- 1/2Müellif: HALİL SAHİLLİOĞLUBölüme GitSarı, parlak renkte, kolayca işlenebilecek yumuşaklıkta bir madendir. Yeryüzünde değerini büyük ölçüde düşürecek şekilde bol miktarda mevcut değildir....
- 2/2Müellif: OSMAN ESKİCİOĞLUBölüme GitFIKIH. Altın Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde “zeheb” ve altın para birimi olan “dinar” olarak muhtelif vesilelerle geçmektedir. Kur’an’da insa...
https://islamansiklopedisi.org.tr/altin#1
Sarı, parlak renkte, kolayca işlenebilecek yumuşaklıkta bir madendir. Yeryüzünde değerini büyük ölçüde düşürecek şekilde bol miktarda mevcut değildir. Su ve havadan etkilenip paslanmayışı aranır madde olmasının bir başka sebebidir. Para olarak kullanılışı servet, itibar ve iktidarla özdeşleşmesini hazırlamıştır. Bu husus, Kur’an’da zikredildiği âyetlerin mazmununda da vardır. Eşya, külçe veya para olarak aynı değeri taşır. Altın iktisadî kalkınmada, medeniyetlerin yükselmesi veya yıkılmasında bazı tarihçiler tarafından başlıca âmil olarak açıklanmıştır.
İslâm Tarihinde Altın. İslâmiyet’in doğuşu sırasında İran ile Bizans arasında ticaret yapan Kureyş, İran’ın gümüş dirhemlerini ve Bizans’ın altın dinarlarını getiriyordu. Bunlardan İran yalnız gümüş para basıyor ve sadece gümüşü para olarak biliyordu. Bizans’a ve Batı Avrupa’ya ulaştırdığı transit malları karşılığında aldığı altını eşya yapımında kullanıyordu. Zengin gümüş yataklarına sahip olduğundan daha uzaktaki Doğu ülkelerine gümüş dirhemlerini ihraç ederek ipek, baharat ve başka kıymetli şeyleri ithal ediyordu. Ayrıca muhtemelen Batı’dan aldığı altının bir kısmını da dışarıya satıyordu. Nitekim İran’da çok miktarda altın biriktiği, Kādisiye’de ve İran’ın fethinin tamamlandığı diğer savaşlarda büyük miktarda altın ele geçirildiği bilinmektedir.
Bizans ise İran’ın aksine sadece altını para olarak tanıyordu. Batı Roma ve onun enkazı üzerine kurulan Cermen asıllı krallıklara ihraç ettiği mallar karşılığında, Batı Avrupa’nın vereceği başka malı olmadığından altın alıyordu. Helenistik dünyanın ve Kartaca’nın yağmalanmasında elde edilen altınlar tükeninceye kadar bu ticaret devam etti. İmparatorluğun ikinci yüzyılı başında, bugünkü Romanya’nın yerinde bulunan Dakya’daki maden ocaklarından altın elde edilmeye başlandı. Aynı yüzyılın son çeyreğine girerken Bizanslılar kervan ticareti yapan Palmir prensliğini yağmalayarak Yakındoğu ticaretini ele geçirdiler ve altın para darbını bir müddet daha sürdürdüler.
Dört halife devrinde ve Emevîler’in ilk zamanlarında, İran ve Bizans’tan ganimet ve vergi olarak alınan altınlardan para basılmaya ve tedavüle çıkarılmaya başlandı. Fakat bu paralar henüz eski şekillerini ve ağırlıklarını koruyorlardı. Halife Abdülmelik 694 yılında İslâm dinar ve dirhemlerini darbettirdi. Böylece bunlar, Bizans’ın “solidus aureus” veya “dènarion chrouson” denilen ve İslâm altın parasının da adını aldığı bu paraya karşı istiklâlini kazanmış oldu. İlkçağ’dan beri Yakındoğu ve Ortadoğu’da biriken altınlar dinar için ham madde vazifesini gördü ve tedavüle çıkarılan bu altınlar dünya ticaretini kamçılamaktan geri kalmadı. İslâm dünyasındaki madenlerin işletilmesi yanında bu dünyaya komşu uzak veya yakın ülkelerdeki altının da gelmesiyle medeniyetin her alanında süratle ilerleme mümkün olabildi. Bu sıralarda Dekken yarımadasından, Altaylar’dan ve Afrika’da Büyük Sahra’nın güneyini bir uçtan bir uca kaplayan Sudan’dan İslâm dünyasına bol miktarda altın geliyordu. Sâsânîler devrinde yalnız dirhemin (direm) basıldığı İran darphânelerinde ve İran’ın daha doğusundaki belli başlı şehirlerde gümüş para yanında ayrıca altın para da basılmaya başlandı. Suriye ve Mısır’da altın para geleneği yaşamakla birlikte buralarda gümüş dirhemin de basıldığı bilinmektedir.
