ın kıymetli bir eseri olan Mihrimah Sultan İmareti’nin alâkadar dairesinin ikaz ve mümânaatına rağmen yıktırıldığı, Edirne’de gene Mimar Sinan’ın âsârından İki Kapılı Han’ın ve Ürgüp-Kayseri yolu üzerinde Alâeddin Keykubad zamanından kalma Sarıhan’ın aynı âkıbete uğratıldığı anlaşılmış ve müsebbipleri hakkında kanunî takibat icrası alâkadar makamlara bildirilmiştir. Millî varlığımızı ve medeniyetimizi bugün ve gelecek asırlarda dünyaya tanıtan ve tanıtacak olan kıymetli âbidelerin mânalı mânasız bahanelerle yıkılması değil bilakis beşerin ve tabiatın tahribatına karşı titiz bir itina ile korunması müstelzimdir; yalnız kanunî bir vazife değil millî bir borçtur... Hiçbir eserin hiçbir bahane ile yıktırılmasına katiyen meydan verilmemesini talep ve aksi takdirde yıktıranlara müsamaha edenler hakkında şiddetle takibat yapılacağını...” Yine Atatürk döneminde Başvekâlet’ten 10 Nisan 1936’da Maarif Vekâleti’ne gönderilen bir yazıda da şu satırlar yer almaktadır: “Eski sanat eserlerinin her türlü tahripten korunması için gösterilen hassasiyete ve bunun için yapılan kat‘î tebligata rağmen, evvelce askeriyenin işgali altında iken tarihî ve mimari kıymeti yüksek olmalarından dolayı tahliye ettirilmiş olan Diyarbekir’deki Hüsreviyye ve Behramiyye camilerinin buna en evvel mani olması icap eden valilerin tensibiyle Ziraat Bankası’nca buğday ambarı ittihaz edildiği anlaşılmış ve derhal boşaltılmaları vilâyete emredilmiştir. Hangi daireye ait olursa olsun Türk sanat ve medeniyetinin kıymetli belgeleri olmak itibariyle memleketin malı ve muhafazaları herkesçe millî bir vazife telakki edilmesi lâzım olan bu gibi eserlere karşı gösterilecek ihmal ve lâkaydîyi hiçbir sebep mâzur gösteremez...”
BİBLİYOGRAFYA
M. Fuad Köprülü – A. Gabriel, Sinan, Hayatı, Eseri, İstanbul 1937, Önsöz.
Nurettin Can, Eski Eserler ve Müzelerle İlgili Kanun, Nizamnâme ve Emirler, Ankara 1948.
Metin Sözen – Mete Tapan, 50 Yılın Türk Mimarisi, İstanbul 1973, tür.yer.
Nurullah Berk – Hüseyin Gezer, 50 Yılın Türk Resim ve Heykeli, İstanbul 1973, tür.yer.
Nurullah Berk, “Atatürk ve Sanat”, Varlık, XXX/585, Atatürk özel sayısı, İstanbul 1962.
Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara 1975, s. 132, 249-250.
a.mlf., “Atatürk ve Müzeler”, Türkiyemiz, sy. 11, İstanbul 1973, s. 2-4.
İnci Aslanoğlu, Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı, Ankara 1980, özellikle bk. s. 12-25.
Yıldırım Yavuz, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi, Ankara 1981.
Semavi Eyice, Atatürk ve Pietro Canonica, İstanbul 1986.
a.mlf., “Atatürk’ün Büyük Bir Tarih Yazdırma Teşebbüsü: Türk Tarihinin Ana Hatları”, TTK Belleten, XXXII/128 (1968), s. 509-526.
a.mlf., “Atatürk ve Tarih”, İlgi, XV/31, İstanbul 1981, s. 24-27.
Melâhat Özgü, “Atatürk’ün Edebiyat ve Sanat Anlayışı”, Atatürk Konferansları I, Ankara 1964, s. 21-56.
Afet [İnan], “Resim Galerisi”, TTK Belleten, II/5-6 (1938), s. 251-252.
“Mimar Sinan’ın Heykeli Hususundaki Yazı”, a.e., III/10 (1939), lv. XCII, XCIV.
Tahsin Öz, “Atatürk ve Türk Sanatları”, a.e., XX/80 (1956), s. 585-598.
