Fransa’da “bilim dili Latince’nin karşılığında gelişen halk dili” mânasındaki roman kelimesi önceleri bu dille yazılan hikâyelere ve ilkel roman örneklerine ad olmuş, zamanla Batı dillerince benimsenmiştir. Menşeinin destanlara dayandığı ileri sürülen roman türü Avrupa’da doğmuş, hatta bir dönemin hikâyeleri de roman telakki edilmiştir. Roman denilebilecek ilk edebî ürünler üzerinde ihtilâf olmakla beraber bu türün İspanyol yazarı Cervantes’in Donkişot’undan itibaren (XVII. yüzyıl başları) geliştiği ve XIX. yüzyılda zirveye ulaştığı kabul edilir. Romantizm, realizm, sembolizm, sezgicilik, egzistansiyalizm, psikanalizm gibi estetik, felsefe ve psikoloji doktrinlerinin etkisiyle günümüze uzanan bu gelişmeyle konu, yapı ve anlatım teknikleri bakımından pek çok roman çeşidi ortaya çıkmıştır.
Türk edebiyatında aşk ve tasavvuf mesnevileriyle mensur halk hikâyelerini kısmen roman olarak değerlendirenler varsa da bunlar özel türler içinde farklı metinlerdir. IV. Murad döneminde (1623-1640) yazılan bazı “kitâbî, mensur, realist İstanbul halk hikâyeleri” ile XVIII. yüzyılın sonlarına doğru kaleme alınan Muhayyelât-ı Aziz Efendi gibi metinler geleneksel anlatı türünün romana yönelmiş halidir. Terim ve kavram açısından Batılı bir tür olan roman ise Türk edebiyatında Batılılaşma hareketlerinin neticesinde ortaya çıkmıştır (bk. HİKÂYE [Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı]). Bununla beraber Tanzimat sonrası ilk Türk roman/hikâye örneklerinde geleneksel anlatı türlerinin izleri uzun zaman kendini hissettirmiştir. Tür ve terim olarak roman ve hikâye kavramlarının birbiri yerine kullanılması Sâmipaşazâde Sezâi’nin ilk küçük hikâye denemelerine (Küçük Şeyler) veya Edebiyât-ı Cedîde romanının ortaya çıkışına kadar sürer.
Yakın yıllarda farkına varılan, Vartan Paşa’nın Ermeni alfabesiyle Akabi Hikâyesi (1851) ve Evangelis Misailidis’in Grek alfabesiyle Temâşa-i Dünyâ ve Cefâkâr u Çilekeş (1871-1872) adlı eserlerini bu türün Türkçe’deki ilk örnekleri olarak görenler olmuştur. Ancak bu eserlerin Osmanlı okuyucusu ve yazarlarından nasıl bir ilgi gördüğü, yazıldıkları dönemlerde okunup okunmadıkları ve Türk romanının gelişmesindeki rolleri hakkında bilgi bulunmamakta ve bunların dar bir azınlık çerçevesinde kaldığı anlaşılmaktadır. Bu arada dönemin okuyucusuna roman türünün ilk örneklerini sunan birkaç çeviri, Yûsuf Kâmil Paşa’nın 1862’de Fénelon’dan tercüme ettiği Tercüme-i Telemak, Münif Paşa’nın aynı yıl Victor Hugo’dan çevirdiği Mağdûrîn Hikâyesi, Ahmed Lutfi’nin 1864’te Daniel de Foe’nun eserinin Arapça’sından tercüme ettiği Tercüme-i Hikâye-i Robenson, Memduh Paşa’nın 1868’de Alphonse de Lamartine’den çevirdiği Tercüme-i Hikâye-i Jöneviev, Recâizâde Mahmud Ekrem’in 1869’da Chateaubriand’dan tercüme ettiği Atala yahut Amerika Vahşileri ve Teodor Kasab’ın 1871’de Alexandre Dumas’dan çevirdiği Monte Kristo ayrıca dikkate alınmalıdır. Bu çevirilerin Türk romanının oluşumuna konu ve tema genişlemesi, eski inşâ tarzının kısa cümlelerle konuşma diline yaklaşması (Okay, s. 87-128) ve Türk okuyucusuna başka bir açıdan roman okuma alışkanlığı kazandırması bakımından katkıları olmuştur (Tanpınar, s. 264-265).