İslâm dünyası Bizans’ın aksine Avrupa’ya köle, kürk, gemi kerestesi, demir, silâh karşılığında altın para ihraç ediyor ve bu altınlar daha sonra Bizans’a gidiyordu. Bizans da İslâm dünyası aracılığı ile aldığı ve kendi ülkesinde imal ettiği lüks malları Batı Avrupa’ya ihraç ediyordu. Kiliselerde ibadet eşyası ve “ikona” olarak biriken altınlar, “ikona kırıcılığı” politikasıyla darphâneye sevkediliyor ve tedavüle sokularak dünya ticaretini hareketlendiriyordu.
Sudan’dan Kuzey Afrika’ya doğru sahra ticareti de deve kervanları sayesinde oldukça kolaylaşmıştı. Bu ticaret üç ana koldan yapılıyordu. Batı kolu, Sudan’dan Tişit (Tichit) üzerinden Sicilmâse’ye ulaşıyordu. Ortadaki kol, Nijer dirseğini Tidiklet üzerinden Vargla’ya bağlıyordu. Doğudaki yol ise Sudan’dan Ayer, Gadâmis ve Bilâdülcerîd üzerinden Trablus’a ulaşıyordu. Bu yollara hâkim olanlar büyük bir zenginliğe kavuşuyordu. Batıdaki yol, Kurtuba ve daha sonra Murâbıtlar denetiminde müslümanlara büyük imkânlar sağlamıştı. Fâtımî üstünlüğü, batıdaki iki kolu denetimleri altında tutmakla gerçekleşmişti. Aynı şekilde Benî Hilâl aşiretlerinin Trablus ve Tunus’a doğru yayılarak Fâtımîler’in idaresindeki Mısır’a giden altın yolunu kesmeleri, bazı araştırmacılara göre Fâtımîler’in zaafa düşmelerine, Türkler’in batıya doğru yayılmalarını önleyememelerine ve Haçlı seferlerine imkân vermişti. Kuzey Afrika altınlarına daha sonra İtalyanlar rakip alıcı olmuşlardı. İtalyan gemileri Mersalkebîr’e gelerek altın temin ediyorlardı. Gerek bu ticaret gerekse daha sonraki Haçlı seferleri, Avrupa’nın altın stoklarının yeniden altın para basacak duruma gelmesini sağladı. 1252’de “fiorino” Floransa’da, “genevino” Cenova’da ve 1284’te “zecchino” veya “ducat” ise Venedik’te basıldı.
Mısır altın paraya bağlı kaldı; Suriye’de altın para darbına devam edildiyse de bu önemli bir seviyeye erişemedi. Selçuklular Anadolu’da altın dinar ve gümüş dirhem basarak İslâmî bimetalist geleneği yaşattı. Moğollar da Anadolu’da altın darbını sürdürdüler. Fakat Fâtih devrine gelinceye kadar Anadolu beylikleri altın para basmadılar. Bizans altın para rejimine bağlı kaldıysa da dünya transit ticareti Anadolu üzerinden geçmediğinden, altının kıtlaşmasıyla orantılı olarak bu ülkenin “perpero” denen altın parası, 1440’lara kadar, üçü bir Venedik dukası değerine ancak ulaşabildi.
Osmanlılar’da Altın. Altın Osmanlılar’da gerek para darbında gerekse bazı sanayi alanlarında kullanılan önemli bir madendir. Sanayide kuyumculuk, yaldızlama işleri, sırmakeşlik, bakır veya gümüş teli altın suyuna batırma işi ve bu tellerle yapılan dokumacılık başlıca kullanım alanları idi. Altın, para, külçe veya eşya halinde de olsa değeri pek farketmediği için, para piyasasından maden piyasasına veya maden piyasasından para piyasasına kolayca aktarılabilirdi. Darphâneler altın para bastıkları vakit gerekli altın satın alınır ve para basımı sürdürülürdü. Esnaf da ihtiyaç duyduğu zaman tedavüldeki altın parayı “sızırıp” (ergitip) kendi işlerinde kullanırdı. Maden sıkıntısı veya para ayarlama durumunda bu işler daha sık olurdu. Devlet idarecileri madeni, para olarak tutma politikasını güttüklerinden, darphâneye rakip olan bu faaliyet dallarını denetlemeye çalışırlardı. Bunu bazan yasaklar, bazan da sınırlamalar koyarak ya meslekte çalışacak esnaf sayısını azaltır veya işleyecekleri maden miktarını bizzat tesbit ederdi. Nitekim Fâtih, Venedik’le savaş halinde bulunduğu sırada (1463-1478) İstanbul, Edirne ve Üsküp darphânelerinde Venedik ve Ceneviz altınlarıyla Memlük eşrefî altınlarını darbettirdiğinde bu çeşit kısıtlayıcı bir politika takip etmişti. Kanûnî de 1552’de Halep, Antep ve Birecik’te altınlı kumaş dokunmasını yasaklamıştı. Yasak sonrası “abâ-yi zerbâft” kumaş on beş altına satılmaya başladı. Ardından Şam ve İstanbul’da altın işlemeli ağır serâser, şahbenek ve hurdabenek altın işlemeli kumaşların dokunması yasaklandı. Sayıları 268’i bulan İstanbul serâser imalâthanelerinin sayısı 100’e indirildi (Mühimme, TSMK, Koğuşlar, nr. 888, s. 272, 292, 458). Bu arada İstanbul, Bursa ve Selânik dışındaki simkeşhaneler de kapatıldı. Zaman zaman simkeşhanelerin faaliyete geçmelerine göz yumuluyor idiyse de çoğunlukla faaliyetleri kısıtlanıyordu. XVIII. yüzyılda sayıları sınırlı tutulduğu gibi, simkeş esnafının Gümüşhane ve Espiye madenlerinden günde bir okkadan gümüş tahsisatları iki yüz altmış altı gün hesabıyla darphânece sağlanıyordu. Simkeş ustaları, senenin geri kalan günlerinde gümüş istihkaklarını kendileri temin etmeye çalışıyorlardı. Buna göre simkeşhane yılda 366 okka (yaklaşık yarım ton) gümüş tel çekiyor, bunlar ayrıca altın suyuna batırılıyordu.