Uluğ İğdemir, “Atatürk’ün Buyruğiyle Türk Tarih Kurumu İçin Hazırlanan Bir Program Tasarısı”, a.e., XXVIII/108 (1963), s. 641-651, 652-655 (belgeler).
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#5-ataturk-ve-din
V. ATATÜRK ve DİN
Mustafa Kemal’in çocukluk ve gençlik yıllarında dönemin geleneklerine uygun olarak ailede, çevrede ve okulda yeterli dinî eğitim aldığı bilinmektedir. Yetişkinlik devrinde de din konusunda yerli ve yabancı kaynakları incelemeyi sürdürmüş, bu sayede İslâmiyet hakkında geniş bir bilgiye sahip olmuştur. Özellikle Kur’an’ın Türkçe meâli, İslâm tarihi ve uygarlığıyla ilgili çok sayıda kitap okumuştur. Notlar düştüğü ve bazı bölümlerini işaretlediği kitaplar arasında Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin Târîh-i İslâm, Corcî Zeydân’dan tercüme edilen Medeniyyet-i İslâmiyye Târihi, Leone Caetani’den çevrilen İslâm Târihi, M. Şemsettin Günaltay’ın İslâm Târihi, Ziyâ Paşa’nın Endülüs Tarihi ve Stanley Lane-Poole’den tercüme edilen Düvel-i İslâmiyye adlı eserler dikkat çekmektedir. Atatürk ayrıca Dolmabahçe Sarayı’nda ilim adamı ve düşünürlerle sohbet ve toplantılar düzenleyerek içtimaî hayatı ilgilendiren dinî konuları tartışmış, bu toplantılarda İslâmiyet hakkında yazılan kitapların ve Kur’an tercümelerinin değerlendirilmesi yapılmıştır (Borak, s. 69).
Hâfız Yaşar Okur hâtıralarında Atatürk’ün dinî hassasiyetini şöyle anlatır: “Ramazanların atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur’ân-ı Kerîm’den bazı sûreler okuturlardı. Ben okurken gözleri derin bir noktaya takılır, derin huşû ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.” Okur ayrıca Atatürk’ün çocukluğundan itibaren gördüğü, öğrendiği ve kendi çevresinde yaşanan dinî âdetleri sürdürdüğünü, sevdiklerini kaybedince kabirleri başında Yâsîn okuttuğunu ve her yıl muntazaman Çanakkale şehidleri için mevlid okutma geleneği başlattığını yazar (Atatürk’le On Beş Yıl, s. 10, 36-40).
Mustafa Kemal’in mânevî hayatında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Yetişme döneminde Mevlevî âyini dinlemek ve semâ izlemek için Selânik’teki Mevlevî Tekkesi’ne yaptığı ziyaretler bu büyük düşünüre olan ilgisini arttırmıştır. Mes̱nevî ve Dîvân-ı Kebîr tercümelerini okuyarak Mevlevîlik düşüncesinin derinliğini keşfeden Atatürk değişik vesilelerle Mevlânâ’ya olan hayranlığını, Mevlevîliğin Türk geleneklerine ve din anlayışına olan etkisini dile getirmiştir (Borak, s. 55-56, 58).
Atatürk’e göre her şeyden önce din bir vicdan meselesidir ve herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir (Yakınlarından Hatıralar, s. 103). Bu sebeple hiç kimse bir başkasını ne bir dini ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz (Kılıç Ali, s. 57). Mustafa Kemal dinsiz milletlerin varlıklarını devam ettiremeyeceği düşüncesindedir. “Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamaz” sözleriyle Türk milletinin kimliğinin oluşumu ve devamlılığı açısından dinin önemine dikkat çekmiştir (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 66). Gerek Millî Mücadele sırasında gerekse daha sonraki dönemlerde dinin önemli bir ortak kimlik kaynağı olduğunu görmüş, toplumun Kurtuluş Savaşı’nda aktif olarak mücadeleye katılmasını teşvik için yaptığı konuşmalarda dinî kavramları sıkça kullanmış, Millî Mücadele’nin her safhasında din âlimlerinin yakın desteğini almıştır (Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları).