Bu şartlar dikkate alındığında Türk roman / hikâye türünün ilk örneklerinin Ahmed Midhat’ın “Letâif-i Rivâyât” dizisindeki ilk uzun hikâyeleriyle (1870 ve sonrası) Nâmık Kemal’in İntibah’ının yayım tarihi (1876) arasındaki zaman diliminde ortaya çıktığı söylenebilir. Bu yıllarda Ahmed Midhat’ın on iki uzun hikâyesiyle altı romanı yayımlanmıştır. Emin Nihad’ın yedi uzun hikâyeyi ihtiva eden Müsâmeretnâme’si (1872-1875) ve Şemseddin Sâmi’nin Taaşşuk-ı Talʿat ve Fitnat’ı da (1872) aynı dönemin ürünleridir. Bunların ortak özellikleri anlatım tekniği bakımından halk hikâyesiyle meddah geleneğinin izlerini taşıması, konu bakımından hissî gönül maceraları dışında evlilik, kadın, kölelik, eğitim ve Batı ile karşılaşma döneminin sosyal problemlerinin vurgulanmasıdır. İntibah ise öncekilere göre şairane bir roman dili arama yolunda daha itinalı ve özentili oluşu, Fransız romantik edebiyatının etkisi ve yer yer psikolojik tahlilleriyle halk hikâyesi ve Avrupaî roman arasında bir yer tutar.
İntibah’tan sonra Türk romanının ikinci hamlesi Edebiyât-ı Cedîde hareketiyle gerçekleşmiştir. Bu arada geçen yirmi yılın (1876-1896) romancılığını büyük çapta Ahmed Midhat Efendi’nin devam ettirdiği görülür. Bu yıllar arasında “Letâif-i Rivâyât” dizisinden on yedi uzun hikâyesi yanında yirmi beş romanı yayımlanan Ahmed Midhat Efendi’nin bu eserleri, genelde Tanzimat devrine has Doğu-Batı medeniyetleri çatışması çerçevesinde birtakım sosyal meselelerle tahlilden ziyade olay ve entrikaların bolluğuna, okuyucuda merak uyandırmaya ve eğlendirirken öğretmeye dayanan macera, seyahat ve fen romanlarından ibarettir. Bunlar arasında natüralist olma iddiası taşıyan Müşâhedât (1891) yakın yıllarda teknik özelliğiyle de tenkitçilerin dikkatini çekmiştir. Ahmed Midhat’ın romanları ile Nâmık Kemal’in romantiklerin etkisindeki tarihî romanı Cezmi (1880-1883) dışında Vecîhî, Mehmed Celâl, Mizancı Murad, Fatma Aliye gibi roman vadisinde daha az bilinen yazarların eserleri hissî, romanesk konuları devam ettirmiştir. Ahmed Râsim de aynı yıllarda Ahmed Midhat Efendi’nin izinde bir halk romancısı olarak görülür. Bu arada romantizmden realist romana geçişin ilk ürünleri arasında Nâbizâde Nâzım’ın Zehra’sı (1876) ve ilk natüralist uzun hikâye denemesi Karabibik’i (1890), Sâmipaşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’i (1888), Recâizâde Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası (1896) roman yapısı, dili ve psikolojik tahlil denemeleriyle dönemin dikkati çeken eserleridir.