Gelibolulu Âlî’ye göre yaldız (tılâ) işinde bir Mısır hazinesi kadar altın harcanıyordu (Nushatü’s-selâtîn, vr. 131a-133a). Eğer bir mübalağa yoksa, buradaki ifadeden anlaşıldığına göre kap kacak, kapı, tava, koşum ve benzeri şeylerin yaldızında tüketilen altın bir buçuk tonu geçiyordu. XVII. yüzyılda da iktisadî bozukluk sebebiyle zaman zaman altının eşya, sırma ve simlemede kullanılmasına karşı çıkılmıştı. Nitekim bir telhis mecmuasındaki kayıtta, “Benim vezirim! Bana sırma ve kılabdan ve altun varak ve yaldızlı lüle lâzım değildir, cümlemize israf haramdır, yirmi gün sonra yoklanıp bunların yapıldığını görürsem vallâhi seni katlederim” deniyordu (İÜ Ktp., TY, nr. 4608).
Sanayi ve darphâne, ham maddelerini altın üreten maden ocaklarından, piyasadaki kullanılmış altından, yerli ve yabancı altın sikkelerden sağlamaktaydı. XVI. yüzyılda ticaret için gelen yabancı tâcirlerin altın ve gümüş paralarını darphânelere götürüp yerli paraya çevirmeleri isteniyordu. Ancak daha sonra kapitülasyonlara konan madde ile imtiyaz verilen devletlerin tâcirlerinin buna zorlanamayacakları karara bağlandı. Tahta yeni geçen padişahlar seleflerinin gümüş paralarını yasaklayarak tedavülden kaldırırdı. Altın para için böyle bir kanunî mecburiyet konmamakla birlikte, bazan yeni padişahın eski altınlarla kendi altın parasını darbettirip tedavüle sürdüğü de olurdu.
Osmanlı ülkesinde XVIII. yüzyılın ortalarına kadar yabancı para olarak en fazla Venedik dukası bulunuyordu. “Efrenciye” denilen ve XVII. yüzyılda “yaldız altını” adını alan bu altını Macar altını takip ediyordu. Venedik’in dünya pazarlarında görülen dukaları onların ticarî kazanç ve faaliyetleriyle ilgilidir. Ayrıca şehrin kendine mahsus bir maden ocağı da yoktu. Oysa Macaristan’da XIV. yüzyıldan beri faaliyet halinde olan altın maden ocakları bulunuyordu. Yıkılmadan önce Memlük Sultanlığı’nın eşrefî altın paraları da az olmakla birlikte Osmanlı piyasasında tedavüldeydi.
Memlük Sultanlığı tarihe karışınca Osmanlılar, onların zamanında “eşrefiye” basımında kullanılan altın tozundan Mısır’da kendi altınlarını darbettiler. Mısır’a altın, altın tozu (tibr) “cellâbe”leri eliyle Sudan’dan gelirdi. Ayrıca Kuzey Afrikalı hacılar, ülkelerine Afrika’nın iç kesimlerinden gelen altın tozlarıyla Kahire’de altın para bastırıyorlardı.
Osmanlılar Anadolu ve Rumeli’deki darphânelerinde yabancı ve yerli altın sikkeler, altın eşyalar, altınlı kumaşların yanı sıra ayrıca simli kurşun maden ocaklarında üretilen gümüşün karışımında bulunan altını ayrıştırıp bunu para darbında kullanıyorlardı. Rumeli’de derelerin sürüklediği altın tozundan da faydalanılıyor, fakat bunlar büyük bir miktar oluşturmuyordu.