Atatürk çeşitli konuşmalarında dinin insanları tekâmüle erdirmeyi amaçladığını, Allah’ın bunun için çok sayıda peygamber gönderdiğini, Hz. Muhammed’in son peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in de mükemmel bir kitap olduğunu ifade etmiş ve Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nde 7 Kasım 1923 tarihindeki hutbesinde şöyle demiştir: “İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz son dindir. Kusursuz ve en mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeklere bütünüyle uyar ve uygun düşer” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 93). Atatürk’ün din konusundaki düşünceleri incelendiğinde onun İslâm dininin aydınlık özüne kuvvetle sahip çıktığı görülür. 29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız gazeteci Maurice Pernot’a verdiği demeçte, “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum, dinime bizzat nasıl hakikate inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor” diyerek (a.g.e., III, 70; Karal, s. 66) bâtıl inançlardan arınmış bir dindarlığı, doğru bilgilere dayalı bir inanç yapısını milletin ilerlemesi ve bekası için ne kadar önemli gördüğünü, İslâmiyet’in en son ve mükemmel bir din olarak akıl ve mantıkla çelişmediği ve bu yönüyle de bir din-bilim çatışmasına yol açmadığı düşüncesinde olduğunu ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal dinin kutsal saydığı değerlere ve kavramlara olan saygısını her fırsatta ifade etmiştir. Meselâ, “Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca kişi yürüyor. Benim adım, senin adın silinir, fakat o sonsuza kadar ölümsüzdür” sözleriyle İslâm peygamberinin insanlık tarihindeki yerine işaret etmiştir (Sarıkoyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 29).
Dinin ana kaynaklarından öğrenilmesi gerektiğini düşünen Atatürk, toplumun en doğru bilgilerin yer aldığı Kur’an tefsiri ve hadis kitapları ile aydınlatılması yönünde bazı girişimlerde bulunmuştur. Öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinin hazırlanması için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye tâlimat vermiştir. Mehmed Vehbi Efendi’nin de Hulâsatü’l-beyân adlı eserini böyle bir teşvik sonunda yazdığı bilinmektedir. Belli başlı dinî kaynakların Türkçe’ye çevrilmesi meselesi Atatürk’ün girişimleri sonucu meclise taşınmış ve 21 Şubat 1925 tarihli bütçe görüşmelerinde mecliste dinî neşriyat konusu ele alınarak meâl ve tefsir faaliyetlerinde harcanmak üzere Diyanet İşleri Riyâseti bütçesine 20.000 lira ödenek aktarılmasına karar verilmiştir. Bu arada Tecrîd-i Sarîh’in tercümesinin yapılması için Kâmil Miras’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe meâli için de Mehmed Âkif’in (Ersoy) görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu teşebbüsler neticesinde Elmalılı Muhammed Hamdi’nin Hak Dini Kur’an Dili adlı eseriyle Kâmil Miras’ın Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi Diyanet İşleri Riyâseti tarafından neşredilmiştir. Atatürk, Kur’an’ın tercüme edilmesine gerekçe olarak da şunları söylemiştir: “Türk milleti Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Gürtaş, s. 41). Öte yandan Atatürk’ün emriyle camilerde Kur’an’ın Türkçe meâli de okunmuştur. Ancak meâl namaz kılınırken değil, namazdan önce veya sonra Kur’an’dan okunan kısımların mânasının anlaşılması maksadıyla okunmuştur (a.g.e., s. 42).