Roman dilinin kurulması, roman tekniği ve başarılı psikolojik tahlilleriyle Edebiyât-ı Cedîde, Türk romanı için önemli bir merhaledir. Birinci derecede Halit Ziya (Uşaklıgil) ve Mehmed Rauf’un temsil ettiği topluluğun diğer romancıları Hüseyin Cahit (Yalçın), Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Saffetî Ziya’dır. Önceki yazarların tesadüfî olarak romantikleri takip etmesine karşılık bunlar bilinçli şekilde Fransız realistlerini örnek alırlar. Mizaç bakımından hissî ve içe kapanık şahsiyetler olan Edebiyât-ı Cedîde yazarları bu özellikleriyle romanlarında hayalperest ve romantik kahramanların aşklarını, küçük ihtiraslarını realist bir roman tekniği ve üslûbuyla dile getirmek gibi bir ikilem içindedir. Önceki dönemin sosyal problemlerinin yerini dar mekânlarda aile içi ilişkiler ve kişilerin ferdî acıları almıştır. Halit Ziya’nın Mâi ve Siyah (1896), Aşk-ı Memnû (1899) ve Kırık Hayatlar’ı ile (1901) Mehmed Rauf’un Eylül’ü (1901) bu özelliklerin en iyi örnekleridir.
II. Meşrutiyet’le toplum hayatında görülen heyecan ve ideolojik tavır diğer edebî türler gibi romana da yansımıştır. Bu dönemde yayımlanmış 200’den fazla uzun hikâye veya romanın çoğu dönemin siyasî ve fikrî gruplarının tezlerini yansıtan, genel anlamıyla roman tekniği ve dil bakımından itinasız eserlerdir. Bunlar arasında bir veya iki roman yayımlayıp unutulmuş pek çok isim vardır. Dönemin kısa süreli bir edebiyat topluluğunu oluşturan Fecr-i Âtî mensuplarından Cemil Süleyman ve İzzet Melih’in romanları Edebiyât-ı Cedîde’nin devamı niteliğindedir.
1910-1923 kriz yıllarında Millî Edebiyat romanı öncekilere oranla dış dünyaya daha açık, içinde yaşadığı toplumun meselelerine yabancı kalmayan kahramanların romanı olmuştur. Mekân olarak şehir, kasaba ve köyleriyle Anadolu hem gerçekçi bir gayretle hem de bir memleket romantizmiyle romana girer. Sade Türkçe hareketlerinin etkisiyle kurulan bu akımın başlıca romanları Halide Edip’in (Adıvar) Yeni Turan (1913), Mev‘ud Hüküm (1918), Ateşten Gömlek (1923); Refik Halit’in (Karay) İstanbul’un İç Yüzü (1920); Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922) ve Reşat Nuri’nin (Güntekin) Çalıkuşu’dur (1922). Bunlara Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Müfide Ferid, Aka Gündüz ve Halide Nusret (Zorlutuna) gibi isimler de eklenebilir. Öte yandan II. Meşrutiyet sonrası Türk romanı bu iki akımın dışında kendi özelliklerini devam ettiren eserleriyle Edebiyât-ı Cedîde romancıları, Jön Türk’ü ile (1910) Ahmed Midhat Efendi, popüler eserleriyle onun izinden giden Hüseyin Rahmi (Gürpınar), ilk köy romanları arasında sayılan Küçük Paşa’sı ile (1910) Ebûbekir Hâzım sayılabilir.
Millî Edebiyat yazarları, özellikle Cumhuriyet’in ilk on yılında Mütareke ve savaş yıllarının sosyal meselelerini idealist bir memleket edebiyatı şeklinde işlemeye devam ederken Cumhuriyet devrimlerini de tez olarak ele almışlardır. Peyami Safa’nın Mahşer (1924), Sözde Kızlar (1925), Biz İnsanlar (tefrika 1937); Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934); Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye (1926); Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece (1928) romanları bunlardandır. 1930’lu yıllardan itibaren romanın estetik kalitesinde ve anlatım tekniğinde gelişmeler görülür.
Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun (1930) kurgusu, kişilerin olay, zaman ve mekânla uyumu, bilinç altı akışı ve özellikle başarılı psikolojik tahlillerle Türk romanında önemli bir merhale teşkil eder. Onu takip eden Fatih Harbiye (1931), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949) ve Yalnızız’ın (1951) her biri roman tekniğindeki yeniliğiyle dikkatleri çekmeyi sürdürür. 1930’lu yıllarda Türk romanının tarihî seyri açısından öne çıkan bir başka gelişme romanların sosyal gerçekçi bir anlayışla yazılmasıdır. Anadolu’ya yönelen Millî Edebiyat dönemi yazarlarının ılımlı toplumsal eleştirilerinin yerini sert-gerçekçi bir yaklaşımın aldığı bu eserlerden Kuyucaklı Yusuf’ta (1937) Sabahattin Ali öncekilerden farklı olarak Doğu-Batı, eski-yeni zıtlığı yerine toplumsal yapının kendisinden doğan bir çatışma üzerine romanını kurmuştur. Edebî düzeyi düşük olmakla beraber Sadri Ertem, ucuz Avrupa malı dokumanın yerli malı dokuma tezgâhlarını ortadan kaldırışını anlattığı Çıkrıklar Durunca (1930) romanıyla, Reşat Enis Aygen işçilerin yaşamını, ağa-köylü çatışmasını veren romanlarıyla ve Suat Derviş bazı romanlarıyla bu dönemin toplumsal gerçekçi yazarları arasında yerini alır. Aynı yıllarda yayımlanan Ayaşlı ve Kiracıları’nda (1934) Memduh Şevket Esendal, Ankara’da yeni başlayan apartman hayatını, Cumhuriyet Ankarası’ndan toplumsal bir kesiti bürokrasiye eleştiri getirerek dikkat çekici bir gözlem ve dil başarısıyla sergiler. 1940’larda ilk eserlerini veren gerçekçi romancılar arasında I. Dünya Savaşı ile gelen ayrılık acısı, ölüm korkusu ve geçim sıkıntısını otobiyografik verilerden yola çıkarak Sınıf Arkadaşları’yla (İstanbul 1943) anlatan Cevdet Kudret Solok, bir Ege kasabasındaki insanın doğa ile savaşımını Bir Şehrin İki Kapısı’yla (1948) gerçekçi bir dille anlatan Samim Kocagöz ve Sarduvan’la (1944) Faik Baysal bulunmaktadır.
1930-1950 arasında, daha çok son dönem Osmanlı’sını süreç halinde ele alan ve dönemin bir kesiti üzerine olayları kuran romanlar yazılmıştır. Bunlardan Bir Varmış Bir Yokmuş (1933) ve Düşkünler’de (1938) Sadri Ertem, Tanzimat’la Cumhuriyet arasını antiemperyalist bakışla eleştirmekte, üst tabaka ailelerdeki ahlâkî çöküşe eğilerek o yılları kayıp dönem olarak değerlendirmektedir. Mithat Cemal Kuntay Üç İstanbul’da (1938) II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemi İstanbul’unu panoramik tablolar halinde anlatır; dejenere olmuş insan ilişkilerini, köşkler ve yalılardaki hayatın görünmeyen yüzünü ortaya çıkarır. Halide Edip Sinekli Bakkal’da (1935) Osmanlı’nın son döneminin sosyal yapısı ile II. Abdülhamid devrinin panoramasını Doğu-Batı sorununu da içine alan bir çerçevede yansıtır.