Altın gerek Rumeli’de gerekse Anadolu’da birçok yerde çıkartılıyordu. Rumeli’de Bosna ve Kral Pavli, Köstendil, Alacahisar, Semendire, Vulçıtrın, Selânik ve Sofya sancaklarında kıymetli maden ocakları vardı. Çoğu simli kurşun olan bu madenlerin bazılarının gümüşünde altın da bulunuyor, ekonomik olanı ayrıştırılıyordu. Bu sancakların dışında Rumeli’de Tımışvar eyaletinde Modava’da (Moldova Veche) gümüş madeni işletilirdi. XVI. yüzyıl sonunda Atina’daki gümüş madeni yeniden işletmeye açılmıştı. Kıymetli maden ocaklarının işletilmesi büyük bir teşkilât işiydi. Devlet maden bulunan yerlerin halkını madenci, kömürcü, tomrukçu, nakliyeci statüsünde kabul ederek tekâlîf-i örfiyyeden muaf tutardı. Madenci köyleri, kendileri kuyu açıp işleyebilecekleri gibi bu işi “rençper” (tüccar) adı verilen kimseler de yapabilirdi. Devlet, madenleri kendi mülkü saydığından, üretilen cevher veya madenden pay sahibi idi. Belgeler her ne kadar bu paya öşür adı veriyorsa da bunun miktarı madenin verimine ve gerektirdiği masraflara göre değişiyordu. Orman tükenip uzak yerden kömür, odun getirilen maden ocaklarının maliyetinin fazla olması veya bir madenin tükenmeye yüz tutması, çok derinden elde edilmesi hallerinde nisbet on ikide, on üçte, hatta on beşte bire kadar düşerdi. Buna karşılık maliyeti düşük verimli madenlerden sekizde bir, yedide bir, beşte bir pay alınabilirdi. Devlet madenleri iltizama verdiğinde mültezim devlet payına düşen miktarın tahsilini üstleniyor ve iltizam bedeli bu payın tahmin edilen miktarı üzerinden hesaplanıyordu. İşçi veya rençper payının resmî kur üzerinden mîrîye satılması mecburiyeti vardı. Maden ocaklarından elde edilen madenin civarda bulunan darphânelerden hangisine götürüleceği kanunnâmelerde belirtilmişti. Ayrıca, yine fermanlarla, madenin değişik darphâneye ulaştırılması da istenebilirdi. Madene bağlanan köylere “maden hassı köyler” denirdi. Gerektiğinde madene yeni köyler de bağlanabilirdi. Maden iltizama verilirken eski ve yeni haslarından tahsil edilecek vergiler de iltizama dahil edilirdi. İltizam mukavelelerinde bazan haslar için belirlenen meblağlarla maden için teklif edilen meblağ ayrı ayrı gösterilirdi. Fakat haslar, maden, darphâne, kalhâne ve bunlarla ilgili olmayan birçok mukātaanın aynı mültezime verildiği ve bunlar için toplu bir iltizam bedeli teklif edildiği de olurdu. Madenci köylerini maden iltizamına dahil etmenin bir sebebi de vergi muhassıllarının madencileri ezmesini önlemektir. Maden üretimi birçok kimsenin para hırsını tahrik ediyor ve ücra yerlerdeki madeni ve madencileri korumak için martoloslar tayin ediliyordu. Ayrıca mültezim, has köylerinden topladığı meblağları sermaye gibi kullanabiliyordu. Ancak madencilere kredi sağlamak için hazinece tahsisat ayrıldığı gibi bazı zengin kimselerin maden sarrafı olarak tayin edildiği de oluyordu. Sarraflık hizmeti mecburiydi. Madenciler üretim giderleri ve geçimleri için bu sarraflardan kredi alır ve madenlerini sattıktan veya darphânede para bastırdıktan sonra bu sarraflara borçlarını öderlerdi.
Ocaklardan elde edilen ve çarklarda yıkanan maden (simli kurşun) ergitilerek kurşunu ayrılırdı. Geri kalan gümüşte altın varsa Rumeli’de “tizab” denilen nitrik asitle muamele edilerek meydana çıkarılırdı.