Mustafa Kemal, ayrıca dinin iyi öğrenilip öğretilmesi için eğitim kurumlarına ihtiyaç olduğunu biliyordu. “Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit düzeyde öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir” şeklindeki sözleri (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 94), din eğitiminin okullarda ve devlet tarafından verilmesinin gereğine dikkat çekmektedir. Din alanında cehalet, hurafe ve yanlış anlayışların ortadan kaldırılması ve din istismarının önlenebilmesi için eğitim son derece önemlidir. Bu konuda yaptığı bir konuşmada, “Bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli evvelâ mevcut cehli izâle etmektir. Okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, dinî, ahlâkî mâlûmat vermek ve dört işlemi öğretmek olmalıdır” diyerek eğitim politikası içinde din eğitimine de yer verilmesi gerektiğine işaret etmiştir (Karal, s. 79). Atatürk, bütün alanlarda olduğu gibi din alanında da ihtisas sahibi fertler yetiştirecek okullara ihtiyaç olduğunu belirtmiş, “Dinimizin gerçek felsefesini inceleyecek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak telkin kudretine sahip seçkin ve gerçek din bilginlerini de yetiştirecek yüksek öğrenim kurumlarına sahip olmalıyız” sözleriyle Türk toplumuna bilimsel eğitim esaslarına uygun dinî bilgiler verilmesini istemiştir (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 89). Ayrıca toplumun, dinî ihtisas ve derin dinî bilgilere sahip olup her türlü boş inançtan sıyrılarak gerçek ilim ve fennin nurları ile temiz ve mükemmel oluncaya kadar gerçek din âlimleri vasıtasıyla aydınlatılmasını öngörmüştür (a.g.e., II, 218).
Atatürk’ün din eğitimi hakkındaki görüşü kısaca şöyledir: Öncelikle dinî gerçekleri ilmî bir zihniyet ve yöntemle ele alıp araştıracak âlimler yetiştirmek amacıyla yüksek öğretim kurumları oluşturulmalıdır. İkincisi her ferde dininin mutlaka okullarda iyi yetişmiş elemanlar tarafından öğretilmesi ve bütün vatandaşların dinî bilgileri eşit düzeyde öğrenmesi gerekir. Atatürk’e göre din lüzumlu olduğu gibi onun okullarda konunun uzmanlarınca ilmî yöntemlerle öğretilmesi de o kadar zorunludur. Bu sebeple müfredat programlarında her seviyeden vatandaşın anlayabileceği düzeyde, bâtıl inançlardan arındırılmış, dinin özünü ve hakikatini yansıtan dinî bilgilere yer verilmelidir. “Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din ya da bu din demek değildir. Tabiatıyla biz içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lâzım, temizlenmek, güzelleştirmek lâzımdır ki hakikaten kuvvetli olabilsin” (Borak, s. 194).
Laiklik, Atatürk’ün düşünce sisteminin temellerinden biri olduğu kadar onun din anlayışının çerçevesini de belirlemektedir. Atatürk’e göre laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir (Atatürkçülük, I, 111). Onun laiklik anlayışının özündeki özgürlükçü tutumu birçok konuşmasına yansımıştır. Meselâ, “Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte serbest olduğu gibi belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani ibadet hürriyeti vardır. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve düşünüşe karşı değiliz” şeklindeki açıklaması (Ecer, s. 134), Atatürk’ün dinî inanç ve ibadetlere kısıtlama getirilmesini onaylamadığını gösteren bir özgürlük çerçevesi çizmektedir. Onun döneminde uygulanmaya başlanan laikliğin özündeki hürriyet kapsamına inanma, ibadet etme, dinî yayınlar yapma, dinî tâlim ve terbiye ile din hizmetleri yürütme gibi hak ve özgürlükler de girmektedir ki bütün bunlar daha sonraki yıllarda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi (1948), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgelerde de ifade edilmiştir.
Mustafa Kemal’in laiklik anlayışının temelinde din ve vicdan hürriyeti yanında dinin siyasî meşruiyet ve otorite kaynağı olmaktan çıkarılması da vardır. Bu mânada laiklik, bir taraftan insanların inançlarını serbestçe yaşayabilecekleri içtimaî ve hukukî bir zeminin hazırlanmasını hedeflemekte, diğer taraftan dine siyasî meşruiyet aracı olarak başvurulmasının önlenmesini amaçlamaktadır. Laiklik anayasal düzenin ayrılmaz bir parçası olarak Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında yer almıştır. Atatürk’ün laiklikle ilgili düşünce ve kararlarının en belirgin özelliklerinden biri olan din ve vicdan hürriyeti anayasalarda özellikle vurgulanmıştır. Onun laiklik anlayışı bir yandan din ve vicdan hürriyetine vurgu yapmakta, öte yandan da toplumun dinî ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğine işaret etmektedir. Atatürk, ülkenin geleceği için önemli gördüğü kurumların temellerini atarken Türk toplumunda dinin yerini ve önemini göz ardı etmemiştir. Türkiye’deki din hizmetlerinin geniş kitlelere ulaştırılması için bizzat kurulmasına öncülük ettiği kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı gelmektedir. Bu bakımdan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Genelkurmay Başkanlığı ile aynı zamanda kurulması, Atatürk’ün din hizmetlerine ve sahih kaynaklı dinî bilgilerin geniş halk kitlelerine ulaştırılmasına verdiği önemi göstermektedir.