Romanları 1940’lı yıllarda yayımlanmaya başlayan Abdülhak Şinasi Hisar eski zaman hayatını nostaljik olarak ele alır. Fahim Bey ve Biz (İstanbul 1941), Çamlıca’daki Eniştemiz (1944), Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (İstanbul 1952), hâtıra tarzını anımsatan ve günlük hayatta sık rastlanmayan tipler etrafında gelişen, olaydan çok duygu, düşünce ve dil dokusuyla dikkat çeken eserlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın II. Meşrutiyet öncesi dönem üzerine kurulmuş Mahur Beste (1944’te Ülkü’de tefrika), Mütareke yıllarını anlatan Sahnenin Dışındakiler (1950’de Yeni İstanbul’da tefrika) ve II. Dünya Savaşı öncesi İstanbul’unda geçen olayları anlatan Huzur (1949) üçlemesi, ortaya koyduğu dönemsel süreklilik kadar birinden diğerine uzanan insan ilişkileri ve bazı ortak roman kişileriyle bir çeşit “nehir roman” yapılanmasını hatırlatır. Bu üç eserden Huzur’da kurgulama ve anlatım en gelişmiş halini bulur. Romanda, roman kişisinin hatırlayışlarına bağlı olarak bir günle sınırlı olan çerçeve zamanın içinden geçmişe gidiş ve dönüşlerle biçimlenen zengin ve karmaşık bir yapı ortaya çıkar. Romanın odağında yer alan Mümtaz ile Nuran’ın aşkı, bir medeniyet döneminin mimarlık, resim, hat ve müzik, oradan felsefî ve tasavvufî meselelere kadar uzanan zengin dünyasını da yüklenmiş derin bir iç deneyim olarak belirir.
Aynı dönemde geçmişe dönüş duyarlılığı dairesine dahil edilebilecek romancılardan biri de Nahit Sırrı Örik’tir. Sultan Hamid Düşerken’de (1957) olaylar II. Meşrutiyet’in ilânıyla Otuzbir Mart Olayı arasındaki süre içinde geçmektedir. Roman övgü ve yergiye kaçmadan dönemin üst kademedeki idarecilerinin ailelerinin yaşayış ve geleneklerini, II. Abdülhamid’in içine düştüğü trajediyi ince bir dikkat ve gözlem gücüyle anlatır. Kadıköyü’nün Romanı (1938) ve Ciğerdelen’le (1946) Safiye Erol, bir anı-roman olarak değerlendirilebilecek İbrahim Efendi Konağı ile (1964) Samiha Ayverdi aynı duyarlılık dairesi içinde yer alır. Sıcak bir insan sevgisinin yansıdığı romanlarında deniz sevgisi ve özlemini hümanist duyarlıkla birleştirerek anlatan Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ilk romanı Aganta Burina ve Burinata’yı 1946’da yayımlar.
Romanda Samim Kocagöz ve Kemal Bilbaşar’la (Denizin Çağrışı, 1943) sürüp gelen toplumsal gerçekçi çizgi, çıkışlarını 1950’li yıllarda yaptıkları söylenebilecek olan Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’le yeni bir aşamaya girer. Orhan Kemal Baba Evi (1949) ve Avare Yıllar’da (1950) çocukluk ve gençlik çevrelerinin yoksul insanlarını ele alır, Çukurova’da pamuk tarlalarında ve çırçır fabrikalarında çalışanların sorunlarına eğilir. Yaşar Kemal, Çukurova romanlarının ilki olan Teneke’de (1955) genç bir kaymakamın çeltik ağalarıyla giriştiği çatışmayı anlatırken aydının mücadele gücünü dile getirir. Bu yörede eşkıyanın ortaya çıkıp ağalara karşı halkı savunmasının hikâyesini de İnce Memed’de (I-II, 1955, 1969) geleneksel masal, efsane tem ve motiflerinden yararlanarak ortaya koyar. 1950’ler, Mahmut Makal’ın anı ve izlenimlerini öyküleştirdiği Bizim Köy’le (1950) başlayan, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların romanda gerçekçi köy edebiyatının ilk ürünlerini verdiği yıllardır. Talip Apaydın Sarı Traktör’de (1958) tarımın makineleşme sürecine girişiyle köylerdeki günlük hayat değişimini, Yarbükü’nde (1959) tarımda su sorununu ele alır. Fakir Baykurt Yılanların Öcü’nü (1959) köylü-muhtar çatışması üzerine kurar. Kemal Tahir ilk romanları Sağırdere (1955) ve Körduman’da (1957) bir köy delikanlısının iş bulma amacıyla gittiği şehirde ve bir süre sonra geri döndüğü köydeki yaşayışını anlatır. Orhan Kemal Murtaza (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) ve Gurbet Kuşları’nda (İstanbul 1962) köyden şehre göç ve iş peşindeki insanın kente uyum çabasını ele alır. Necati Cumalı ilk romanı Tütün Zamanı’nda (1959) Urla’daki tütüncülerin yaşayışını, partilerin ilçedeki yöneticiler üzerindeki etkilerini, kan davası gibi sosyal problemleri bir aşk öyküsü etrafında toplar. 1950’li yıllarda Rıfat Ilgaz (Hababam Sınıfı, 1957; Pijamalılar, 1959) ve Aziz Nesin sorunlara mizah penceresinden bakan romanlarıyla görünürler.