Rumeli kesiminde, Bosna sancağında Kreşevo’da ve civar köylerde altından başka gümüş, bakır, cıva, kurşun madenleri bulunuyor ve bunlar fetihten evvel de işletiliyordu. Kral Pavli vilâyetindeki altın ve gümüş madenlerinin tamamı işletilmekteydi. 1479’da, başkasının uhdesinde olanlar hariç bu madenler bir Dubrovnikli mültezime üç yıllığına 9000 “hasene-i efrenciyye” karşılığında iltizama verilmişti. Bu mültezime verilen iltizam beratında, bu madenleri ihya etmek için mahallinde geçerli ücretlerle 200 işçi çalıştırması gerektiği de belirtilmişti. Bu işçileri bulma konusunda ise o yerin yöneticileri kendisine yardımcı olacaktı. Mültezim bu şartlar altında elde edeceği altın ve gümüşü geçerli narh üzerinden darphâneye satacak, fakat kurşunu dilediğine satmakta serbest olacaktı. Bosna sancağında altın, gümüş, kurşun ve demir üretilen Boyliçe (بويلچه) madenleri, bu madene bağlı köylerle birlikte 1478’de Dupniçeli bir mültezime 1388 “hasene-i efrenciyye”ye iltizama verilmişti (BA, MAD, nr. 176, s. 163, 167-168). Kral Pavli vilâyetinin altın, gümüş ve kurşununun beşte biri, battal kuyular dahil, maden hassı köylerle birlikte 1534-1535’te 130.000 akçeye iltizamda idi (BA, KK, nr. 4989). Yine Bosna’da 1533’te Foyniça altın, gümüş ve demir madenlerinin beşte biri, Kostanika varoşundaki gümüş ve demir madeniyle Kreşevo’nun zer, nukre (altın, gümüş), bakır ve lâcivert madeni, ayrıca Dobriçe (?) köyü zer ve nukre madeni mukātaası cizye ve ispence ile birlikte 8300 sikke-i haseneye (456.000 akçe) verilmişti (BA, MAD, nr. 468, s. 70).
Rumeli’de maden bakımından önde gelen sancaklardan biri de Köstendil idi. Burada derelerin sürüklediği kumlarda altın tozu bulunuyordu. Ilıca, Dupniçe, Radomir ve Kratovo ile İzlâdi’de “tibr” çıkıyordu. Eylül 1589’da tibr 2000 miskal karşılığında iltizama verildi (BA, Fekete, nr. 1606). Kratovo’da zengin simli kurşun madeni bulunuyordu. Mukātaa defterlerinde, iltizama verilmesi dolayısıyla nukre içinde bulunan altından bahsedilir, fakat ilk dönemlere ait eski kayıtlarda bu altından söz edilmez. 1471 iltizamında bu maden, Selânik’in doğusundaki Kalkidikya yarımadasında bulunan Sidrekapsa madenleriyle birlikte aynı mültezimlere 2.850.000 akçeye iltizama verilmişti. Bundan üç sene sonra iltizam bedeli yine üç yıllığına 4.000.000 akçeye yükseldi (BA, MAD, nr. 176, s. 131). 1550 tarihli Köstendil Tahrir Defteri’ne göre bu madene bağlı darphâne yılda 1.111.555 akçeye, hums-ı nukre (gümüşün beşte biri) ve öşr-i hums-i zeheb (altının ellide biri) ve öşr-i cevherin yıllığı 299.501 akçeye verilmişti (BA, TD, nr. 567). 1572-1573 tarihli Tahrir Defteri’nde Kratovo’da mukātaalar ve yıllık iltizam bedelleri olarak Kratovo Darphânesi gümüş para darbı işi, 573.099 akçe, hasene (altın) darbı işi 10.000 akçe, madenin cevher, gümüş ve altınının ellide biri 126.900 akçe şeklinde gösterilmişti. Bu son meblağa Plaviçe’den (پلاويچه) çıkarılan altın dahildir (BA, TD, nr. 85). Kratovo yakınlarında ayrıca Kerebene’de de altın çıkıyordu ve 1530’larda bunun gümüşle birlikte yıllık iltizam değeri 5500 akçe idi.
Selânik sancağında altın Sidrekapsa’dan çıkarılıyordu. 1530’larda gümüş, altın ve resm-i kal (izâbe) karşılığında 112.800 akçe gelir kaydedilmiştir (BA, TD, nr. 167, s. 54). 1546’da, emanetle yönetilen mukātaadan İstanbul’a eylül ayında maden, darphâne ve hurda (müteferrik, ufak tefek) mukātaalardan 1.268.031 akçe, 57 akçe hesabıyla 1308 hasene-i sultâniyye (Osmanlı altını) ve külçe olarak 65 akçe hesabıyla 4587 miskal altın gönderilmişti (BA, MAD, nr. 21959, s. 74). Ayrıca buradaki madenin gümüşünden altınını ayırmaya yarayan ve mâ-i fârûk (ayırıcı su) adı verilen nitrik asit imali için 200 kantar güherçile talebinde bulunulmuştu (BA, KK, nr. 4999, visâle 6). Beleş dağından Selânik ve Avrathisar kadılıklarına derelerin sürüklediği altın tozu, 1546’da 11.000 akçeye iltizama alındı (BA, MAD, nr. 21959).
Gümülcine-Drama’ya bağlı Çağlayık Darıobası simli kurşun madenleri 1599’da işletmeye açılıp buradan altın elde edilmiştir (BA, MAD, nr. 18142, s. 10). Ayrıca Novoberda Darphânesi’nde nukreden başka hasene-i sultâniyye darbedildiği de bilinmektedir. 28 Kasım 1596’da altın ve gümüş para darbı hâsılından 699.000’i akçe, 2000’i hasene-i sultâniyye olmak üzere merkeze 817.000 akçe gönderilmiştir (BA, KK, nr. 664, s. 129).