Bütün bunlardan, Atatürk’ün dinin temel kaynaklarının doğru anlaşılmasına, ilmî yöntemlere dayalı din eğitimine ve laiklik ilkesine önem verdiği kadar din ve vicdan hürriyetine de önem verdiği anlaşılmaktadır. Onun özgürlük anlayışı içinde en önemli yeri vicdan ve din hürriyetinin aldığı söylenebilir (Mumcu, s. 62). Atatürk, ortaöğretim kurumlarında okutulmak üzere bir kısmını kendisinin yazdığı kitapta millet kavramını açıklarken, “Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini intihapta serbesttir” ilkesini ortaya koyar (Afetinan, s. 56). Vicdan hürriyetini tanımlarken de, “Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasî bir fikre mâlik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz” diyerek (a.g.e., a.y.) dinî inanç ve ibadetler konusunda baskıcı ve yasakçı değil özgürlükçü bir anlayışı savunduğunu belirtmiştir. Çeşitli vesilelerle vicdan ve din hürriyetinin önemine temas eden Atatürk dinî inançların saygı ve hoşgörüyle karşılanmasının gerektiğini belirterek taassup, tutuculuk ve hoşgörüsüzlüğü eleştirmiştir. İnsanların vicdanî inanışlarına karşı kin tutulmaması ve inançlara hürmet gösterilmesi tavsiyesinde bulunmuş, kişilerin inanç seçimlerine ve vicdanî tercihlerine müdahale edilmemesini istemiştir (a.g.e., s. 57). Atatürk bizzat kaleme aldığı “Taassupsuzluk” başlıklı yazısında, “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz” sözleriyle din ve vicdan hürriyetinin genişliğini göstermiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1952, II, 66, 89, 93, 94, 218; III, 70.
Yakınlarından Hatıralar, İstanbul 1955, s. 103.
Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleyişleri (haz. Sadi Borak), Ankara 1997, s. 177.
Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul, ts. (Anıl Yayınevi), s. 55-56, 58, 69, 194, ayrıca bk. tür.yer.
Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 57, 116.
Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl: Dinî Hatıralar, İstanbul 1962, s. 10, 36-40, ayrıca bk. tür.yer.
Mir Hamza Kişioğlu, Atatürk İlkeleri ve Din, Ankara 1965, tür.yer.
Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1969, s. 66, 79.
Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar: Özel Uyarıları ve Düştüğü Notlar, Ankara 1983, tür.yer.
Ayşe Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1988, s. 56, 57.
Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara, ts. (Diyanet İşleri Başkanlığı), s. 41, 42, ayrıca bk. tür.yer.
Ahmet Mumcu, Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgürlüğünün Yeri, Ankara 1991, s. 62.
Ethem Ruhi Fığlalı, “Atatürk ve Din”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995, s. 265-277.
Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları, Ankara 1995-97, I-II, tür.yer.
a.mlf., Atatürk, Din ve Din Adamları, Ankara 2002.
Atatürkçülük: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, İstanbul 1997, I, 111.
Cemil Denk, Atatürk, Laiklik ve Cumhuriyet, Ankara 1999, tür.yer.
Ahmet Vehbi Ecer, “Atatürk’ün Din ve İslâm Hakkındaki Görüşleri”, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (haz. Ethem Ruhi Fığlalı v.dğr.), Ankara 1999, s. 115-136; ayrıca bk. Ethem Ruhi Fığlalı’nın Giriş’i.
İsmail Yakıt, Atatürk ve Din, Isparta 2000.
Hüseyin Bahar, Atatürk’ün İnanç Dünyası, Ankara 2001.
Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi: Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, İstanbul 2002, s. 47.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-kemal-ataturk#6-mustafa-kemal-ataturk-kronolojisi
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK KRONOLOJİSİ | |
1881 | Selânik’te doğumu |
1886 | Öğrenime başlaması |
1893 | Babası Ali Rızâ’nın ölümü, Selânik Askerî Rüşdiyesi’ne girmesi |
Ocak 1896 (1895) | Rüşdiyeyi bitirmesi |
Kasım 1898 | Manastır İdâdîsi’ni bitirmesi |
13 Mart 1899 | Harbiye Mektebi’ne kaydolması |
10 Şubat 1902 | Teğmen rütbesiyle Harbiye Mektebi’nden mezun olması |
1903 | Üsteğmenliğe yükselmesi |
21 Ekim 1904 | Kurmay yüzbaşı olması |
11 Ocak 1905 | Beşinci Ordu’ya atanması |
Nisan-Mayıs 1906 | Selânik’te arkadaşlarıyla Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurması |
30 Eylül 1907 | Selânik’te Üçüncü Ordu Karargâhı’na atanması |
Eylül-Ekim 1908 | Görevle Trablusgarp’a gönderilmesi |
Kasım 1908 | Bosna’da inceleme ile görevlendirilmesi |
24 Nisan 1909 | Hareket Ordusu ile birlikte İstanbul’a girmesi |
22 Eylül 1909 | İttihat ve Terakkî’nin ikinci kongresinde ordunun siyaset dışı kalmasını savunması |
6 Haziran 1910 | Selânik’te Üçüncü Ordu Tâlimgâh Komutanlığı |
Eylül 1910 | Picardie manevralarına gönderilmesi |
15 Ocak 1911 | 5. Kolordu Karargâhı’na atanması |
27 Eylül 1911 | İstanbul’da Genelkurmay Karargâhı’na alınması |
15 Ekim 1911 | Trablusgarp’a gitmek için İstanbul’dan hareketi |
27 Kasım 1911 | Binbaşılığa terfii |
9 Aralık 1911 | Bingazi’ye ulaşması |
24 Ekim 1912 | Derne’den ayrılması |
21 Kasım 1912 | Akdeniz Boğazı Kuvâ-yi Mürettebesi Harekât Şubesi müdürlüğüne getirilmesi |
27 Ekim 1913 | Sofya Ataşemiliterliği’ne atanması |
1 Mart 1914 | Yarbaylığa yükseltilmesi |
20 Ocak 1915 | 19. Tümen komutanlığına atanması |
25 Nisan 1915 | Arıburnu savaşı |
8 Mayıs 1915 | Günlük emri: “Size ölmeyi emrediyorum” |
1 Haziran 1915 | Albaylığa yükseltilmesi |
8-9 Ağustos 1915 | Anafartalar Grubu komutanlığı |
10 Ağustos 1915 | Conkbayırı savaşı |
19 Ağustos 1915 | 16. Kolordu komutanlığına atanması |
27 Eylül 1915 | Grup komutanlığından istifası |
10 Aralık 1915 | İstanbul’a dönmesi |
11 Mart 1916 | 16. Kolordu doğu cephesinde görevlendirilince Edirne’den hareketi (Diyarbakır’a varışı: 27 Mart) |
1 Nisan 1916 | General (mirlivâ) oluşu |
25 Kasım 1916 | İkinci Ordu komutan vekilliği |
7 Mart 1917 | İkinci Ordu komutanlığına atanması |
5 Temmuz 1917 | Yedinci Ordu komutanlığına nakli |
4 Ekim 1917 | İstifa edip İstanbul’a dönmesi |
15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 | Veliaht Vahdeddin’in Almanya ziyaretine katılması |
1-27 Temmuz 1918 | Karlsbad’da kaplıca tedavisi |
4 Ağustos 1918 | İstanbul’a dönmesi |
7 Ağustos 1918 | İkinci defa Yedinci Ordu komutanlığına atanması |
16 Ağustos, 15 Kasım, 22 Kasım, 20 Aralık 1918 | Padişah Vahdeddin’le görüşmeleri |
23 Eylül 1918 | Fahrî padişah yaverliği verilmesi |
Ekim 1918 | Kabinede görev almak istemesi |
31 Ekim 1918 | Yıldırım Orduları grup komutanlığına getirilmesi |
10 Kasım 1918 | Harbiye Nezâreti emrine verilmesi |
13 Kasım 1918 | İstanbul’a dönüşü |
30 Nisan 1919 | Dokuzuncu Ordu müfettişliğine atanması |
15 Mayıs 1919 | Padişah Vahdeddin’le görüşmesi |