1960’lı yılların başı bazıları tezli tarihsel romanların ortaya çıktığı dönemdir. İlhan Tarus Var Olmak (1957), Hükümet Meydanı (1959) ve Vatan Tutkusu’nda (1967) Millî Mücadele’yi iç ve dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş olarak ele alır. Tarık Buğra, Küçük Ağa’da (1963) toplum yazgısının kişilere bağlı geliştiğini esas alan bir perspektiften tarihî olayları romanlaştırır. Millî Mücadele’nin başlatılmasında din adamlarıyla eşraf, toprak ağası ve yöneticilerin halkla iş birliği yapmasının rolünü kurgusunun odağına yerleştirir. Kemal Tahir, Türk toplum yapısı ve insan unsurunun Batı’dan farklı olduğunun görülmesi gerektiğini savunmuş, Türk romancıları için bu farklılığı oluşturan özelliklerin incelenmesini şart olarak düşünmüş, yaptığı araştırmalarla elde ettiği bulgu ve tezlere dayandırdığı romanlar yazmıştır. Esir Şehrin İnsanları (1956), Esir Şehrin Mahpusu (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Kurt Kanunu (1969) ve Yol Ayrımı (1971) gibi romanlarında belirli tarihsel dönemleri ele almıştır. Kemal Tahir Devlet Ana’da (1967), Tarık Buğra Osmancık’ta (1983) kendi tarih ve insan anlayışları içinde Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatmaktadır.
Attila İlhan “Aynanın İçindekiler” dizisini oluşturan Bıçağın Ucu (1973), Sırtlan Payı (1974), Yaraya Tuz Basmak (1978), Dersaadet’te Sabah Ezanları (1981), O Karanlıkta Biz (1988) romanlarında 1900-1960 arası dönemin siyasal ve toplumsal olaylarını belgelere dayanarak kurgulamıştır. Hasan İzzettin Dinamo (Kutsal İsyan, I-VIII, 1966-1967), Erol Toy da (Toprak Acıkınca, 1968; Azap Ortakları, 1973) tezli tarihsel roman yazarları arasında yer alır.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Malazgirt’ten başlayarak Türk tarihini özünün millî olduğuna inandığı bir sanat anlayışına bağlı kalarak Kilit (1971), Anahtar (1972), Kapı (1973), Konak (1973), Çatı (1974) gibi başlıklarla belli bir akış içinde romanlaştırmış, Bahattin Özkişi sade bir dille yazdığı Köse Kadı (1974), Uçtaki Adam (1975) gibi tarihî romanlarıyla dikkati çekmiştir. Emine Işınsu (Azap Toprakları, 1969; Tutsak, 1975; Çiçekler Büyür, 1978), Sevinç Çokum (Bizim Diyar, 1978; Hilâl Görününce, 1984) gibi romancılar ise bazı romanlarında dış Türkler’i konu almıştır. Rasim Özdenören, tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da (1979) yaşlı bir adamın Millî Mücadele dönemine bağlanan hikâyesiyle büyük şehirlerde yaşayan modern zamanların insanlarının bir Amerikan şehrine de uzanan hikâyesini sarmal bir yapı içinde yan yana getirmiştir.