XV. yüzyıl kayıtlarında belirtilmiş olmamakla beraber Sofya’ya bağlı Breznik nahiyesindeki gümüş madeninden altın da çıkarıldığı bilinmektedir (BA, KK, nr. 664, s. 132). Sofya’nın Vitoşa dağından da gümüş ve altın elde ediliyordu (BA, MAD, nr. 176, s. 220). Tımışvar vilâyetine bağlı Modava 1564’te işletmeye açıldığında madenden bakır, gümüş ve “zeheb-rîze” gümüş diye bahsediliyordu (BA, KK, nr. 218, s. 149). Semendire sancağında Kuçayna’da bakır ve gümüş madenleri işletiliyor, bunların içinden bir miktar da altın çıkarılıyordu. 1561-1571 yılları arasında buraya bağlı darphânede 3152 miskal (15,5 kg.) altın para basılmıştır (BA, KK, nr. 718).
Rumeli’deki madenler XVI. yüzyılın sonunda güç bir dönem yaşamıştır. Maden emin ve mültezimleri, madenlerde muafiyet karşılığında çalışanlardan belli bir bedel almak suretiyle onları çalışmaya zorlamıyorlardı. 1599’da Ohri madeni ve darphânesini yeniden açmak için altı yıllık (iki tahvil) iltizamına talip olduklarında sundukları arz bunun bir örneğidir (BA, MAD, nr. 18142, s. 138). Fakat madenler kapansa da yeniden işletmeye açılıyordu.
XVI. yüzyılda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde gümüş madenleri işletildiği halde bunlardan sadece o zaman Canca adıyla tanınan Gümüşhane’nin simli kurşunu içinde altın da bulunduğu bilinmektedir. 1577’de Erzurum beylerbeyine gönderilen bir fermandan Canca’nın yanında Ardanuç madeninden de gümüşle birlikte altın çıkarıldığı anlaşılmaktadır (BA, MD, nr. 29, hk. 321). Bunu teyit eden aynı tarihli diğer bir fermanda Canca’dan hazineye 1000 flori (altın) geldiği kayıtlıdır (BA, MD, nr. 33, hk. 401). 1689’da Balya’da gümüş ve bakır yanında altın da istihsal edildiği, bazı maden mukātaası kayıtlarından anlaşılmaktadır. XVIII. yüzyılda canlanan Anadolu madenciliği döneminde sadece simli kurşundan çıkarılan (Bozkır’daki gibi) gümüşten 61 miskal (281 gr.) altın elde edilmiştir. Gümüşhane’nin yanı sıra zamanla açılan ve tek emin tarafından idare edilen maden ocaklarından bazılarında gümüşle karışık olarak altın da çıkarılmıştır. 1748’de Gümüşhane, Espiye, Karaerik, Karı, Kızılkaya, Lahanas ve İsrail madenlerinde toplam 10.163 dirhem (yaklaşık 22,5 kg.) altın elde edilmiştir (BA, KK, nr. 5191).
1750-1752’de Espiye, Keban ve Ergani üretim miktarları ise şöyledir:
Maden | Sene | İş Günü | İşlenen Fırın | Altın (dirhem) | Gümüş (dirhem) |
Espiye | (1750) | 237 | ─ | 1.186,5 | 26.745 |
Keban | (1750) | 248 | 1686 | 29.122,5 | 1.919.460 |
(1751) | 365 | 1662 | 22.237,5 | 1.943.445 | |
(1752) | 365 | 1349 | 20.032,5 | 1.617.767 | |
Ergani | (1751) | 258 | 2224 | 91.749 | 441.469 |
(1751) | 365 | 2041 | 83.752 | 422.705 | |
(1751) | 365 | 1908 | 78.801 | 366.677 | |
(BA, KK, nr. 5195) |
Tablodan anlaşılacağı üzere Espiye’de 3805 kg. altın, 85,8 kg. gümüş; Keban’da üç yılda 71.391,5 dirhem altın (229 kg.); Ergani’de ise 254.301 dirhem yani 815,5 kg. altın elde edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, MAD, nr. 176, s. 131, 163, 167-168, 220; nr. 468, s. 70; nr. 664, 18142, s. 10, 138; nr. 21959, s. 74.
BA, TD, nr. 85, 167, s. 54; nr. 567.
BA, KK, nr. 67, 218, s. 149; nr. 664, s. 129, 132; nr. 718, 4989, 4999, 5191, 5195, 5199.
BA, MD, nr. 29, hk. 321; nr. 33, hk. 401.
BA, Fekete, nr. 1606.
Mühimme, TSMK, Koğuşlar, nr. 888, s. 272, 292, 458.
Ya‘kūbî, Les Pays (trc. G. Wiet), Cairo 1937, s. 190.