16 Mayıs 1919 | İstanbul’dan Anadolu’ya hareketi |
19 Mayıs 1919 | Samsun’a varışı |
20-22 Mayıs 1919 | Bölgenin durumu hakkında sadârete ve genelkurmaya telgrafla bilgi vermesi |
24 Mayıs 1919 | Havza’ya geçişi, halkla konuşması: 26 Mayıs |
6 Haziran 1919 | General Milne’nin Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını istemesi |
8 Haziran 1919 | Calthorpe’un aynı yoldaki isteği ve Harbiye Nezâreti’nce geri çağrılması |
13 Haziran 1919 | Amasya’ya geçmesi |
19-22 Haziran 1919 | Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay ile buluşması ve Amasya Genelgesi |
23 Haziran 1919 | İstanbul hükümetince görevden alınması |
25 Haziran 1919 | Erzurum’a gitmek için Sivas’a hareketi |
2 Temmuz 1919 | Hava değişikliği alıp İstanbul’a dönmesinin istenmesi |
3 Temmuz 1919 | Erzurum’a varması |
8 Temmuz 1919 | İrâde-i seniyye ile görevden alınması üzerine resmî görevle birlikte askerlikten istifa etmesi |
23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 | Erzurum Kongresi; kongre başkanı ve Hey’et-i Temsîliyye üyesi seçilmesi |
29 Temmuz 1919 | İstanbul hükümetince tutuklanmasına karar verilmesi |
7/8 Ağustos 1919 | Gelecekte tasarladığı dönüşümleri Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirmesi |
9 Ağustos 1919 | Nişanlarının geri alınması, fahrî yaverliğinin kaldırılması |
29 Ağustos 1919 | Bazı Hey’et-i Temsîliyye üyeleriyle birlikte Erzurum’dan Sivas’a hareketi |
2 Eylül 1919 | Sivas’a varışı |
4-11 Eylül 1919 | Sivas Kongresi başkanlığı |
20 -22 Ekim 1919 | Sâlih Paşa ile Amasya görüşmeleri ve protokolleri |
16-28 Kasım 1919 | Hey’et-i Temsîliyye - Komutanlar toplantısı |
18 Aralık 1919 | Hey’et-i Temsîliyye üyeleriyle birlikte Sivas’tan Ankara’ya hareketi |
27 Aralık 1919 | Ankara’ya varması |
28 Aralık 1919 | Ankara halkıyla konuşması |
29 Aralık 1919 | İstanbul hükümetinin askerî nişanlarla fahrî yaverliğinin iadesine karar vermesi (padişahın iradesi: 3 Şubat 1920) |
12 Ocak 1920 | Meclis-i Meb‘ûsan’ın açılması |
28 Ocak 1920 | Meclis-i Meb‘ûsan’da Mîsâk-ı Millî metninin kabulü |
17 Mart 1920 | İstanbul’un işgali üzerine Ankara’da olağan üstü bir meclis toplanması yolundaki çağrısı |
23 Nisan 1920 | Büyük Millet Meclisi’nin açılması |
24 Nisan 1920 | Meclis başkanlığına seçilmesi |
1 Mayıs 1920 | İstanbul Askerî Mahkemesi’nce idama mahkûm edilmesi |
24 Mayıs 1920 | İdam kararının Vahdeddin tarafından onaylanması |
13 Eylül 1920 | Meclise halkçılık programını sunması |
20 Ocak 1921 | Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği ilk anayasa |
10 Mayıs 1921 | Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu’nun kuruluşu |
5 Ağustos 1921 | Üç ay süreyle başkomutanlığı üstlenmesi |
7-10 Ağustos 1921 | Tekâlîf-i Milliyye emirlerini yayımlaması |
12-13 Eylül 1921 | Sakarya Muharebesi’nin sonuçlanması |
19 Eylül 1921 | Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kendisine mareşallik rütbesi ve gazi unvanının verilmesi |
21 Ocak 1922 | İzmit’te Claude Farrer’le görüşmesi |
6 Mayıs 1922 | Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde başkomutanlık sorunu tartışmaları |
4 Temmuz 1922 | Ankara’daki Fransız Temsilciliği’nde konuşması |
26 Temmuz 1922 | Konya’da General Townshend’le görüşmesi |
26 Ağustos 1922 | Büyük Taarruz’un başlaması |