1960’lı, 1970’li yılların romanları birden fazla toplumsal ve bireysel sorunun iç içe geçtiği bir yapı ortaya koymaktadır. Anadolu insanının büyük şehirlerdeki yerleşim problemini Muzaffer İzgü (Gecekondu, 1970), işçi olarak gittiği Almanya’daki sosyal ortam ve iş hayatına adapte olma sorunlarını, ortaya çıkan kimlik problemini Bekir Yıldız (Türkler Almanya’da, 1966), Adalet Ağaoğlu (Fikrimin İnce Gülü, 1976), Necati Tosuner (Sancı Sancı, 1977), Tarık Dursun K. (Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü, 1980) gibi yazarlar romanlarına taşımıştır. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ni hazırlayan olaylar Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına, 1973), 1970’li yıllarda tırmanan öğrenci olayları ve arkadan gelen 12 Mart dönemi Melih Cevdet Anday (Gizli Emir, 1970), Çetin Altan (Büyük Gözaltı, 1972), Sevgi Soysal (Yenişehirde Bir Öğle Vakti, 1973; Şafak, 1975), Füruzan (47’liler, 1974), Erdal Öz (Yaralısın, 1974), Emine Işınsu (Sancı, 1974), Mustafa Miyasoğlu (Kaybolmuş Günler, 1975), Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, 1979) gibi romancılarca kendi bakış açılarına göre ele alınmıştır. Abbas Sayar Yılkı Atı (1970), Ferit Edgü Kimse (1976) ve O (1977) romanlarıyla 1950’lerdeki şematik köy romancılığının dışına çıkmış, Edgü aydınla köylü arasında bir iletişim kurulabileceğini göstermek istemiştir. Türk romanının 1960-1980 arasındaki temel karakteristiği yeni konular ve sorunlarla anlatımda yeni imkânlara açılma olarak belirlenebilir. Köy ve kasaba odaklı romanlardan sonra bu dönemde büyük şehir odaklı yeni bir algının ortaya çıktığı, aydınlatıcı tutum yanında insanın iç dünyasına nüfuz etme çabalarının belirginlik kazandığı görülür. Topluma yönelik duyarlılıklarla iç içe, karmaşık ruhlu aydınların iç dünyası da geniş anlamda ifadesini bulur.
Daha 1950’li yıllarda yazdığı ilk romanlarında (Sokaktaki Adam, 1954; Zenciler Birbirine Benzemez, 1957) Attila İlhan’ın roman kişileri kendi ifadesiyle “neyi istemediğini bilen, fakat neyi istediğini bilmeyen” bunalımlı delikanlılardır. Yusuf Atılgan, ilk romanı Aylak Adam’da (1959) toplum değerlerini küçümseyen büyük şehirdeki tedirgin aydının amaçsız yaşamını ve giderek kendine yabancılaşmasını sergiler. Bu çizgi üzerinde yer alan romancılarda aile ve sosyal çevreden gelen baskıyla da bağlantılı ele alınan, derinlerdeki psikolojik bir sorun olarak cinselliğin yaygınca işlendiği görülür. Mehmet Seyda Ne Ekersen (1958), Yaş Ağaç (1958), Cinsel Oyun (1966) romanlarında gençlik çağlarında ortaya çıkan cinsel dengesizliklerin çocukluktaki kökenlerine inen sosyopsikolojik çözümlemeler yapar. Yusuf Atılgan’ın Ana Yurt Oteli (1973), Attila İlhan’ın birçok romanı, Selim İleri’nin Her Gece Bodrum (1976), Ölüm İlişkileri (1979) ve Cehennem Kraliçesi’nde (1980) bunalımlı aydın bazan saplantı haline gelen cinsel sorunların içinde görünür.
Bu dönemde büyük artış gösteren kadın romancılar, aydınların iç bunalımları ve toplumsal bağlantılarıyla birlikte kadın sorununu da ele alır. Nezihe Meriç Korsan Çıkmazı’nda (1961) kadının ataerkil ailedeki sıkışmışlığını anlatır. Sevgi Soysal Yürümek’te (1970) kadın sorununu evlilik kurumuna bağlı olarak, Füruzan 47’liler’de (1974) bir genç kızın aile ve toplum baskısına baş kaldırısını dile getirir. Pınar Kür’ün Yarın Yarın (1976), Asılacak Kadın (1977) gibi ilk romanlarının kahramanı aldığı eğitim sonucu yetiştiği çevreyle uyum sorunu yaşayan aydın kadındır.