Māwardī, Les statuts gouvernementaux: ou règles de droit public et administratif (trc. E. Fagnan), Alger 1915, s. 252-257, 426-427, 447-448.
Ḳānūnnāme-i Sulṭānī ber Mūceb-i ʿÖrf-i ʿOsmānī (nşr. R. Anhegger – Halil İnalcık), Ankara 1956.
Âlî Mustafa Efendi, Nushatü’s-selâtîn, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3225, vr. 131a-133a.
Mecmûa, İÜ Ktp., TY, nr. 4608.
F. Braudel, “Monnaies et civilisations, de l’or du Soudan à l’argent d’Amérique”, Annales, I/1, Paris 1946, s. 9-22.
B. M. Lombard, “Les Bases monétaires d’une suprématie économique, l’or musulman du VIIe au XIe siècle”, a.e., II/2, Paris 1947, s. 142-160.
D. M. Dunlop, “Sources of Gold and Silver in Islam according to al-Hamdani (10 th century A.D.)”, St.I, VIII (1957), s. 142-160.
Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre XV. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphane Mukataaları”, İFM, XXIII/1-2 (1963), s. 145-218.
a.mlf., “Osmanlı Para Tarihinde Dünya Para ve Maden Hareketinin Yeri (1300-1750)”, Gel.D, özel sayı, 1978 (1979), s. 1-38.
a.mlf., “Zeheb”, İA, XIII, 491-493.
A. S. Ehrenkreutz, “D̲h̲ahab”, EI2 (İng.), II, 214.
https://islamansiklopedisi.org.tr/altin#2-fikih
FIKIH. Altın Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde “zeheb” ve altın para birimi olan “dinar” olarak muhtelif vesilelerle geçmektedir. Kur’an’da insanlara altın ve gümüşün sevdirildiğinden (bk. Âl-i İmrân 3/14), altın ve gümüşü biriktirip onu Allah yolunda harcamayanların elem verici bir azaba uğrayacaklarından (bk. et-Tevbe 9/34), iman etmeden ölenlerin âhirette kurtulmak için dünya dolusu altını fidye olarak verseler dahi kabul edilmeyeceğinden (bk. Âl-i İmrân 3/91), iyi kimselerin cennette altın bileziklerle süsleneceklerinden (bk. el-Kehf 18/31) ve bu kimselere cennette altın tepsi ve kadeh dolaştırılacağından (bk. ez-Zuhruf 43/71) bahsedilmektedir. Hadîs-i şeriflerde ise altınla yapılan faizli ve faizsiz ticarî muamelelerden, gerek ev gerek süs eşyası olarak veya başka maksatlarla kullanılan altının hükmünden ve zekâtından söz edilmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ẕeheb” md.). Hadislerdeki ele alınış şekline paralel olarak İslâm hukukunda altın, gerek zekât gerekse çeşitli maksatlarla kullanılması açısından, ayrıca değişmez para birimi olup olmaması ve bunun faizli muamelelere etkisi noktalarından incelenmiştir.
Zekât bakımından altının hükmünü tesbit ederken sikke ve külçe olarak kullanılan altınla süs eşyası olarak kullanılan altını ayrı ayrı ele almak gerekir. Altın sikke ve külçelerin nisab miktarına ulaşması halinde zekâta tâbi olduğu noktasında İslâm hukukçuları görüş birliği içindedirler. Tevbe sûresinin 34. âyetinde geçen “kenz” (altın ve gümüş biriktirmek) tabiriyle zekâtı verilmeyen altın ve gümüşün kastedildiği, zekâtı verilenlerin bu âyetin kapsamına girmediği kaynaklarda belirtilmektedir (İbn Ömer’in bu âyette geçen “kenz”in yorumu için bk. Kurtubî, VIII, 125). Hadislerde de altın ve gümüşü olup bunun zekâtını vermeyenlerin kıyamet gününde nasıl bir azaba mâruz kalacakları belirtilmektedir (bk. Buhârî, “Zekât”, 3; Müslim, “Zekât”, 24; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 32). Hz. Peygamber döneminde altın dinar ve gümüş dirhem para birimlerinin her ikisi de kullanılmakla birlikte çoğunlukla dirhem tedavülde olduğundan dirhemi ölçü alan hadisler daha çoktur. Bununla beraber gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse dört halife devrinde ve daha sonraki dönemlerde yapılan uygulamalardan, yirmi dinarda yarım dinar (1/40) zekât alındığı bilinmektedir. Yirmi dinar bugünkü ölçülere göre 85 gram altın etmektedir. Şu halde bu miktar zekâta tâbi altını olan kimse bunun kırkta birini zekât olarak vermek zorundadır (altının zekâtı ve nisabı ile ilgili hadisler için bk. Ebû Dâvûd, “Zekât”, 3, 4; İbn Mâce, “Zekât”, 4).