30 Ağustos 1922 | Başkomutanlık savaşı |
1 Eylül 1922 | “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini vermesi |
10 Eylül 1922 | Muzaffer olarak İzmir’e girmesi |
18 Ekim 1922 | Barış konferansına birlikte gidilmesini isteyen Sadrazam Tevfik Paşa’ya, “Türkiye’yi ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti temsil eder” cevabını vermesi |
1 Kasım 1922 | Mecliste saltanatın kaldırılmasına ilişkin konuşması |
20 Kasım 1922 - 24 Temmuz 1923 | Lozan Konferansı |
14 Ocak 1923 | Annesi Zübeyde Hanım’ın İzmir’de ölmesi |
29 Ocak 1923 | İzmir’de Latife Uşaklıgil ile evlenmesi |
17 Şubat 1923 | İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ni açışı |
8 Nisan 1923 | “Dokuz umde” programını ilân etmesi |
13 Ağustos 1923 | İkinci defa Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı seçilmesi |
11 Eylül 1923 | Halk Fırkası’nın kuruluşu |
29 Ekim 1923 | Cumhuriyet’in ilânı üzerine cumhurbaşkanı seçilmesi (sonraki cumhurbaşkanlıkları: 1 Kasım 1927 - 4 Mayıs 1931 ve 1 Mart 1935) |
3 Mart 1924 | Laiklik yasaları (halifeliğin kaldırılması, öğretimin birleştirilmesi, Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması) |
20 Nisan 1924 | Cumhuriyet anayasasının kabulü |
26 Ağustos 1924 | Sermayesini verdiği Türkiye İş Bankası’nın kurulması |
17 Kasım 1924 | Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması |
16 Şubat 1925 | Türk Tayyare Cemiyeti’ni (Türk Hava Kurumu) kurdurması |
3 Haziran 1925 | Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması |
5 Ağustos 1925 | Latife Hanım’dan boşanması |
13 Temmuz 1926 | İzmir suikastı davasının sonuçlanması |
15-20 Ekim 1927 | Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı’nda Nutuk’unu okuması |
1 Kasım 1928 | Mecliste Latin alfabesinin kabulü |
12 Ağustos 1930 | Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması (dağılma kararı alması: 16 Kasım 1930) |
15 Nisan 1931 | Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşu |
10 Mayıs 1931 | Cumhuriyet Halk Fırkası üçüncü kurultayı ve Kemalizm denilen altı ilkenin programa alınması |
19 Şubat 1932 | Halkevlerinin açılışı |
12 Temmuz 1932 | Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu |
9 Şubat 1934 | Balkan Antantı |
24 Kasım 1934 | Atatürk soyadını alması |
5 Aralık 1934 | Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi |
9 Ocak 1936 | Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu |
20 Temmuz 1936 | Montrö Boğazlar Sözleşmesi |
5 Şubat 1937 | “Altı ilke”nin anayasa maddeleri arasına girmesi |
11 Haziran 1937 | Taşınmaz mallarını hazineye bağışlaması |
8 Temmuz 1937 | Sâdâbâd Paktı |
26 Mayıs 1938 | Ankara’dan son ayrılışı |
1 Haziran 1938 | Hastalığı sebebiyle Savarona yatına geçmesi |
29 Haziran 1938 | Genel af yasasının kabulü |
25 Temmuz 1938 | Savarona’dan Dolmabahçe Sarayı’na alınması |
5 Eylül 1938 | Kendi el yazısı ile vasiyetnâmesini düzenlemesi |
17 Ekim 1938 | İki gün sürecek bir komaya girmesi |
8 Kasım 1938 | İkinci koma |
10 Kasım 1938 | Perşembe saat 9.05: Hayata gözlerini kapaması |
19 Kasım 1938 | Dolmabahçe’de cenaze namazının kılınması |
21 Kasım 1938 | Tabutunun Ankara Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine konulması |
10 Kasım 1953 | Naaşının Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakli. |