Oğuz Atay Tutunamayanlar’da (I-II, 1971-1972) yalnızlık, yabancılık ve acı çeken, toplumdan kaçan, herhangi bir çevreye tutunamamış entelektüel insanın romanını yazmıştır. Kurduğu ironik ve eleştirici dil ve anlatımıyla Tutunamayanlar, Türk romanında 1990’lı yıllarda revaç bulacak postmodern anlatıyı haber veren eserdir.
1980 sonrasında Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu, Elif Şafak Türk romancılığının öne çıkan belli başlı isimleri olmuştur. Bu dönemin romancıları arasında Şemsettin Ünlü, Tahsin Yücel, Bilge Karasu, Ayla Kutlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Nazlı Eray, Durali Yılmaz, Mustafa Kutlu, Erendiz Atasü, İnci Aral, Enis Batur, Nedim Gürsel, Ali Haydar Haksal, Reha Çamuroğlu, Nazan Bekiroğlu, İhsan Oktay Anar, Ahmet Ümit, Hasan Ali Toptaş, Gürsel Korat, Fatma Barbarosoğlu, Sadık Yalsızuçanlar, Selma Fındıklı gibi isimler de bulunmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1942’de Sinekli Bakkal ile Halide Edip Adıvar’a, Fahim Bey ve Biz’le Abdülhak Şinasi Hisar’a, Yaban’la Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na verdiği ilk roman ödüllerinden sonra Yunus Nadi, Orhan Kemal, Milliyet, Madaralı, Türkiye Yazarlar Birliği gibi nisbeten süreklilik gösteren roman ödüllerinin yanı sıra son yıllarda bazı belediye ve kuruluşların roman yarışmaları düzenlediği görülmektedir. Yurt dışında Yaşar Kemal bazı ödüller alırken 2006 yılında Orhan Pamuk’a “kentin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulduğu” gerekçesiyle Nobel edebiyat ödülü verilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA Mustafa Nihat [Özön], Türkçe’de Roman Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1936; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 2006, s. 263-273; Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, İstanbul 1959-65, I-III; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, İstanbul 1965-73, I-III; Olcay Önertoy, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, Ankara 1984; R. P. Finn, Türk Romanı: İlk Dönem, 1872-1900 (trc. Tomris Uyar), İstanbul 1984; Osman Gündüz, Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, İstanbul 1997, I-II; İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul 2001, s. 237-381; a.mlf., “Roman”, TDEA, VII, 340-344; Alemdar Yalçın, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Çağdaş Türk Romanı (1946-2000), Ankara 2003; Orhan Okay, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 2005, s. 67-71, 87-128; Türk Edebiyatı Tarihi (ed. Talât Sait Halman v.dğr.), Ankara 2006, IV, 213-431; Hülya Argunşah, “Tanzimattan II. Meşrutiyet’e Türk Romanı”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, IV/8, İstanbul 2006, s. 23-100; M. Fatih Andı, “Türk Edebiyatı’nda Roman: Cumhuriyet Devri”, a.e., IV/8 (2006), s. 165-201; “Roman”, ML, X, 660-661; Fethi Naci, “Roman”, CDTA, III, 611-619 (bazı temel kaynakların verildiği bu bibliyografyanın dışında Türk romanı hakkında roman tekniği, konular, temalar ve romanla ilgili problemler üzerine tez çalışmaları yapılmış, pek çok kitap ve makale, dergi özel sayıları ve antolojiler yayımlanmıştır; bu konuda oldukça ayrıntılı bir bibliyografya için bk. İlyas Dirin, “Roman Kaynakçası”, Hece [Türk Romanı özel sayısı], sy. 65-67, Ankara 2002, s. 755-815).
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2008 yılında İstanbul'da basılan 35. cildinde, 160-164 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.