Altın ziynet ve ev eşyasına gelince, erkekler tarafından kullanılan yüzük vb. altın ziynet eşyası ile altın tabak, kaşık, çatal gibi ev eşyasından zekât verilmesi gerektiği konusunda hukukçular ittifak halindedirler. Kadınların kullandığı altın ziynet eşyalarına ise Hanefîler’e, Sevrî ve Evzâî’ye göre zekât gerekir, diğer üç mezhebe göre gerekmez (bk. ZEKÂT).
İslâm hukukunda, süs eşyası olarak kullanılan altının hükmü kadın ve erkeğe göre değişmektedir. Buna göre kadınların altın süs eşyası kullanmaları helâl, erkeklerin yüzük, kolye, saat, kalem gibi altın süs ve zatî eşya kullanmaları haramdır. Hadîs-i şerifte, “Altın ve ipek ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir” buyurulmuştur (Ebû Dâvûd, “Libâs”, 11; Tirmizî, “Libâs”, 1; İbn Mâce, “Libâs”, 19). Ancak ipek gibi nişan (alem) olarak kullanılan altın da ziynet mahiyetinde görülmediği ve değer bakımından da fazla olmadığı için bazı âlimlerce câiz görülmüştür (bk. el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 331-332, 334-335; İbn Âbidîn, VI, 360).
Altından yapılmış tabak, çatal, kaşık vb. gibi ev eşyasının kullanımının -kadın erkek ayırımı yapılmaksızın- herkese haram olduğu konusunda, bu eşyanın bulundurulması halinde zekât gerekeceği hususunda olduğu gibi hukukçular görüş birliği içindedirler (ilgili hadisler için bk. Buhârî, “Eşribe”, 27; Müslim, “Libâs”, 1, 2). Ancak diş yapımında ve altın kullanılmasına tıbben zaruret olan diğer bazı yerlerde bu madenin istimaline izin verilmiştir. Nitekim savaşta burnu kesilen bir sahâbînin taktığı gümüş burun koku yapınca Hz. Peygamber onun altından bir burun takmasını tavsiye etmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Ḫâtem”, 7; Tirmizî, “Libâs”, 31; Nesâî, “Zînet”, 4). İslâm dininde altının külçe, sikke ve kadınların ziynet eşyaları dışında kullanılmasına izin verilmeyişi hususu genelde israfı önlemek, kadın ve erkek kıyafetinde farklılığı sağlamak ve altın paranın tedavülde bulunduğu dönemlerde onun bu maksat dışında harcanmasını ve böylece tedavüldeki para hacminin daralmasını engellemek gibi ahlâkî ve iktisadî gerekçelere dayanmaktadır.
Kâğıt para sistemine geçilmeden önce altın asırlarca para birimi olarak kullanılmıştır. İslâmiyet’ten önce ve sonra Araplar’da tedavülde bulunan altın para birimine dinar denilmiştir. Bu kelime Âl-i İmrân sûresinin 75. âyetinde bu anlamda geçmektedir. Dinar aynı zamanda bir ağırlık birimidir. İslâmî dönemde ilk defa Abdülmelik b. Mervân zamanında bastırılan dinar 4,25 gr. ağırlığında idi. Âyet ve hadislerde altının para olduğu açıklıkla belirtilmemişse de fıkıh âlimlerine göre onun ana özelliği, para birimi olarak kullanılmasıdır. Altının para birimi (semeniyyet) veya mislî bir mal olarak kabulü, faizli muameleler bakımından farklılıklar arzetmektedir (bk. FAİZ).
BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, “ẕeheb” md.
Buhârî, “Zekât”, 3, “Eşribe”, 27.
Müslim, “Zekât”, 24, “Libâs”, 1, 2.
İbn Mâce, “Zekât”, 4, “Libâs”, 19.
Ebû Dâvûd, “Zekât”, 3, 4, 32, “Libâs”, 11, “Ḫâtem”, 7.
Tirmizî, “Libâs”, 1, 31.
Nesâî, “Zînet”, 4.
Sahnûn, el-Müdevvene, I, 245-246.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), X, 118.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, IV, 300-305.
Serahsî, el-Mebsûṭ, II, 191-192; XII, 115, 137.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 930.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, II, 16; V, 132.
Mergīnânî, el-Hidâye, Kahire 1937, IV, 58, 61.
İbn Kudâme, el-Muġnî, III, 3.
Kurtubî, el-Câmiʿ, VIII, 125.
Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İḫtiyâr li-taʿlîli’l-Muḫtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), Kahire 1370/1951, I, 112.
el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 331-332, 334-335.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, II, 298; V, 257; VI, 360.
Cezîrî, el-Fıḳh ʿale’l-meẕâhibi’l-erbaʿa, Kahire, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), II, 14-15.
Elmalılı, Hak Dini, III, 2520.
Tecrid Tercemesi, IV, 287-289; XII, 108.
Yûsuf el-Kardâvî, Fıḳhü’z-zekât, Beyrut 1981, I, 240-242.